The post Yaşamsal Olan Politiktir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşadığımız topraklarda, son zamanlarda ne zaman “büyük”, toplumsal bir olay meydana gelse susmamız ve bu konuyu tartışmamamız isteniyor. İnsanlar yaşamlarına gittikçe daha trajik biçimlerde son veriyor ve topluma şu söyleniyor: Bu konu politika üstüdür ve tartışılamaz. “Susun”! Büyük bir deprem oluyor. Onlarca insan ölüyor, yüzlercesi yaralanıyor. İnsanlar kışın ortasında sokakta kalıyor. Yıllardan beri alınan deprem vergileri nereye gitti diyemiyorsun, çünkü devlet büyükleri “en gerekli şekilde” paraları harcamış oluyor ama hesap vermek zorunda kalmıyor. Susman buyruluyor. T.C askerleri T.C sınırları dışında savaş uçaklarıyla öldürülüyor ve devlet başkanı bunu açıkladığı bir basın açıklamasında espriler yapıyor. Sonra valilik açıklamaları birbiri ardına geliyor, sokakta “Savaşa Hayır” demek yasaklanıyor. Savaş söz konusuysa politika yapamazsın! Dünyada yaşamı durdurmaya başlayan bir virüs oldukça hızlı bir şekilde yayılıyor, toplu taşımayı kullanmaman tavsiye ediliyor ama yaşamını sürdürmek için çalışmak zorunda olduğundan dolayı susman ve işini yapman söyleniyor. İsmine ekonomik kriz dedikleri bir furyayla ezilenler daha çok eziliyor, sense buna karşı çıkıp ekonomiyle ilgili konuşamıyorsun çünkü ekonomiyi olumsuz etkilersen hapse atılacağın söyleniyor. Susuyor ve politika yapamıyorsun. Peki o zaman politika dedikleri bu şey tam olarak ne?
Politika Nedir?
Politika, bizim yaşamımız. İktidar, yaşamımızı istediği zaman harcamak, istediği zaman çalmak için politika yapmamızı istemiyor. Çünkü bizim politika yapmamız demek yaşamımıza sahip çıkmamız anlamına gelecek. O yüzden en önemli konular birden bire politika üstü hale getiriliyor. Bizse birer istatistik haline geliyoruz, yaşamlarımız çalınıyor.
Sabah saat kaçta uyanacağımıza biz karar veremiyoruz. Kaçta uyanacağımız bize kapitalizm tarafından dayatılıyor. Devlet bizim fikrimizi almaya dahi gerek görmeden saat dilimlerini değiştiriyor örneğin, güneşin ışıklarını dahi görmeden kapitalizmin çarklarında, okul sıralarında yaşamlarımızı öğütüyorlar. Ne iş yapacağımıza, neyi okuyacağımıza, neyi savunacağımıza zaten biz karar veremiyoruz. İktidar tüm gücüyle bizim üstümüze gelse de bizim bir araya gelmemizi istemiyor. İktidar yaşamlarımıza sahip çıkmamızı, yani politika yapmamızı istemiyor. Dayanışma içinde olmamızı istemiyor, bizi yalnızlığa mahkûm edip, cenderenin içine sokmaya çalışıyor.
İntiharlar Politiktir
İnsanlar -son çare- yaşamlarına kendi elleriyle son veriyor, son vermek zorunda kalıyor. Her intihar aslında sadece vazgeçme anlamına gelmiyor. İnsanların yaşamlarına son vermeleri bu politikasızlaştırma politikasından bağımsız düşünülemez. Belki de en büyük mesajı da bir parçası olamadıkları topluma veriyorlardır.
Kendisi bir kriz olan kapitalizm, ekonomik kriz dönemlerinde bizim yaşamımıza dolaylı değil doğrudan saldırıyor. Ekonomik krizlerle artan geleceksizlik, gündelik yaşantımızı da derinden etkiliyor. Bir yandan işsizlik, kira ödemeleri, faturalar bastırırken bir yandan da gündelik gıda ihtiyaçlarımızı karşılayamaz hale gelmemizle güvensizliğe kapılıyoruz.
Rahatça söyleyebiliriz ki özgüvensizlik bir intiharın zemin duygusudur. Özgüvensizlik hegemonik toplumu ve teslimiyeti yaratır. Bu, kişinin kendini yaşayamamasıyla sonuçlanır. Bu, içinde olduğu topluma karşı koyan bir tepkiye dönüşür. Birey uyumsuzlaşır. Toplumdan kurtulma arzusu artar. Hegemonik olan toplum bu tepki ile bir tepkime yaşar ve bireyi dışlar. Biz bu hegemonyayı ve hegemonya kültürünün kuvvetlendiğini, bunun politik bir şey olduğunu biliyoruz. Bu hegemonyanın entegrasyon ya da yalnızlaşma seçeneğine sıkıştırdığı bireylerin tüm intiharları politiktir.
Virüsler ve Hastalıklar Politikanın Konusu Mudur?
İçinden geçtiğimiz günlerde karantinaya alınan bölgeler, kapatılan ticaret sahaları, uçuş yasakları, iptal edilen kapalı alan etkinlikleri, seyircisiz oynanan veya oynanmayan spor etkinlikleri, tatil edilen okullar ile virüse karşı önlemler alınıyor. Boşalan market rafları, evlerinden çıkmak istemeyen insanlar ve kolonya satışlarında yaşanan patlama. Virüs yaşamlarımızın her alanını en derinden etkiliyor.
Devlet görevlilerinin “Toplu taşıma kullanmayın ve gerekmedikçe evden çıkmayın!” uyarıları arasında genç işçiler kayboluyor. Virüse karşı zenginler için her şey düşünülüyor ama binlerce insanla doğrudan iletişim kurulan alanlarda temizlik işçilerinin, kargo işçilerinin, kuryelerin birbirlerine ve diğer insanlara enfeksiyon bulaştırma riski düşünülmüyor. Ayrıca alınan önlemler kapsamında binlerce genç işçi işsiz kalıyor, işçilerin geliri olmadan evde kalmaları için koşullar oluşturulmuyor, yaşamları önemsenmiyor. İşçilerin müşterilerle doğrudan temas ettiği işyerlerinde de dezenfektan hijyen malzemeleri bulunmuyor. Üst üste 2 gün işe gelmediğinde kıdem tazminatı dâhil olmak üzere hiçbir tazminatı verilmeyen işçiler neredeyse virüs kapmaya zorlanıyor. İşçiden ya virüs kapmaya açık olması ya da yıllarca çalışmış olsun olmasın hiçbir tazminat almadan işten çıkması isteniyor.
