The post Röportaj: Bir KHK da Asker Kaçaklarına appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Geçtiğimiz günlerde ilan edilen bir KHK ile askerlik kanununun bazı maddelerinde değişiklik yapıldı. Bu düzenleme, bazı kişilerin fişlenerek askere alınması uygulamasını getirecek endişesi doğurdu. Biz de bu yeni düzenlemenin neler getirdiğini öğrenmek üzere Vicdani Ret Derneği’ne sorularımızı yönelttik.
Meydan: 691 sayılı KHK askerlik kanunu ile ilgili ne tür düzenleme içeriyor?
Vicdani Ret Derneği: OHAL kapsamında çıkarılan 691 sayılı KHK ile, Askerlik Kanunu’na şu madde eklendi: “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulu’nca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan ve askerliğe elverişli oldukları anlaşılan yükümlülerden, yoklama kaçağı ve bakayalar dahil bu kanunda yazılı geçerli mazereti olmayanlar, Millî Savunma Bakanlığı’nca belirlenecek celp ve sevk esaslarına göre silah altına alınırlar.”
Yürürlükteki Askerlik Kanunu’nun ilk maddesi, ‘TC tebaası olan her erkek, işbu kanun mucibince askerlik yapmağa mecburdur’ diyor. Yoklama kaçağı ve bakayalık da bu kanunda ve Askeri Ceza Kanunu’nda tanımlanan, yani belirsiz olmayan şeylerdi. Zaten sevk ve esasları şimdiye kadar gene Milli Savunma Bakanlığı belirliyordu.
KHK ile getirilen ek maddeyle, farklı bir asker alma şekli uygulanıp uygulanmayacağı çok net değil. Bunu önümüzdeki günlerdeki uygulamalara bakıp göreceğiz.
Bu uygulamanın fişlemeyi beraberinde getireceği ve “sakıncalı piyade”ler doğuracağı kaygısı var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Düzenlemede geçen ucu açık ifadeler ve özellikle ‘irtibat ve iltisak’ sözcükleri, bu düzenlemeyi daha da anlaşılmaz kılıyor. Ancak ilk bakışta 15 Temmuz sonrası emniyetten ihraç edilen polislerin askere alınması için çıkarılmış olduğu hissini uyandırıyor. Nasıl ki diğer OHAL uygulamaları keyfi olarak ve sabit bir delile dayandırılmadan işleme kondu, askerlikte de FETÖ bahane edilerek pek çok kişinin bir anda askere çağrılması mümkün. Üstelik hem askere alış işlemlerinde hem de askerlik süresince farklı muamele edileceği kuşkusu ortada.
Yaşadığımız deneyimlerden, bu tarz farklı uygulamaların, bu güne kadar askerlikle ilgili herhangi bir işlem yaptırmamışlar ve özellikle vicdani retçiler için bir tehdite dönüşeceğini söyleyebiliriz. Kanuna eklenen maddede geçen ucu açık ifadeler ve özellikle ‘irtibat ve iltisak’ sözcükleri, bu görüşü doğrular nitelikte. Yani, bu düzenlemenin, muhalifleri fişleyerek zorla silah altına alma amacı taşıdığını söylersek yanlış olmaz.
Her durumda bu yeni düzenleme ile askere çağrılacak kişiler sakıncalı damgasını yiyecekler, baştan fişlenmiş olacaklar. İdarenin belirleyeceği biçimde fişlenerek askerliğe sevk edilecek kişiler hayati tehlike ile de karşı karşıya olacak. Ordunun içinde diğer askerler tarafından şiddete ve saldırıya maruz kalabilirler, ancak ayrı bir şekilde askere alınacaklarsa komutanlar tarafından hak ihlallerine maruz kalabilirler.
Vicdani retçiler bu uygulamalardan nasıl etkilenecek?
