The post Dünya’nın Yüzde 1’lik Kesimi Dünya’nın Yüzde 82’sini Sömürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>II. Dünya Savaşı’nın son yıllarında kurulan İngiliz yardım kuruluşu Oxfam, dünyadaki milyarder patlaması ve gelir adaletsizliğine dikkat çektiği raporunu açıkladı.
Dünya Ekonomik Forumu öncesinde “Çalışmayı ödüllendir, zenginliği değil” adlı raporunu açıklayan Oxfam, dünyanın en varlıklı yüzde 1’lik kesiminin geçen yıl yaratılan küresel servetin yüzde 82’sine sahip olduğunu, ancak nüfusun en yoksul yüzde 50’sini oluşturan 3.7 milyar kişinin ise bu pastadan hiçbir pay alamadığını vurguladı.
Rapora göre, 2010 yılından bu yana milyarderlerin serveti sıradan çalışanlara göre altı kez daha hızlı büyürken Mart 2016 ile Mart 2017 arasında her iki günde bir yeni bir milyarder ortaya çıktı ve milyarderlerin sayısı rekor bir seviye olan 2043’e ulaştı.
Davos’taki zirveye katılacak olan Oxfam’ın direktörü Winnie Byanyima yaptığı açıklamada “Milyarder patlaması gelişen bir ekonominin işareti değil, başarısız olan ekonomik sistemin belirtisidir” dedi.
GENEL MÜDÜRLERİN 4 GÜNLÜK MAAŞI İŞÇİNİN ÖMÜR BOYU KAZANDIĞINA EŞİT
Rapora göre, dünyanın en büyük beş moda markasının genel müdürlerinin maaşlarının sadece dört günlük toplamının Bangladeş’teki tekstil işçilerinin bir hayat boyu kazandığından daha fazla olduğu açıklandı.
Byanyima “Kıyafetlerimizi yapan, telefonlarımızı monte eden ve yiyeceklerimizi yetiştiren insanlar, istikrarlı bir şekilde ucuz mal tedarikini sağlamak için istismar ediliyor ve şirketlerin ve milyarder yatırımcıların kârlarını arttırıyorlar” dedi.
(Deutsche Welle Türkçe)
Bu durumda Dünya’nın en zengin yüzde 1’lik kesimi, Dünya’nın yüzde 82’lik üretimini çalıyor. 2043 kişi milyarder, 3.7 milyar kişi yoksul.
The post Dünya’nın Yüzde 1’lik Kesimi Dünya’nın Yüzde 82’sini Sömürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Suriyeleşme Pakistanlaşma” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Mart ayının sonlarına doğru Pakistan’ın Lahor kentindeki bir lunaparka düzenlenen bombalı saldırıda, çoğunluğu çocuk ve kadın olan toplam 70 kişi yaşamını yitirdi. Saldırıyı Pakistan Talibanı’na bağlı Cemaat-ul Ahrar üstlendi. Selefi-cihatçı grupların düzenlediği bu ve buna benzer katliamların, artık Pakistan coğrafyasının rutini haline geldiği söylenebilir. Bunda da en büyük neden, Pakistan devletinin izlediği politikalar.
Çoğunluğu yoksul yaklaşık 200 milyonluk nüfusu ve elinde bulundurduğu nükleer silahlarla Pakistan devleti, bölgesel çapta bir süper güç. Pakistan, işte tam da bu “özgüvenle”, özellikle 1980’lerin başlarında, etnik ve siyasal anlamda zaten fazlasıyla karmaşık olan coğrafyasında, bir takım dengeleri değiştirmeye soyundu. Afganistan’ın SSCB tarafından işgal edilmesiyle ABD tarafından devreye sokulan ve komünizm tehdidine karşı İslami akımları desteklemek şeklinde özetlenebilecek “Yeşil Kuşak” doktrininde Pakistan kilit bir devletti. Pakistan bu süreçte Afganistan’daki SSCB karşıtı mücahitleri (yazının girişinde bahsi geçen katliamın faili Taliban başta olmak üzere) desteklerken, nihai amacı ise burada kendi himayesinde İslami bir yönetim kurmaktı. Bu anlamda Afganistan’da savaşacak selefi cihatçılar için sınırında “açık kapı politikası” uyguladı. İstihbarat servisi aracılığıyla, cihatçılara eğitim verdi. Tüm bunları yaparken en büyük destekçileri ise ABD ve Suudi Arabistan idi. Pakistan’da Lahor’daki katliam benzeri saldırıları adeta yaşamın normal seyrinde bir sıradanlığa çeviren süreç, bizzat devlet tarafından, işte böyle adım adım örüldü.
Benzer devlet politikalarıyla, coğrafyamızda Pakistanlaşma sürecini de bizler yaşıyoruz. Sultanahmet, İstiklal Caddesi bombalamaları ve sonrasında devlet yetkililerinden gelen açıklamalar, toplumu benzer saldırılara hazırlama yönünde adeta. Ancak işin trajikomik yanı ise olası saldırıların toplum olarak ön bilgisini, Alman ve ABD konsolosluklarından alıyor oluşumuz. Devlet erkanı tutturduğu “güvenlik zafiyeti yok” teranesinden milim sapmamışken; durum, burnundan kıl aldırmayan devlet kibrine takdirlik(!) bir örnek.
Oysa hayaller büyüktü TC için, özgüven de bir o kadar yüksekti. Cihatçı örgütler eliyle Suriye’de rejim değişecek, Neo-Osmanlıcı politikalar tıkır tıkır işleyecekti. Olmadı. Suriye’de rejimin -en azından kısa vadede değişmeyecek biçimde- kalıcı olduğunun anlaşılması, TC’nin elini bir kademe düşürdü. Bu kez, henüz hala “kullanışlı olan” cihatçı örgütler, Kürtler ve muhaliflerin üzerine salındı. Pirsus ve 10 Ekim Ankara katliamları ile hayata geçirilen plan buydu. Bu planın da süresi doldu, bizzat kendileri yapıyorlar şimdi daha büyüklerini. Şimdilerde de, küresel devletlere dönük değerli yalnızlık böbürlenmelerinden, “Suriye’de bizi niye yalnız bıraktınız” sızlanmalarına geçildi.
Devletin kolluk güçlerinin “eskort”luğunda sınırlardan geçirilen cihatçılar… Onlara eskortluk yapan, aynı devlet birimlerinin mühimmat geçişlerindeki rolleri… Olan bitenin adı da baştan konmuş “Şii rejimlere öfkeli gençlere” destek…
Desteğin ulaşılabileceği boyutun bir evresinde ise, devletin en tepesinden gelen, IŞİD’in bir ton açığı An-Nusra’nın neden desteklenmediği serzenişi…
Tüm bu içi boş ve bedeli bizlere katliamlarla ödetilen politikalarının somut sonuçları ise Pakistan benzeri bir bumerang etkisi. Şimdilik Pakistan coğrafyasındaki kadar sıradanlık arz etmese de Sultanahmet ve İstiklal Caddesi’nde patlayan bombalar, IŞİD başta olmak üzere cihatçı örgütlerin “kullanım süresinin” dolmaya başladığını gösteriyor. Pakistan-Afganistan-Suriye-TC hattında yaşanan bumerang etkisi ise İstiklal Caddesi patlamasıyla devlete yakın medya kalemşorlarınca “bombalara alışmalıyız” diye sıradanlaştırılmak isteniyor.
The post “Suriyeleşme Pakistanlaşma” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>