Birçok devlet, insanların yaşamlarını önemsemedi. Virüsün yayılmasını ya görmezden geldiler ya da insanlardan saklamaya çalıştılar. Virüsün bu denli yayılmasının ve pek çok coğrafyada halkın sağlığına dair gerekli önlemlerin çok geç alınmasının nedeninin kapitalist sistemle ve devletlerle ilişkili olduğunu görmek, bu sistemin şimdi de gerçek bir biyolojik virüsle yaşamı tehlikeye attığını anlamak gerekiyor.
Deprem – Afetler
Depremler, toplumsal dayanışmanın en acil şekilde kendini hissettirdiği zamanlardandır. Nitekim geçtiğimiz aylar içerisinde de aylar öncesinden yapılan birçok uyarıya rağmen hiçbir önlem alınmaması sebebiyle, bunun bir örneğini de Elazığ depreminde yaşadık. Yakınlarını kaybetmiş, evi yıkılmış ve soğukta dışarda kalmak zorunda olan insanların “burada devlet yok” diye yakınması ve bir bakanın kendisinden cevap bekleyenlere “her şeyi de devletten beklemeyin” demesi gündemi uzun süre meşgul etti.
Çürük binaların içinde yaşamak zorunda olanlar ve görmezden gelindiğimiz için bu binaların altında kalanlar/kalacak olanlar olarak bizim en doğal ve en yaşamsal soruları sormamız dahi istenmedi. Yıllardan beri depreme karşı önlemler için toplandığı iddia edilen deprem vergilerinin akıbeti belirsiz. Devlet büyükleri gerekli gördükleri yerde, gerekli gördükleri şekilde, hiç kimseye sormadan harcadı ve hiç kimseye hesap vermeden de harcamaya devam ediyor. Devletin harcadığı şey deprem vergileri değil aslında. Harcanan bizim yaşamlarımız. Yaşamlarımızı çalan, depremin kendisi değil. Asıl yaşamlarımızı çalan, rant ve çıkarları uğruna kaçak katları ve kesilen kolonları görmezden gelen ve ruhsat verilmeyecek alanlara ruhsat veren kişi ve kurumlar. Yaşamlarımızı çalan, bizim politika yapmamızı istemeyen devletin ve kapitalizmin kendisi.
Sonuç
Yaşamlarımızı doğrudan ilgilendiren –açıkça söylemek gerekirse- biz ezilenleri daha da ezmeye çalışan birçok olay bize yaşatılırken bizden sadece susmamız ve tüm olup bitenlere ses çıkarmamamız isteniyor. İktidar bize politika yapmayın diyor. Faturalarını ödeyemeyen, bakkala yüzlerce lira borcu olan, üstelik iş de bulamayan komşunuz mu intihar etti? Görmezden gelin. “Hayırseverler” zaten dayanamaz ve bu acı durumla ilgilenirler. Deprem sonucunda insanlar mı öldü? Duymamış gibi yapın. Duyduysanız bile yapacaksanız siz bir şeyler yapın, bizden beklemeyin. Kızılay, arsız Ensar vergi ödemesin diye türlü türlü işler çevirirken ezilenler için kılını kıpırdatmaz; sadece deprem sonrasında yaşamını sürdürmek isteyenler için bağış çağrısı yapar. Bunu da duymayın. Her gün “esnek çalışma saatleri” adı altında sömürüldüğünüz işyerlerine giderken kullandığınız toplu taşıma araçlarını kullanmayın çağrısı mı duydunuz? Sorgulamayın.
İktidarın bize dediği şu: “Mutlu olmak, huzurlu bir yaşam sürmek mi istiyorsunuz? Duymayın, konuşmayın, sormayın, görmezden gelin. Akrabanızı, komşunuzu, işyerindeki arkadaşlarınızı yani siz siz yapan insanları düşünmeyin; onlar için üzülmeyin. Virüsten korunabildiğinize değil ancak onu atlattığınıza sevinebilirsiniz. Siz ezilensiniz, haddinizi bilin. Günde beş işçi ölürken bir de işe giderken size bulaşacak olan virüsten mi şikâyet ediyorsunuz? Düşünülmesi gereken bir şeyi devlet büyükleri düşünür ve gereğini yapar”.
Ama zaman, direnme zamanı. Zaman; biz ezilenlerin daha da ezilmeye çalışıldığı krizde, virüs salgınında, depremde kavga zamanıdır. Yaşamlarımızı çalanlara, çalmaya çalışanlara karşı mücadele zamanı. İktidar bizden politika yapmamamızı istediğinde biliyoruz ki yaşamlarımızı daha kolay elimizden almaya çalışacaklardır. Yaşamsal olan politiktir ve zaman, politika yapma zamanı.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.
The post Yaşamsal Olan Politiktir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Koronavirüs, Yüzeyde 17 Gün Yaşayabiliyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>ABD Hastalıkları Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC), yeni tip korona virüsünün (Kovid-19) yüzeylerde, daha önce açıklanandan çok daha uzun süre yaşayabildiğini duyurdu.
CDC’nin yeni raporunda, daha önce yüzeylerde 3 gün yaşadığı tahmin edilen virüsün, bundan 5 kat daha uzun süre canlı kaldığı belirtildi.
Uzmanlar, Japonya’daki Diamond Princess ve California’daki Grand Princess yolcu gemilerinde, tahliyelerden 17 gün sonra dahi, virüsü kapan ve hastalık belirtisi gösteren ile belirti göstermeyen yolcuların odalarında korona virüsü izleri buldu.
The post Koronavirüs, Yüzeyde 17 Gün Yaşayabiliyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Halep’te Hava Saldırısı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Suriye’nin Halep kentinin güney kırsalında Esad rejiminin yaptığı hava saldırısında bir aileden 5 kişi yaşamını yitirdi. Halep’in Talafeh, Masherfa ve Jezraya köyleri büyük hasar gördü, yaralananlar hastaneye kaldırılırken enkaz altındakileri kurtarma çalışmaları başlatıldı.
The post Halep’te Hava Saldırısı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj: Nuriye Hep Gülsün Nuriye Yaşasın appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Sabahın erken saatlerinde vardığımız Ankara’nın ayazı kemiklerimize kadar işlemişken, açlığın erittiği ama kararlı, sesi kısık ama inançlı, yüzü solgun ama tebessüm dolu bir kadın karşıladı bizi. Biz heyecandan oldukça tedirgin, o güleç; sıcacık sohbetiyle ısıttı içimizi. Saatler çabucak geçti, dakikalar hızlıca akıp gitti; dördümüz de hiç ama hiç bitmesin istedik bu karşılaşma. Bir sohbetten fazlası var diye yazmak istedik bu satırları. Bu sohbette, en çok da bir kadının her şeye rağmen yaşama isteği var. Meydan Gazetesi: Hapishanede, hastanede tutsakken birçok zorluk yaşadın. Kadın olduğun için yaşadığın zorluklar oldu mu?