Vicdani retçiler dahil olmak üzere asker kaçakları üzerindeki baskıların daha da artacağı bir döneme gireceğimizi söyleyebiliriz. Devlet, bu önümüzdeki dönemde, tüm vicdani retçileri olmasa da, Kürt ya da devrimci olduğu için vicdani ret açıklaması yapan insanları herhangi bir örgüte yamayarak askere sevk etmeye çalışabilir. Yine bu şekilde vicdani retçiler, şiddet görme ve hak ihlallerine uğrama durumu ile karşılaşabilirler.
Elbette zaten sakıncalı olarak görülüp sivil ölüme mahkum edilen vicdani retçiler, önceden olduğu gibi şimdi de bu militer kurumun içinde yer almayı reddedeceklerdir. Her ne olursa olsun devlet tarafından belirlenen sevk esaslarına da uymayacaklardır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Röportaj: Bir KHK da Asker Kaçaklarına appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İsrail Filistin Sınırında Anarşistler Duvara Karşı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]> Dikenli teller, derin çukurlar, gözetleme kuleleri, elektronik alarmlar ve yüzlerce kilometre boyunca uzanan bir duvar… 2003 yılında “Filistin-İsrail arasında güvenlik sağlama” yalanıyla Filistin topraklarına inşa edilen duvara karşı, yıllardır örgütlenen büyük bir direniş var. Beit Ummar’dan Bil’in’e, Ni’ilin’den Batı Şeria’ya kadar uzanan duvara karşı örgütlenen İsrailli anarşistlerse, yaşam alanları işgal edilen ve İsrail devleti tarafından sürekli olarak tehdit edilen Filistinlilerle dayanışmak için duvara karşı örgütleniyorlar. TC devleti son zamanlarda, Suriye sınırına bir duvar örme ve bu topraklarda yaşamakta olan Kürtleri özgür bir yaşamın yeniden inşa edildiği Rojava Devrimi’nden ayırma telaşındayken Ortadoğu’nun göbeğinde bir halk, inşa edilen bir duvarı tecride karşı yıkmak için direnmekte. İsrail Devleti’nin gaz bombalarıyla, plastik mermilerle, gerçek kurşunlarla saldırarak sindirmeye çalıştığı Duvara Karşı Anarşistler (Anarchist Against the Wall) ile İsrail’in işgal politikalarını, Filistin halkının mücadelesini ve duvara karşı direnişi konuştuk.
İsrail devletinin “güvenlik” adı altında özellikle Filistinlilerin yaşadıkları bölgelerin çevresini yüksek beton duvarlarla, dikenli tellerle çevrelemesine ve bu bölgelere giriş çıkışın İsrail askerlerince keyfi olarak engellenmesi oldukça tepki çekti. Tüm dünya kamuoyunun İsrail yanlıları ve Filistin yanlıları gibi bir bölünmeye gittiği bir anda İsrailliler olarak sizin, Filistinlilerin yaşadığı bu haksızlığa karşı çıkmanız üzerinden ilk aldığınız tepkiler nasıldı? Filistinliler ne yapmak istediğinizi tam olarak anlayabilmiş miydi?
İlan Shalif: Tecrit genelde tellerden oluşuyor. Kilit noktalarda ve kentsel alanlarda beton duvarlar var, giriş ve çıkışlarda İsrail askerleri rastgele durduruyor. Beton duvarlar ve teller Filistin hareketinin sınırlandırılması için kullanılıyor. İsrail, küresel kapitalizm ve ABD’nin çıkarlarına hizmet ettiği için protestolar yerel ve uluslararası basında öne çıkmıyor. Beyazlar mücadeleye katılınca, medya daha çok dikkat gösteriyor. İsrail devleti ve destekçileri, Siyonist kolonici yerleşimci projenin herhangi bir eleştirisini ve eleştirenleri antisemitik diye karalıyor. İsrail’deki ve dünyadaki Yahudiler eleştiriye katıldığında ise antisemitik iddiası çürüyor. İsrail kamuoyu bölünmüş durumda. Neredeyse yarısı, 1967 işgalinin sona ermesi gerektiğini anlıyor, çoğu tecrit duvarına karşı çıkmıştı. Kamuoyu baskısı nedeniyle, bir AAtW (Anarchists Against the Wall) aktivisti diğerleriyle birlikte tecrit duvarının tellerini sallarken devlet güçleri tarafından gerçek mermiyle ayağından yaralandığında, ordu komutanı onu hastanede ziyaret edip özür dilemek zorunda kalmıştı. Siyonist soldan insanlar bile bizi destekliyor ve birkaçı bize katılıyor. İsrail sağı bizden nefret ediyor ve vatan haini olarak görüyor. Merkez bizim verdiğimiz hasarın farkında. Bazı Filistinliler bizim katılımımızın çeşitli yararlarını anlıyorlar, ancak aşırı gelenekçiler buna karşı. Filistin taban aktivistleri bizim ne düşündüğümüzü ve karşılığında ne aldığımızı biliyor. Bu, ortaklığı ve kişisel arkadaşlığı engellemiyor.
Duvar birçok yerleşim yerini birbirinden ayırdığı için işine ya da okuluna gidenler her gün bu duvarların aralarındaki kontrol noktalarını aşmak zorunda. Burada da İsrailli askerlerin tacizlerine maruz kalıyorlar. Bu uygulama ne zamandır devam ediyor?
Yıllar önce Filistin hareketinden daha fazla rahatsızlık vardı. Tecrit duvarı bunu değiştirdi ama daha kararlı bir politika var. Tacizler, Filistinlilere göç etmeleri için baskı kuran İsrail sisteminin ana parçası. İçeriğindeki değişimler ise sadece birer taktik. İsrail askerlerinin tacizleri en yoğun olarak yasal ve yasadışı işçiler tarafından, İsrail yolunda yaşanıyor. Batı Şeria içinde de bazı kontrol noktaları var ama son zamanlarda küresel baskı nedeniyle bu tip tacizler azaldı. Yollardan kaldırılan bütün engeller ya da tecrit tellerinde açılan delikler birkaç gün içinde geri konuluyordu.
Doğrudan eylem olarak adlandırdığınız bu eylemlerde şiddet kullanmıyorsunuz ama İsrail askerlerinin üzerinize açtığı ateşten dolayı yaralanan ve hatta yaşamını yitiren arkadaşlarınız olduğunu biliyoruz. Bu durum insanların katılımını olumlu ya da olumsuz yönde nasıl etkiliyor?
Hem İsrail içinde, hem Filistinlilerle ortak mücadelede, şiddetsizlik stratejisi uyguluyoruz; pasifizm nedeniyle değil, strateji nedeniyle. Taş atan Şabablar ile birlikteyken taş atılmasına katılmıyoruz ama onları eleştirmiyoruz da. Çoğu insan korkudan eylemlere gelmeye çekiniyor. Bazıları daha çatışmalı konumları tercih ediyor.
Uluslararası dayanışma gösteren birçok kurum Filistinlilere ne yapması gerektiğini söylerken, sizlerin Filistinlilere yönelik böyle bir yaklaşımınız var mı? Bu eylemlikleri nereye kadar sürdürmeyi planlıyorsunuz?
Ortak eylemlere sadece beraber çalışmak için çağırıldığımızda gidiyoruz. Kendimizi her zaman küçük ortak olarak görüyoruz. Ben kişisel olarak, davet edildiğim sürece ortak silahsız eylemlere katılmayı düşünüyorum.
Bizim yaşadığımız topraklara da bir duvar inşaatına başlandı. Kendi devrimini gerçekleştirerek yaşamlarına dair kararlarını kendileri veren Rojava’daki Kürtler ile T.C devleti sınırları içinde kalan halkları birbirinden ayırmayı amaçlayan bir duvar. TC kendi sınırları içinde yaşayan Kürtlere karşı yıllardır arasında görünmez bir duvar örmüş, Kürt halkının dilini ve kültürünü yok saymıştı. Fiziki olsun olmasın, bu duvarları asıl inşa eden şey milliyetçiliktir diyebilir miyiz?