Açlık eyleminin 282. gününde İstanbul’dan Ankara’ya üç kadın çıktık yola. Gidiyorduk, günlerce sokaklara “yaşasın” diye yazdığımız, “yaşasın” diye eylemlerde haykırdığımız, her geçen gün bize OHAL koşullarına rağmen direnişi unutturmayan Nuriye’nin yanına.
Nuriye Gülmen: Hayır olmadı. Kadın olmanın getirdiği birçok zorlukla baş etmek zorundayız mücadele içinde. Devrimcilik gerçekten insana çok büyük bir güç veriyor. Düşünüyorum, kadın olduğum için farklı hissettiğim oldu mu diye, olmadı. Ama şunu söyleyebilirim, tutsakken onursuz şeyler dayatıldı bana.
Tuvaletimi hücrenin içinde yapmak mesela, bir erkek için daha az onur kırıcı gibi geliyor bana. Çünkü erkeğin tuvaletini herhangi bir yerde yapması daha meşru görülür. Kadının toplumun gözünde mahremiyeti vardır. Bu uygulamanın, bir kadının üzerinde daha onur kırıcı olduğunu söyleyebilirim. Uyku da benim için mahremiyettir. Hapishanede ve hastanede uyurken erkek gardiyanların sürekli gözetliyor olduğunu bilmek oldukça rahatsız ediciydi. Gerçi kadın olmama özel değildi tam olarak, modern hapishanenin doğuşundan bu yana bütün tutsaklar için var bu gözetleme meselesi.
Sen hapishanede, hastanede tutsakken burada ve yurt dışında birçok eylem gerçekleştirildi. Seni bu günlerde heyecanlandıran, sana güç veren bir an, bir olay yaşadın mı?
Hiç tanımadığım insanlardan gelen mektuplar, o mektuplarda yazanlar, beni hayatlarının içine aldıklarını görmek mutluluk vericiydi. Tanıdığım özgür tutsaklardan gelen mektuplar, direnişin gücünü bana tekrar hatırlattı. Dışarıda Kadıköy Süreyya Operası önünden yürüdüğünüz çok kalabalık eylemler oldu. İnanamadım. O insanların bizim için sokağa çıkmış olmasına inanamadım. Bin kişi vardı herhalde, çok kalabalıktı. Sokak görünmüyor, insanlar akıyordu. Avukatlarım eylem fotoğraflarını getiriyordu, çok şaşırıyordum. Gülsüm Anne’nin gözaltına alınışı ve “Berkin’in alamadığı ekmeği Nuriye ve Semih alacak, ben inanıyorum” deyişi… Bunlar bana güç verdi. Dışarıda yapılan her eylemden güç alıyorsun.
Hapishanede bir hekimin gelip “yanınızdayız” dediği oldu. Jandarmaların boşluğuna gelmiş, içeri girmiş. Sonra bir teknisyen geldi, “Siz Nuriye Gülmen misiniz?” diye sordu. Gardiyan benden önce “yok, hayır” dedi. Ben de “evet benim” diyince teknisyen “sizi takip ediyoruz” dedi gülümseyerek. Bunlar da güç veren şeylerdendi.
2000-2007 ölüm orucu süreçlerinde öyle koyu bir sansür vardı ki, benim kaldığım Numune Hastanesi’nin hücrelerinde özgür tutsaklar hücre hücre eridiler ve kimsenin haberi olmadı. Çok koyu bir sansür vardı ve insanlar o sansürü delebilmek için hayatlarını verdiler. Mutlaka güç aldıkları bir şey vardı. Direnişin kendisinden güç alıyorlardı, haklılıktan güç alıyorlardı. Bunlardan güç almayı biliyorsan, direnişin kendisine tutunmayı biliyorsan, diğer şeyler de seni besliyor. O süreci düşündüğümde, ben şımartılmış bir çocuk gibi hissediyorum şimdi kendimi. Düşünün hücre hücre eriyorsunuz, çok büyük acılar çekiyorsunuz ama devam ediyorsunuz. En başta direnişin kendisinden, sonrasında herkesin yaptığı en ufak şeyden bile güç aldım ben.
“Örgüt talimatıyla bir gün aç kalmam” demiştin. Bir şeyleri değiştirmek, yeniden yaratabilmek için mücadele etmenin gerekliliği kaçınılmaz. Direnişe tek başına başladın, ama örgütlendi ve büyüdü mücadelen. Örgütlü olmak nasıl bir şey?
Bizim direnişimizde kişiler olarak biz çok ön plana çıktık. Ben Nuriye Gülmen, açlık grevi yapıyorum. Ancak her hafta Kadıköy’de Süreyya Operası önünde eylemler yapılıyor ve başka birçok eylem. Yurt dışında eylemler yapılıyor. Dışarıda onlarca insan sesimizi duyurmaya çalışıyor. Bunları tek başıma nasıl organize ediyorum? Tabi ki bunlar bir örgütlülük işi.
Örgütlülük deyince insanların aklına illa bir “örgüt” geliyor, ki çok da korkunç bir şey değil örgütün kendisi. Örgütlü olmak demek, daha güçlü hareket etmek demek. Çok basit, karşımızdakiler çok güçlü araçlara sahipler ve saldırıyorlar. Bunu karşılayabilmek için örgütlü olmamız lazım, başka bir yol yok. Bir insan tek başına hiçbir şeydir, biyolojik ve varoluşsal yapısı itibariyle de bu böyle. İnsan tek başına ne doğada var olabilir ne de toplumda. Bir şekilde insanlar örgütlü olmak zorundadır; bunu unutmamak lazım. Ben öyleyim, Semih de öyle. Biz örgütlü olduğumuz sürece güçlüyüz ve özgür hissediyoruz.
Nuriye ve Semih için süreç nasıl devam edecek?
Bence buna odaklanmak gerekiyor. Semih’in tahliyesinin ardından benim de bütün o işkenceden, o ortamdan çıkmış olmam, insanlarda bir zafer havası yarattı. Çünkü mahkeme, özellikle benim için, hiç bırakılmayacakmışım gibi bir hava estirmişti. Ama sonuçta beni o işkence yuvasından söküp aldınız. Evet, bu büyük bir kazanım. Semih’in ve Acun’un beraat etmesi, bunlar önemli kazanımlar. Ama bu, direnişin tamamının kazanımı değil. Biliyorum, bugün açlık grevini bıraksam, kimse niye bıraktın demez. Ama bir irade savaşı var şuan, ben de bu irade savaşında bir taraf olarak bu savaşı devam ettirecek gücü kendimde buluyorum. Direnişi sürdürmek istiyorum. Çünkü vücudumdaki bu yıkıma ve diğer her şeye rağmen direnmek, bana yaşadığımız koşullarda huzurlu olabileceğim bir ruh hali veriyor.