Duvarlar ve tecrit telleri, sadece yöneten kapitalist elitin cephaneliğindeki araçlar. Egemen ulusal cemaatten farklı olanların bastırılması, bu elitin yönetiminin parçası. Bu durumun iyi anlaşılması gerekiyor. Bu durumun farkına varanların her koşulda, her zorlukta bunları anlatması gerekiyor. Milliyetçiliğin, sınırların ve duvarların ne amaçla oluşturulduğunu bilmemiz gerek.
Devletler için yaptıkları saldırıları hukuk kılıfına sokmak çok kolay. Sıklıkla İsrail ordusuyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Sizce İsrail devletinin asıl politikası yeterince tartışılabiliyor mu?
“Bugünlerde ne duyacağız?” diye soranlara söylediğim gibi: “Kulağını nereye verdiğine bağlı.” İsrail’in batı yakasındaki Filistinlileri kontrol etmek, baskılamak ve sömürmek için kullandığı araçların çoğu ile ilgileniyoruz ve bunlar dünya medyasında bulunabilir. Ancak İsrail, amaçlarını göstermemek için dinsel söylemleri kullanarak durumu anlaşılmaz kılıyor.
Mücadelenizi yürütürken neye öncelik veriyorsunuz? Eylemleri finanse etmek için nasıl bir yol izliyorsunuz?
Son birkaç yılda – inisiyatif olarak, sadece bizi davet eden Filistinlilere katılıyoruz. Medya çoğu zaman bize yer veriyor, çünkü bu halkın ilgilendiği haberler arasında. Finansmanla ilgili olarak, ulaşım giderlerini katılımcılar karşılıyor. Hukuki giderlerse tüm dünyadan gelen dayanışmalarla karşılanıyor.
Yaşadığımız topraklarda birçok kişi, TC ordusunda askerlik yaparak kardeşine kurşun sıkmayı reddederek vicdani reddini açıklıyor. Bunların önemli bir oranını antimilitaristler ve anarşistler oluşturuyor. Sizin vicdani ret ve vicdani retçilerle ilişkileriniz nasıl?
Radikal Siyonist Fraksiyonu da içeren yelpaze içinden destekleyen inisiyatifler bile var. Vicdani ret, özellikle Filistinlilere karşı yürütülen haksız politikaları protesto etmek için yaygınlaşan bir eylem. Bazen diğerlerinden daha radikal kalan total retçiler de bize katılıyorlar. Vicdani reddin duvara karşı mücadelede de önem taşıdığını düşünüyoruz.
Neticede, anarşistler olarak İsrail devletinin politika ve uygulamalarından biri olan duvara karşı çıkarak Filistinlilerle daha farklı bir iletişim kurma şansınız da oluyor. Anarşizmin Filistinlilerle kurulan ilişkideki etkisi nedir?
Filistinlilerle dayanışırken, tabii ki siyasi kimliğimizin ne olduğu biliniyor. Bu dayanışmamızın yönteminin anlaşılması adına önem taşıyor. Filistinlilerin, halk mücadelesini kendi inisiyatifleri ile başlatmış olmaları gerçeği bize yeterince bilgi veriyor. Bunun üzerinden anarşizmle ilgili sıkça sohbet etme fırsatı buluyoruz.
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 14. sayısında yayımlanmıştır.
The post İsrail Filistin Sınırında Anarşistler Duvara Karşı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “ Roboski Anormal: Çocuklar Çikolata Yemiyor, Kola İçmiyor! ” – Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Roboski halkının kola ile imtihanı..
Raporda Uludere katliamının ardından çocuklardaki psiko sosyal bozukluklar şöyle betimleniyor: “Çocukların, özellikle öğrencilerin çok ciddi davranış problemleri var. Kızgın ve öfkeliler… Okul camlarını kırmak ya da bir çocuktan beklenmeyecek ölçüde aşırı politize söylemler söz konusu.” Ve ekleniyor “Okulun eşyalarına zarar veriyorlar, ders başarıları düşmüş durumda. Çocuklar, çikolata, kola gibi besinler bile tüketmiyor.” Olaydan sonra öğrencilerde agresif davranışlar, slogan atma, disiplinize edilememe, aniden bağırma ve parti yöneticileri gibi konuşma davranışlarının gözlemlendiği de ekleniyor.
Raporun aslında ilk bakışta masum görünen bu tespiti, sağlıklı bir çocuğun nasıl olması gerektiğini, hastalık belirtilerini göstererek alttan alta bilincimize aşılıyor. Kola içmeyen ve politik düşüncelerini sık sık dile getiren sosyopat ve disiplinsiz çocukların karşısına, kolasını içen, televizyon izleyen, okuluna gidip dersini çalışan akıllı uslu çocuklar yerleştiriliyor. Böylece Roboski gibi Türkiye’nin diğer illerine göre bambaşka bir sosyal ve politik karaktere sahip bölgesinde yaşayan çocuklar, yine ezenlerin akıl ve değer sistemine göre yargılanarak “hasta” kabul ediliyor.
Asimilasyon ve ötekileştirme, yani bugün Kürt çocuklarının yaşadığı sorunların kaynağı, yalnızca bir dilin başka bir dil üstünde kurduğu baskının da ötesinde, bütünlüklü ve sistematik olarak uygulanır. Bazen egemen devletin ve milletin kendi dilini dayatması, bazen egemen sınıfın kendi değerlerini ve kültürünü ezilenlere, çocuklara ve gençlere aşılaması, bazen ise insanlarla ilişki kurma, mantık süzgecinden gerçirme ve dile dökmedeki biçimsel dayatmayla kendini gösterir.
Bu ötekileştirme biçimleri, gün gelir adı Şırnak değil Şirnex olan ve merkezinde ne Mc Donald’s ne de Burger King’in olduğu bir şehrin dağlık köyünde yaşayan çocuk ve kadınları kola içmemelerine istinaden ruh hastası yapar. Aynı şekilde öğretmenlerinin ne dediklerini bile anlamadıkları okulları zaten her yıl anadilde eğitim talebiyle boykot eden çocukları, ders başarılarının düşmesiyle görecelendirir. Bizler de kapitalizmin giremediği bir bölgenin kapitalizmin koşullarına göre değerlendirildiği, devletin sistematik olarak kendini dayattığı çocukların “disiplin kurallarıyla” ölçüldüğü bir tabloyla karşı karşıya kalırız. Raporu okurken, Mars’tan dünyaya düşmüş akil bilim insanları ile bölge halkının karşılaşmasını izlerken buluruz kendimizi. Sonra bir de bakmışız ki halkın öfkesine tercüman olmak adına yapılan “iyi niyetli” değerlendirmeler, tarafsız ve “nesnel” görüneyim derken, acemi nalbant gibi meselenin kah nalına kah mıhına vuruyor.
Roboski halkı iyileşmek istemiyor.. derken?
Söz konusu metnin raportörü Hira Selma Kalkan bir televizyon programı ile yaptığı söyleşide, halktaki mevcut yası şöyle açıklıyor: “Kadınlar mezardan çıkmıyor, uzun süreler mezarda kalıyorlar, bu acıyı tekrar tekrar yaşıyorlar. Hatta sanki acıyı bırakmak istemiyor gibiler. Gelelim, destek verelim size iyi gelir mi diye sorduk, “iyi gelir ama istemiyoruz, acımızı unutmak istemiyoruz” dediler. Yani o acılı ve mağdur duruma sarılma halleri var, aslında bu da rahatsız edici bir şey. Acılı bir olay yaşandı ya, bu onların tek gerçeği oluyor. Çözemedikleri zaman da bu acı, hayatlarındaki en büyük olay- tabi ki büyük olay ama, şimdi bir şey söyleyeceğim, kör ölür badem gözlü olur.. Tek yaşam dayanakları burası gibi oluyor. Bu acıdan beslenme hali ortaya çıkıyor. Bu acıdan kurtulmak istemiyor.. Niye istemiyor? Bir suçluluk duygusu yaşıyor, benim oğlum ölmüş ben kola nasıl içerim diyor. Bu kalanların suçluluk duygusu.. Ben onu nasıl koruyamadım diyor, suçluluk duygusu onları acıya yapıştırıyor. İyileşmeleri için hem suçluluk duygusunu çözmek lazım, hem o acıyla baş etme yöntemi bulmak zorundayız…”
Selma Hira Kalkan’ın bu konuyu yorumlarken gerçekten söylemek istediklerini tasarlayarak mı yoksa yıllar boyunca öğrendiği anaakım psikiyatrın kurbanı olarak mı yaptığını niyet okumasından öte yorumlamak güç. Ama yıllar yılı psikiyatrinin toplumsal travma sonrası insan davranışlarının onların kendi bireysel rahatsızlıklarından kaynaklandığını belirten asıl hastalıklı yaklaşımı yazık ki burada da açığa çıkmış görünüyor.