Çok kötü şeyler oluyor bu ülkede. Zalim bir iktidar var karşımızda, faşizm var. Ve onun uygulayıcıları, kendilerini var edebilmek için halka karşı çok ciddi bir saldırı halindeler. Hal böyleyken direnmek dünyanın en onurlu işi, herkes direnmeli.
Asgari ücretin arttırılmasını mı istiyorsunuz? Direnmelisiniz. İnsanlar sürekli şikayet ediyor. Şikayet etmekle bir yere varılmıyor ki, bir şeyler yapmalısınız. Küçücük bebekler açlıktan ya da yetersiz beslenmeden yaşamını yitiriyor. Silikozis işçilerinin hikayelerini bilirsiniz. Ben gazetede gördüğümde neler hissettiğimi anlatamam. O kadar büyük bir öfke duyuyorum ki, işte o zaman “iyi ki direnişteyim” diyorum. Etrafımızda bunlar olurken direnişte olmak, beni gerçekten rahatlatıyor. Hep öyle olur ya, siz bir şey yaparsanız, mücadele içinde olursanız “en azından bir şey yapıyorum” dersiniz.
Bizim direnişimizin iktidarı sarstığını düşünüyorum. Direnişimiz güçlü bir barikat ve ben bu barikatı bırakmak istemiyorum. Sadece işimi kazanmak için değil. Bu barikat güçlendirilmeli. OHAL sürecinde bile bin kişinin yürüdüğü bir eylem çok çarpıcı. Bunu yaratan bir barikat var. Biz o barikatın arkasından çekildiğimiz an, bütün her şey çökecek. Hakkımızı verirler bırakırız, ama o zaman da mücadeleye devam edeceğiz.
Bunu insanlara anlatmayı çok önemsiyorum. Direniş devam ediyor, 300. günlere geliyoruz. Ben 34 kiloyum ve erimeye devam edeceğim. İlelebet “Nuriye Semih yaşasın!” diyemeyeceğiz, bunu söylememizin bir anlamı kalmayacak bir süre sonra. Zaferi gerçekten kazanmak için bir şeyler yapmak zorundayız, buna odaklanmalıyız. Her hafta yaptığımız şeyleri yapmayalım, 282. gündeyiz. “Sınıra gitmeden, o bilinçle bu işi başarabiliriz” duygusuyla çalışmalıyız. Zafer yakın, zafer avuçlarımızın içinde. Bunu hissetmeliyiz.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post Röportaj: Nuriye Hep Gülsün Nuriye Yaşasın appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post California’da Büyük Orman Yangını appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>California’da çıkan orman yangınları sonucu ekim ayından itibaren en az on kişi yaşamını yitirdi, 111 bin kişi evini terk etmek zorunda kaldı. Alınan verilere göre 1000 itfaiyecinin müdahale etmesine rağmen yangın kontrol altına alınamadı ve yangın ormanın büyük bir kısmını sardı.
The post California’da Büyük Orman Yangını appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Açlık Eyleminin 232. Gününde Semih Özakça İle Röportaj appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Açlık eyleminin 232. gününde Semih Özakça ile direnişi, Nuriye ve Semih hapishanede tutsakken dışarıda yapılan dayanışma eylemlerini, NuSe sürecini, hapishanede yaşadıklarını, devletin ilk günden beri uyguladığı baskıları, zulmü ve kötülüğü konuştuk.
Önce işlerinizden atıldınız, işinizi geri istediğiniz için eylem yaptınız. Bu eylemlerde defalarca saldırıya uğrayıp gözaltına alındınız. Devlet bu gözaltılarla yetinmeyince tutuklandınız. Tüm bu yaşadıklarınızı nasıl görüyorsunuz?
İşten atılmamız bir sonuç. Baskılar, gözaltılar, işkenceler, tutuklanmamız; hepsi birer sonuç. Hepsinin bir nedeni var. Sonuç varsa neden de vardır. Neden, iktidarın halka saldırısı. Neden bu saldırı oluyor? Bu bir çelişkiden kaynaklı, egemenlerle halk arasındaki çelişkiden. Temel nokta o çelişki ve çelişkinin tarihsel bir yönü var. Tarihte birçok aşamadan geçen baskıların ve zorbalıkların her zaman sürdüğü bir sahnede, ancak bunların yöntem ve uygulamaları değişkenlik gösteriyor. Türkiye faşizmle yönetilen bir ülke ve bu gerçek her zaman vardı. Bu gerçeklikle düşündüğümüzde, böyle bir saldırıya maruz kalmamız olağandı. İşin doğası gereği böyle olacaktı. Direnişin karşılığı da daha fazla saldırı oldu.
İnsanların direnişimizi sahiplenmesi, tek başına işten atılma meselesi olarak bakmaması, sadece Nuriye Abla ve benimle yürüyen bir süreç olarak görülmemesi; işte bu gerçeklik. Herkesin sahiplenmesi ve kendi memnuniyetsizliklerinin de ifade ediliş biçimi olarak görmesi, direnişimizin meşruluğunu günden güne arttırdı. İktidarla, baskı ve zorbalıkla, katliamcılıkla mücadele edildiği gerçekliği ve farkındalığıyla süreç sahiplenildi ve böylelikle mücadele kanalı oluştu.
Direniş alanının çok kalabalık olmadığı zamanlarda, bir teyze her gün oradan geçiyor, bizi görüyordu. Arada bir bize dönüp “Yavrum sizi kim duyuyor?” diye sesleniyordu. Sonra destek büyüyüp açlık greviyle sonuçlanınca çok kalabalık olduk. O teyze sevinçle gülerek dedi ki “Başardınız ya, başardınız!” Bu artık bizim eylemimiz olmaktan çıktı.
Biz eylemimizi herkese, tek tek anlattık. Yanımızdan çok geçen giden oldu. Küçük hareketlerle, küçük eylemlerle ördük biz süreci. Eylemin büyüklüğü de o birikimden. O birikimi yaratabilmek içinse kararlı bir irade ortaya koymak gerekiyor. Bedel ödeme cüretinde olmak gerekiyor. Mücadeleye etmeye, direnmeye kararlıysa birisi, zaten o bedel ödenecektir. Bunu göze alması gerekiyor. Bunun anlık bir şey olmadığının, bir basın açıklaması yapıp gitmek olmadığının; tarihsel bir şey olduğunun herkes tarafından bilinmesi gerekiyor. Bu tarihin bize verdiği bir sorumluluksa ve bir direnişe başlamışsak, kazanımla sonuçlanması gerekiyor. En son şunu söylemeliyim: Kazandık biz. Birçok kazanımımız var. Ama neden işimizi de geri almayalım ki? O kadar bedel ödedik…
Dışarıdaki süreci takip edebiliyorduk, neler yaşadığınızı görüyorduk. Ancak içerideki durumunuza dair çoğu zaman bilgi alamadık. İçeride nelere maruz kaldınız?