Roboski katliamında hala süregelen ve unutulmak istenmeyen öfke ve yas hali, bireysel ve münferit bir hastalık belirtisi değil, kendilerine bu acıyı çektirenlere karşı ‘politik’ bir tavırdır. Hatta şöyle diyelim, kişilerin kendisi dahi buna “politik” bir tavır demeyebilir, bunun “politik” olduğu bilincine ve bilgisine sahip olmayabilirler, ama onların olaya ve yaşadıklarına karşı aldıkları tavrı “suçluluk duygusu” gibi bir kavramla açıklamak bu tavrı yalnızca değersizleştirmekle kalmaz, aynı zamanda ötekileştirir. Öyle ki bu değerlendirme, Roboski halkının devlete karşı aldığı tavrı toplumun gözünde itibar edilmemesi gereken ve zaten ruh sağlığı yerinde olan insanlar tarafından uygulanmayacak bir yöntem olarak gösterir. Bu ise toplumun duyarlılığını arttırmak için çabalayan bir psikiyatristin değil, düpedüz devletin ve kapitalizmin dilidir..
Vicdani retten Roboski’ye sosyopat kişilik bozukluğu..
Görünüşe bakılırsa Roboski katliamının ardından sisteme entegre olamayan çocuk ve kadınlar, kendileriyle ilgilenen başkaca psikiyatrlar tarafından anti-sosyal kişilik bozukluğu, hiperaktivite, depresyon ve bunun gibi bir çok farklı modern hastalık tanısıyla karşı karşıya bırakılacaklar.
İlginç olmayan bir tesadüf.. Vicdani retlerini açıklayarak askere gitmeyi ve kardeş kanı dökmeyi reddedenlere açılan “askerlikten soğutma” davasında “otorite ile uyumsuz olma ve bu nedenle suç işlemeye eğilim” olarak tanımlanan anti sosyal kişilik bozukluğu teşhisi, akla zarar bir yargı sürecini beraberinde getirmişti. Bu süreçte devlet “bilimsel” veriler ışığında vicdani retçilerin askere gitmemek yönünde aldıkları politik tavrı, “kişilik bozukluğu” tanısıyla değersizleştirip ötekileştirmek için elinden geleni arkasına koymadı. Savaşmayı reddedenlerin sistem ile birebir yaşadıkları sorunların onların bireysel sıkıntılarından ileri geldiğini iddia etti. Bu şekilde anaakım psikiyatri, baskı ve eşitsizliğin kaynağının toplumsal ya da politik değil, “kötü sistem yoktur çürük elmalar vardır” derken kastedildiği gibi bireysel veya kişiler arası olduğunu öğretmeye çabaladı. Sosyal değişimi hedefleyen hareketler artık başka yöne çevirebilecek bilimsel ve meşru bir hatta sahipti.
Kim bilir belki bir gün, katliamı yaşayan Roboski’li çocuklar kendi kardeşlerini öldüren uçağın pilotu olmak istemediklerini, katil devlete asker olmayacaklarını, kardeş kanı dökmeyeceklerini söyleyecekler.. Ve bu sefer katliamı yapan aynı devlet, bugün yazılmış raporlarda belirtilerini gösteren hastalıklara istinaden, verdiği çürük raporuyla hapislerde süründürecek aynı çocukları..
Kim hasta kim değil, bu çok daha uzun bir tartışmanın konusu elbet. Ama insanın insanı, kendi kardeşini, amcasını, babasını öldürmeyi reddetmesine hastalık diyenlerin “akıllı” sayıldığı şizofrenik bir toplumda, hastalığın belirtisini dahi tespit ederken en az 3 kere düşünmek gerekiyor. Hiç değilse çocukların kola içmedikleri için ruh hastası ilan edilmeyeceği günlere özlem duyanlar için..
Mine Selin Sayarı
The post “ Roboski Anormal: Çocuklar Çikolata Yemiyor, Kola İçmiyor! ” – Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Vicdani Retçi İnan Suver Yeniden Cezaevinde appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Zorla askere alındığı 2001 yılından beri ordu-devlet baskısıyla cezaevlerine hapsedilen, tutuklu olmadığı zamanlarda ise sivil ölüme maruz bırakılan vicdani retçi İnan Suver yeniden tutuklandı.
21 Nisan 2011’de tutuklu bulunduğu Manisa Cezaevi’nden firar eden İnan Suver, 12 Eylül günü yolda yürürken takıldığı Genel Bilgi Tarama (GBT) kontrolü esnasında hakkındaki yakalama kararı sebebiyle gözaltına alındı. Gerçekleştirdiği firar nedeniyle hakkında beş ay kesinleşmiş hapis cezası çıkan İnan Suver, karakolda gerçekleştirilen işlemlerinin ardından, kesinleşmiş cezası sebebiyle Silivri Cezaevi’ne gönderildi.
Vicdani retçi İnan Suver, “Ben bir suç işlemedim ki, neden cezaevindeyim?” diyerek 2011’in Nisan ayında Manisa Cezaevi nden firar etmişti.
The post Vicdani Retçi İnan Suver Yeniden Cezaevinde appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Vicdani Retçi Halil Savda Ve Arkadaşlarının “Ölüm Yolunda Barış Yürüyüşü” Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Vicdani retçi Halil Savda’nın 1 Eylül’de başladığı yürüyüş, artan katılımcılarıyla birlikte sürüyor. 1 Eylül’de Roboski’den yola çıkarak Ankara yollarına koyulan Savda’nın yürüyüşün başında dediği gibi “ölüm yolunun yaşam yoluna evrilmesi” için başladığı bu eylem, tıpkı O’nun belirttiği gibi atılan küçük adımlarla daha da büyüyor.
1 Eylül’den bu yana 700 km’den fazla yol kat eden ve sayıları her geçen gün artan barış yürüyüşçüleri, güzergâhları boyunca uğradıkları her yerde, il merkezleri ve köylerde, yoğun ilgiyle karşılanıyor ve “taşıdıkları barış arzusu”nu herkesle paylaşıyorlar.
Barış yürüyüşçüleri yolda karşılaştıkları birçok fiziki zorluğa ve devletin yıldırma politikalarına rağmen, barışın sesini yükseltmeye devam ediyorlar. Yürüyüş esnasında barış yürüyüşçülerinin, Osmaniye’den geçerken “halkın hassasiyetleri” bahane edilerek vali Celalettin Cerrah’ın emriyle yolları kesilmiş ve yürüyüşçüler saatlerce karakolda alıkonulmuştu. Serbest bırakılmalarının ardından Osmaniye Valiliği hakkında suç duyurusunda bulunan barış yürüyüşçüleri, artan dayanışmayla “barış için yolları kat etmeye” devam ediyorlar.
Ekim ayının sonuna doğru Ankara’ya varmak istediklerini belirten yürüyüşçüler, iktidarlar tarafından savaş çığlıklarının yükseltildiği bu coğrafyada, gittikleri her yerde, barışın sesini haykırıyorlar.
The post Vicdani Retçi Halil Savda Ve Arkadaşlarının “Ölüm Yolunda Barış Yürüyüşü” Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>