O andan, tutuklanışımızdan itibaren daha da güçlendim. Çünkü kafamda daha da netleşti bazı şeyler; “Bir baskı var. Bu baskı ne için yapılıyor? Direnişi bitirmek için. Benimki inat değildi. İnadından vazgeçebilir insan. Biz ısrarcıydık. Bunu almamız gerekiyor, alacağız diyorduk. Bu bizim hakkımızdı. Bu ısrar bir düşüncenin, iradenin ürünü olduğu için, en önemlisi bir inancın ürünü olduğu için vazgeçirmeye çalışıyorlar. Bu baskılar varsa ben kazanmaya doğru adımlar atıyorum demektir.” Bu bana güç verdi. İktidarın, egemenlerin direnişe karşı yaptığı bir saldırıydı bütün süreç kısaca.
Mahkemenin tahliye kararını bekliyor muydunuz? Bu kararda ne etkili oldu?
Tahliye olmam herkes için şaşırtıcı oldu. Benim için şaşırtıcı olan kısım, tahliye olmam değildi. Ben tutuklandığımdan beri içeri, dışarı diye ayrım yapmadım. Direniş sürüyordu benim için. Hep bir bağ kurdum. Bu yüzden, tahliye olmamın olumlu veya olumsuz bir etkisi yoktu benim açımdan. Şimdi baktığımızda, tahliye olmamı direnişin bir kazanımı olarak görüyoruz tabi ki. Ancak bizim açlık grevimizin bitmesi için talebimizin gerçekleşmesi lazım. Biz şu an öncelikli olarak “Nuriye Hoca zorla müdahale tehdidi altında, serbest bırakın!” diyeceğiz, ama temel noktamız yine “Emekçilerin işlerini geri verin, KHK’ları iptal edin.” demek olmalı. Biz tutsakken işimizi verselerdi açlık grevi bitmiş olacaktı. Emekçilerin direnişi devam edecek. Dünyanın başka yerlerinde yapılan baskılara karşı da bütün halkların, dünyada emeğiyle geçinen bütün insanların direnişi devam edecek; ta ki zulüm bitene kadar, açlık bitene kadar…
Nuriye ve Semih için süreç nasıl devam edecek?
Kısa vadede ne aşamadayız? Anlıyoruz ki, Nuriye Hoca şu anda benden daha sıkıntılı bir durumda. Bu sebeple bu kadar tedirgin oldular, bir hastaneden kendilerinin daha kolay ulaşabilecekleri başka bir hastaneye götürdüler. Gerçi açlık grevinde kime ne olacağı belli olmaz. Ben de şimdi konuşuyorum ama sonra enerjim düşüyor, yorgun oluyorum. Ruh halim hep aynı, ama fiziksel açıdan değişiklikler oluyor. Sağlığımız sürekli değişken.
“Süreç nasıl ilerliyor”dan önce, “nereye kadar” sorusuna bakalım. Bir karanlık var mı ortada, var. Her türlü bedeli göze aldık dedik mi başlarken, dedik. Söylediğimiz şey neydi? İşimizi istiyoruz, talebimiz çok net, eylemimizin nihai amacı bu. Bu eylemin amacına ulaşabilmesi için mücadele etmeliyiz, Nuriye Hocanın da böyle düşündüğünü biliyorum.
Sonrasında iki tane ihtimal var. Kazandık -bunu bir yere koyalım-. Onun dışında iki ihtimal var. Birinci ihtimal, işimizi geri alırız; ki benim inandığım seçenek bu. Mücadeleye, direnişe inandığım için bana en yakın gelen seçenek.
Tabi işimiz geri verilmediğinde de kazanacağız -bunu da ayrı bir yere koyalım- ama vermediklerinde ne olur? Sakat kalacağız. O sürecin ne getireceğini söylemeyeyim, duygusal açıdan etkilenebilecek insanlar var. Ama biz kararlıyız. Bu direnişle ilgili Tayyip Erdoğan diyordu ki; “İki terörist öğretmen için dünyayı ayağa kaldırıyorlar.” Bu bizim irademiz, ne zaman bitip bitmeyeceğini kararlılığımızla belirleyeceğiz. Ben kazanacağımıza inanıyorum. Hiçbir zaman umutsuz olmamalıyız. Arada küçük yenilgiler ya da kazanımlar olsa da, nihai bir zaferimiz olacak. Haklıyız ve biz kazanacağız.
Sizinle dayanışma gösteren herkese yönelik bir baskı süreci işletildi. Adınızı telaffuz etmemizi bile yasakladılar. Bu yasaklamalara karşın NuSe diye bir dayanışma süreci örüldü. Bu süreç de dahil olmak üzere, dayanışmaların direnişe etkisi nasıl oldu?
Bir kültür yaratılmış, bir direnme kültürü. Hem de böylesi bir süreçte, böyle bir kararlılıkla herkesin ortaklaşabilmesi, iktidar açısından çok tedirgin edici bir şey. Avukatım anlattı dışarıdaki süreci. NuSe yazılamalarını, çekilen videoyu da öyle gördüm. Çok güzeldi hepsi, çok mutlu oldum. Yapanların emeğine sağlık. Uzun zamandan beri çok nadirdir bu uzunlukta bir direnişin, bu kadar inişli çıkışlı olup hala büyüklüğünü koruyabilmesi, hala insanlar tarafından yapılan eylemlerle sahiplenilmesi, birinin dayanışma için bir şeyler yapma isteği ve en önemlisi yapma gerekliliği hissetmesi çok önemli. Bir insan için bir şeyler yapabilirsiniz. Bunu birkaç kere de yapabilirsiniz. Biz bir iradeyi ortaya koyarak ve bedel ödeme cüretini göstererek o alana çıktık zaten, orada ilk gün tutuklanabilirdik, orada ölebilirdik, kafamızın kırıldığı gözümüzün morardığı oldu. Nuriye Ablayla iki ay boyunca topalladık biz. Birbirimize tutunarak yürüyorduk ama yine de gidiyorduk alana. İşte böyle bir durumda dayanışma daha önemli hale geldi, büyüdü ve biz de büyüdük.
Bize vakit ayırdığın için teşekkürler, direnişinizi dayanışmayla selamlıyoruz.
Emekçilerin direnişi devam edecek ve başka yerlerde yapılan baskılara rağmen, bütün halkın, dünyadaki bütün emeğiyle geçinen insanların direnişi devam edecek, ta ki zulüm bitene kadar, açlık bitene kadar…
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Açlık Eyleminin 232. Gününde Semih Özakça İle Röportaj appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yasemin Artık Özgür! – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>4 Temmuz’da görülen duruşmada hakimden gelen “beraat” kararı -itiraf etmek gerekir ki- herkesi şaşırttı. Şaşırdık, çünkü kadın davalarında verilen kararlar ortaydaydı: 14 yaşındaki kız çocuğuna tecavüz eden erkek “iyi hal indirimi”yle serbest bırakıldı, eşini öldüren erkek “haksız tahrik indirimi” aldı ve cezası 7 yıla düşürüldü, bunun gibi pek çok örnek… Şiddet gördüğü eşinden şikayetçi olduğunda polis “Barışırsınız” deyip eve gönderdi, cezaevinden izinli çıkan erkek eski eşini öldürdü, İstanbul’da bir kadın, polis korumasında olduğu halde eşi tarafından katledildi…
Her gün kadına yönelik taciz, tecavüz, şiddet, işkence, katliam haberleri alırken, Yasemin’in davasından gelen beraat kararı hepimiz için hem moral, hem umut oldu. Yasemin’in gördüğü şiddet ortadaydı, daha önce defalarca ölümden dönmüştü. Yediği son dayakta da durum aynıydı; eğer öldürmeseydi, ölecekti. Çocuğuyla birlikte katledilecekti. Ancak Yasemin yaşamak istiyordu. Kocasının dayağından kurtulup çocuğuyla beraber yaşamak istiyordu. Yaşamak, çocuğunu yaşatmak için savundu kendini. Yaşadı ve tutsakken bile mücadele etti.
Bu topraklarda her gün sistematik şiddete maruz kalan binlerce kadın var. Ne yazık ki hepsinin sonu Yasemin gibi değil. Kimi yaşadığı şiddete boyun eğmek zorunda bırakılıyor; kimiyse boyun eğmediği için katlediliyor. Yasemin’in özsavunmasının kendisi de, bu savunmanın ardından yürütülen mücadeleyle gelen dava sonucu da, tüm kadınlara cesaret verecek nitelikte.
3 yıldır Yasemin’in her duruşmasını takip eden kadın örgütleri, sesine ses olan, ona mektup yollayan, onunla birlikte mücadele edip bu dayanışmanın bir parçası olan tüm kadınlar, duruşmanın sonucunu görüp sevinenler; şimdi bir zaferin ortakları. Hepsi, bu mücadelenin bir parçası ve hepsi dayanışmanın gücünün farkında artık.
Bugün kazandığımız sadece bir mahkeme sonucu. Ama bu kazanım, basit bir kazanım değil. Bu, Yasemin’in kazanımı. Bu, özsavunmanın kazanımı. Bu, kadın dayanışmasının kazanımı. Bu senin, benim kazanımımız. Bu, bizim, tüm kadınların kazanımı. Adaletsizliğin kendisi olan devlete ve erkek egemen sisteme karşı koyuşumuzun kazanımı.
Biz kadınlar örgütlendikçe, dayanışmayı büyüttükçe kazanmaya devam edeceğiz. Yasemin’in duruşma sonrası kendisini bekleyen kadınlara haykırdığı gibi; “Jin, Jiyan, Azadî*!”
*Kadın, Yaşam, Özgürlük!
Nergis Şen
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Yasemin Artık Özgür! – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Soba Değil Kapitalizm Zehirledi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Küresel kapitalizmin ve devletlerin yarattığı savaştan göç eden göçmenler sokaktaki bütün zorluklara karşı yaşamlarını sürdürüyor. Göçmenler, bu zor koşullarda açlıktan, hastalıktan ve zehirlenerek yaşamlarını yitiriyor.
Konya’da bir fabrika girişindeki nöbetçi kulübesinde barınan Suriyeli 3 göçmen, ısınmak için ağzı açık boya kovasında yaktıkları odun, kağıt ve bez parçalarından sızan karbonmonoksit gazından zehirlenerek yaşamını yitirdi.
3 kişinin cenazesi otopsi için adli tıp kurumuna kaldırıldı.
The post Soba Değil Kapitalizm Zehirledi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yalınayak: “Dört Duvar Arasında Çocuk Olmak” – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Hatırlar mısınız “Bu yemek bitmeden sokağa çıkmak yok” diyen annenizin tatlı-sert kızışlarını? Ya da “Ödevlerini bitir, ondan sonra sokağa oyun oynamaya çıkarsın” tembihlerini? Çocukken annelerimizin bu tavırlarına epey sinirlenir, dışarı çıkabilmenin önkoşullarını yerine getirir getirmez, özgürlüğe koşardık evin merdivenlerinden.
Ne yazık ki yaşadığımız coğrafyada 0-6 yaş arasındaki yaklaşık 500 çocuk, anneleri izin verse dahi sokağa çıkamıyor. Anneleriyle birlikte beton duvarlar arasında tutsak olan bu çocuklar, sokağı ancak düşleyebiliyorlar.
Bakırköy Kadın Hapishanesi’nde anneleriyle birlikte hücrelerde kalan yaklaşık 40 çocuk, her sabah gardiyanlar tarafından alınarak, hapishane içerisinde bulunan “Adalet Anaokulu”na götürülüyor. Oyun parkının olduğu, çeşitli aktivitelerin yapıldığı ve “renkli duvarları” olan bu kreşe, çocuklar anneleriyle değil, ancak gardiyanlarla girebiliyor; onlar için tutsaklık sürüyor.
Poyraz Ali’nin Mücadelesi
Bakırköy Hapishanesi’ndeki çocuk tutsaklardan Poyraz Ali’nin annesi Zeynep Bakır, ortada yasal olarak “suç” teşkil eden hiçbir şey olmadığı halde, sekiz arkadaşıyla birlikte örgüt üyeliğinden ceza almıştı. Ceza Yargıtay’da da onaylanmış ve Poyraz Ali’yle Zeynep kendilerini hapishanede bulmuşlardı. Anne Zeynep Bakır, oğlunu hastaneye götürürken tutuklanmıştı. Şartlı tahliye talebi, Bakır, siyasi suç ile tutuklandığı için reddedilmişti.
Poyraz Ali henüz 4 yaşında, üstelik Atipik Otizm teşhisi konulmuş. Ama şimdiden mücadele ruhuna bürünmüş bile…
Hapishanenin içindeki kreş, Poyraz Ali’nin durumunda pek uygun değil. Kendisini kreşe annesinin değil de gardiyanların götüreceğini duyunca direnmiş; Adalet Anaokulu’na gitmeyi reddetmiş. Hücrede kalması da onun hastalığını tetiklediği için dışarıda bir eğitim kurumuna gitmesi sonunda kabul edilmiş.
Hafta içi her gün, annesi ve silahlı askerler eşliğinde X-Ray cihazlarından geçerek hapishaneden çıkan Poyraz Ali, Bakırköy’de bulunan bir okula gitmek için ring aracına biniyor. Hapishane idaresi, özel eğitim kurumunun talebi üzerine, annesinin onu okula götürmesine izin vermiş olsa da; her gün karşı karşıya kaldığı silahlı askerlerin varlığı, Poyraz Ali için süreklilik gösteren bir eziyete dönüşüyor.
Çiğ Yumurta Hakkı Bile Gasp Edildi
Poyraz Ali, küçük yaşta maruz kaldığı adaletsizliklerle kamuoyunda gündem olunca, hapishanede yasak olmasına rağmen, pişirmesi için annesine çiğ yumurta verilmeye başlandı. Bununla birlikte sadece Poyraz Ali değil, aynı hapishanede kalan diğer çocuklar da taze yumurta yiyebilmeye başladı.
Ancak Poyraz Ali’nin hapishanede yaşadıkları kamuoyunun gündeminden düştüğündeyse, hapishane yönetimi aynı uygulamalara geri döndü; bayatlamış ve kokuşmuş yumurtalar, hapishane dışından alınması engellenen oyuncaklar ve mamalar da…
Poyraz Ali, henüz 4 yaşında ve Bakırköy Kadın Hapishanesi’nde annesiyle birlikte mücadele veriyor. Kar yağdığında da havalandırmaya çıkıp kışın soğuğunu hissedebilmek, taze yumurta yiyebilmek, güneşi hissedebilmek için ve toprağa basabilmek için…
The post Yalınayak: “Dört Duvar Arasında Çocuk Olmak” – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Talan Durmuyor, “Yeşil Yol” Devam Ediyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>11 Temmuz’da “Bölgedeki yaylaları 2500 rakımda birbirine bağlamayı hedefleyen, konaklama ve turizmi geliştirme” adı altında gerçekleşecek hayata geçirilmesi planlanan talan projesi “Yeşil Yol”, Samistal Yaylası’nda yapımına başlanmıştı. İnşaat çalışmalarının başladığını duyan yerel halk, talanın gerçekleştiği bölgeye giderek direnişe başladı.
Geçtiğimiz temmuz ayının başlarında, bölgedeki yaylaları turizme açmak maksadıyla, yaylaları birbirine bağlamayı amaçlayan “yeşil yol” projesi için, Samistal Yaylasında çalışmaya başlayan iş makineleri, yerel halk ve yaşam savunucularının direnişi sonrasında durdurulmuştu.
Öte yandan, 20 Ağustos’ta şirket ağır silahlarla donanmış jandarmanın eşliğinde, tekrar çalışmaya başladı. Bölgeye giderek, makineleri tekrar durdurmak isteyen köylülere ve yaşam savunucularına jandarma saldırdı. Gerçekleşen saldırıda birçok kişi yaralandı. Saldırılara ve talana karşı ise “Fırtına İnisiyatifi”nin çağrısıyla akşam Galatasaray Meydanı’nda basın açıklaması gerçekleştirildi. Talan projesi devam ederken, bölgede halkın direnişi sürüyor.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Talan Durmuyor, “Yeşil Yol” Devam Ediyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Göçmen Hayatlar ” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Savaşın yaşamı doğrudan yok ettiği bölgeleri terk etmek zorunda kalan göçmenler, refah umuduyla gitmeye çalıştıkları Avrupa devletlerin sınırlarında hayatta kalma mücadelesi veriyor. Avrupa devletleri ise bir yandan, savaşla hiç ilgileri yokmuşçasına, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği gibi kurumlarla kurtarıcı rolüne bürünürken, diğer yanda Frontex gibi sınır polisi kurumlarıyla göçmen gemilerini batırarak katliam yapıyorlar.
Bu katliamların toplumda yarattığı huzursuzluk, kısmen Avrupa’da son dönemde yükselen ırkçılıkla, kısmen de kapitalizmin beyaz kölelerini daha fazla hırpalamaması için emek gücüne katılan ucuz göçmen emeği ile yatıştırılıyor.
Ana akım medyadaki haber ve yorumlar da kullandığı tanımla hangi işlevi gördüğünü belli ediyor. Son zamanlarda açıkça ırkçı olmayan bazı kesimlerin kullandığı göçer (migrant) terimi de, aslında genel olarak göç eden hayvan ve insan topluluklarını niteliyor. Diğer tarafın kullandığı kelime ise “mülteci”.
Avrupa’nın ahlaki mirasını aldığı Kilise ve Antik Yunan tapınaklarında bir uygulama olan iltica, devletlerin baskısından kaçan suçluların ve kölelerin “sığınması” anlamına geliyor. Yunan tapınakları kölelerin başka sahiplere satılmasını sağlarken, kilise ise bu kaçakları kendi kölesi olarak kullanmış.
Avrupa’da Yükselen Faşizm Avrupa’da göçmenlere yapılan faşist saldırılardan Romenler’in sınır dışı edilmesine gittikçe yükselen ırkçılık, artan “göçmen sorunu” ile tepe noktasına ulaştı. Nisan ayında Fransa’nın Sosyalist Partili Cumhurbaşkanı François Hollande’ın, Akdeniz’de göçmen kaçakçılığı için kullanılan botların tespit edilerek askeri kuvvetler tarafından imhası için BM Güvenlik Konseyi’ne verdiği teklif, Avrupa Konseyi’nin ilk taslağında yer alırken muhalif kesimlerden gelen tepkilerinden sonra geri çekildi. Ancak fiili durum teklif edilenden çok da farklı değil. Avrupa Komisyonunda konuşulan Akıllı Sınırlar Paketi ise fişlemenin artmasına, vize ihlalinin kolayca saptanmasına ve polise verilen kaynakların artmasına yol açacak. AB Devletleri, göçmenlere “kaçak girişi cezalandırma” gerekçesiyle baskı uygularken, “insan kaçakçığını engellemesi” dolaylı söylemiyle, doğrudan yaşamına saldırıyor.
Avrupa kapitalizmi ezilenleri en çok uzaktan sömürmeyi sever. Ancak bu sömürüyü mümkün kılan savaşın kaçınılmaz sonucu olarak yüz binlerce göçmen kapısına dayanmakta diretiyor. Kapitalizmin mülteci / göçmen yasaları ise, her zaman yaptığı gibi ezilenlerin direnişini kendi karına çevirmeye yarıyor. Göçmenler “yasadışı” olarak sınırlardan geçiyorlar ama hem an sınır dışı edilme tehlikesi altında, tüm işçi haklarından mahrum, düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalıyorlar.
The post ” Göçmen Hayatlar ” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” SANAL GERÇEK ” – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Her geçen gün oynayıcı sayısı binlere, on binlere hatta milyonlara ulaşan oyunlar… Sims, Second Life, Dota 2 ve nicesi. Matrix filminin sahnelerinden öte hayatımıza giren bilgisayar oyunları, gerçek yaşantının dışında duyuları harekete geçirmeyi, bireylerin kendilerine yepyeni bir yaşantısının kapılarını açmayı amaçlıyor.
İkinci Hayat mı, Gerçeklerden Kaçış mı?
Second Life, Snow Crash adlı bilim kurgu romanından esinlenerek geliştirilmiş bir simülasyon ortamıdır. Oyunun en önemli kuralı ise, sınırlarının olmaması. Kullanıcının yapacakları ise kendi hayal dünyası ve bu hayal dünyasının sınırlarını zorlaması üzerine kurulu.
Gerçek yaşantısından tamamen farklı olarak kurgulayabileceği bu dünyada birey, kendine bir avatar yaratır. Yarattığı bu karakter ile arkadaş edinebilir, sosyalleşebilir. Oyunun diğer kullanıcıları ile (oyundaki avatarlar ile) iletişime geçebilir, iş kurabilir, para kazanabilirler. Oyunda kullanılan para birimi ise Linden doları. 262 Linden doları 1 dolara denk düşer. Ayrıca kullanıcılar oyunda kazandıkları parayı gündelik yaşantılarında kullanabilir, hatta bu sayede “zenginleşebilir”.
Başlangıçta ABD, İngiltere Brezilya gibi devletlerde kullanıcı sayısı milyonları aşan oyunun; şimdi ise dünya genelinde yaklaşık on milyon kullanıcısı bulunmaktadır. Bir oyun kullanıcısı “Eğer akıl sağlığınız yerinde değilse, her anlamda bir yetişkin değilseniz, bu oyun sizi çok çabuk etkisi altına alır ve gerçeklik iskemlenizi altınızdan çeker.” diyerek tanımlıyor Second Life’ı.
Bir oyundan ziyade sanal gerçeklik olarak tanımlanan bu simülasyon sistemleri sayısı milyonları aşarken sanal gerçek ve “gerçeklik” kavramları, sorgulamak gereken bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Sanal Gerçeklik Nedir?
Sanal gerçeklik, gerçek dünyaya özgü bir durumun bilgisayarlar tarafından yaratılmış üç boyutlu simülasyonudur. Kullanıcı, yaratılan bu simülasyon ortamını üzerine giydiği çeşitli aygıtlarla duyusal olarak da algılar. Ve bu aygıtlar sayesinde simülasyon ortamını denetler. Bu sistemin tümü, sanal gerçeklik (virtual reality) olarak tanımlanır.
“Gerçeğin yeniden inşası” olarak tanımlanan bu sistemler yoğunluklu olarak 90’lı yıllarda kullanılmaya ve geliştirilmeye başlanmıştır. Simülasyon sistemlerinin gelişiminden önce, 1940’ta ilk denemeleri başlayan yapay zeka, II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Enigma makinesinin algoritmasını çözmek amacıyla kullanılmaya ve geliştirilmeye başlanmış, 70’li yıllarda Microsoft, Apple, IBM gibi büyük şirketler, bu sistemleri geliştirmeye devam etmiştir.
2000’li yıllara gelindiğinde özellikle bilgisayar oyunlarında rastladığımız sanal gerçeklik “ikinci dünyanın vaadi” olarak bireylere sunulurken, yaşamın her alanında kullanımının artması üzerine çalışmalar sürdürülmektedir. Özellikle eğitimde kullanılması, “yeni dünya”nın ayak seslerine kulak vermek adına kritik bir noktada durmaktadır.
Eski Dünya, Yeni Dünya
Medya felsefesine ilişkin teorileri ve sosyolojik tespitleriyle nam salan Jean Baudrillard simülasyon sistemlerine farklı açıdan bakabilmek adına önem taşıyor. Simülasyonların sadece bilgisayarlar tarafından yaratılmadığını söylerken, bugün televizyonlarda sürekli reklamlarını gördüğümüz Disneyland’den yola çıkarak simülasyonlara dair teorilerini ortaya koyuyor. Ona göre; korsanlar, canavarlar gibi gerçek dünyada olmayan şeylerden oluşan bu büyük oyun, aslında sistem içerisindeki görevini başarıyla yerine getirmektedir. İnsanları Disneyland’e çeken şey, Amerika’nın minyatürleştirilmiş şekline benziyor oluşudur. Disneyland’de otomobil otoparka park ediliyor ve birey kendini bin bir çeşit oyuncağın karşısında buluyor. Bu oyuncakların verdiği hazzın yanı sıra dışarıdaki hayatın aksine, içeride büyük bir sıcaklık, sevecenlik ve gülümseyen suratlar olmasıdır. İçerdeki kalabalıkla otopark ise büyük tezatlık içerisindedir. İçerideki binlerce çeşit oyuncak; insanları nehir gibi oradan oraya sürüklerken, dışarı çıkan insan yalnızlığına, gerçek yaşamdaki oyuncağına, yani otomobiline dönmektedir.
Öncede halüsinasyon olarak tanımlanan sanrı, sanal gerçekliğin “gerçekliğini” yoğunluklu olarak açıklayabilmek adına oldukça etkili bir kavram. Sanrı “dış gerçekliğe ilişkin hatalı bir çıkarımın gerçekte varlığını iddia etme ve aksini kabul etmeme durumu” olarak tanımlanır. Sanal gerçekliğin bireyler ve toplumlar üzerindeki etki alanı da gerçekte var olmayan durumları varmış gibi göstermek, hissettirmek ve yeni bir gerçeklik yaratmak üzerine kuruludur. Sanal gerçeklik yalın gerçekliğe ne kadar yakınlaşırsa o kadar başarılı sayılır. Gerçekleştirilmek istenen düşler, durumlar mevcut olan gerçekliğe sığmaz. Bu yüzden hep mükemmele ulaşma, mükemmeli hayal etme güdüsü taşır. Ve bitmek bilmeyen bir döngü oluşmuş olur.
Bireylere “ikinci bir hayat” vadeden sanal gerçekliğin yaptığı; bireyleri mevcut gerçeklerden uzaklaştırmak, mevcut gerçekleri görmezden gelecek hale getirmektir. Sistemin yarattığı dünyada, sistem içerisinde görmek istediklerini gören birey; gittikçe mevcut gerçeklikten uzaklaşmakta, kopmakta ve yalnızlaşmaktadır. Böylelikle de sistem kendini koruma altına almakta ve bireylerin düş dünyasına saldırarak yaşayamadıkları gerçekliğin bir tesellisini sunmaktadır.
Bireyin kendini kaptırdığı bu yeni dünya; var olan dünyadan, yani eski dünyadan kurtuluş değil, sistemin sağladığı seçenekleri takiben yapılan sahte bir kaçıştır.
Ece Uzun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” SANAL GERÇEK ” – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>