The post Antalya’da Yolsuzluk Açığa Çıktı: 53 Liralık Dubalara 1050 Lira Ödenmiş appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Menderes Türel döneminde Yap-İşlet-Devret usulüyle yaptırılan ve Alkoçlar A.Ş.’ye devredilen Konyaaltı Sahili işletmesi, uğranan kamu zararından dolayı Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından 20 Ocak 2020’de iptal edilmişti.
Alkoçlar A.Ş. ise bu karara karşı yargı yoluna başvurmuştu. Gazete Duvar’ın haberine göre Konyaaltı Sahil Projesi’ndeki yolsuzlukları kamuoyuyla paylaşmak için kameralar karşısına geçen Muhittin Böcek, sözlerine şöyle başladı:
“Yapılan incelemeler ve Sayıştay 2018 Denetim Sonuç Raporu, İçişleri Bakanlığı Özel Teftiş Raporu, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Milli Emlak Daire Başkanlığı tespitleri, Büyüşehir Belediyesi İç Denetim Birimi ve ilgili daire başkanlıkları raporları sonucunda 20 Ocak 2020’de ranta ‘dur’ dedik.
İki defa 129 milyon TL bedelle Yap-İşlet-Devret modeliyle ihaleye çıkılan ve daha sonra belediye tarafından 254 milyon TL’ye tamamlanan Konyaaltı Sahil Projesi’nden elde edilen kira geliri, bırakın yapılan 254 milyon TL’lik yatırımı karşılamayı, işletme giderinin bile altında kalarak, iki yılda 15 milyon 19 bin lira zarara yol açmıştır. Sizlere, vereceğim birkaç örnekle paralarımızın nerelere harcandığını göstermek isterim.”
Konyaaltı Sahil Projesi’nde kullanılan malzemeleri/ürünleri dört örnek üzerinden tek tek açıklayan Muhittin Böcek’in verdiği bilgilere göre, 2020 yılında birim fiyatı 53,10 TL olan beton duba 1.050,20 TL’den 1.751 adet, 9 bin 440 TL olan olan arı figürlü bitki heykeli 80 bin 240 TL’den 4 adet, 13 bin 393 TL olan sokak antrenman parkuru 619 bin 500 TL’den 1 adet, 1.475 TL olan oyun elemanı 34 bin 839,50 TL’den 9 adet alındı ya da yaptırıldı.
Sadece bu dört malzemede/üründe belediyenin yaklaşık 3 milyon TL zarara uğratıldığını belirten Böcek, daha önce de Yap-İşlet-Devret usulüyle ihaleler yapıldığını ancak bu ihalelerde hem yatırım gerçekleştirildiğini hem de işletme devrinin 10 yıl ile sınırlandığını belirtti.
Konuşmasının sonunda belediyenin 20 Ocak verdiği kararın yürütmesinin mahkeme tarafından durdurulmasına da değinen Böcek, kendilerine henüz resmi bir yazının gelmediğini, o yüzden ellerindeki bilgi ve belgeleri mahkemeye sunamadıklarını, verecekleri cevaptan sonra da mahkemenin vereceği karara güvendiklerini belirterek sözlerini tamamladı.
The post Antalya’da Yolsuzluk Açığa Çıktı: 53 Liralık Dubalara 1050 Lira Ödenmiş appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Suudi Prenslere Mal Varlıklarına Karşılık Özgürlük Teklifi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İngiliz Financial Times gazetesinin yaptığı habere göre Suudi Arabistan devleti, gözaltında bulunan prens ve iş adamlarına mal varlıklarının %70’ini devletin kasasına koymaları karşılığında özgürlük teklifinde bulunmuş.
Bazı iş adamlarının teklifi onayladığı ve mal varlıklarınınn Riyad’ a devredildiği söyleniyor.
The post Suudi Prenslere Mal Varlıklarına Karşılık Özgürlük Teklifi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Suudi Prens Çatışmada Öldürüldü appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Eski bir FBI ajanı olan Ali H. Soufan’ın Twitter üzerinden yaptığı bir açıklamaya göre Suudi Arabistan’ın eski kralı Fahd’ın oğlu 44 yaşındaki prens Abdülaziz bin Fahd, korumaları ve tutuklamaya gelen polisler arasında çıkan çatışmada öldürüldü.
Abdul Aziz is confirmed dead. He was 44 years old. Earlier, Mansour son of the former crown prince Muqrin was also declared dead. https://t.co/IsUyU896o4
— Ali H. Soufan (@Ali_H_Soufan) 5 Kasım 2017
The post Suudi Prens Çatışmada Öldürüldü appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Erdoğan’a %10.7 Zam appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Erdoğan’a %10.7 Zam appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Rosatom, Mitsubishi, Areva Nükleerci Şirketler Yanıbaşımızda! ” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
1987 ile 2013 yılları arasında İNES verilerine göre dünyada 611 nükleer “kaza” yaşanmıştır. Bu vakalar kaşla göz arasında örtbas edilirken, bunlardan sorumlu olan şirketler ve devletler her seferinde bir şekilde aklanmıştır. Rosatom, Areva ve Mitsubishi gibi şirketler ve Türkiye, Rusya, Fransa ve Japonya gibi devletler de yaşadığımız topraklar üzerinde Mersin ve Sinop’ta benzeri çalışmalar içerisinde. Adı geçen şirketlerin ve devletlerin tarihlerindeki katliam ve yolsuzluklara bakmanın, kimlerle karşı karşıya kaldığımızı görmek ve nasıl mücadele etmemiz gerektiği konusunda yol gösterici olacağını düşünerek hazırladığımız araştırmayı sizlerle paylaşıyoruz
Rosatom’a Güvenmek
19 Mart 2015 günü, Akkuyu’da nükleer santrali yapacak olan Rus devlet şirketi Rosatom’un başkan yardımcısı Milko Kovachev, “Rus tasarımı nükleer santrallerin depremlerde yıkılmayacağını ve hatta 400 tonluk bir uçak çarpmasına karşı dayanıklı” olduğunu söyledi. Fakat söylemediği bir şey vardı! Bundan yıllar önce Sovyetler Birliği yetkilileri Çernobil’de kurulacak olan nükleer santral hakkında gazetelere şöyle demeçler veriyorlardı: ”Nükleer santrallerimiz çok güvenli, öyle ki Kızıl Meydan’a bile bir tane yapılabilir, bir semaverden daha zararsızlar. Yıldızlar gibiler, onlarla bütün dünyayı aydınlatacağız” Hikayenin sonrasını hepimiz biliyoruz. Ve ne büyük bir tesadüftür ki, Çernobil’i inşa eden ve işleten şirket, bugün Akkuyu’da nükleer ihalesini alan Rus devlet şirketi Rosatom’dur!
Çelyabinsk Katliamı
1957 yılında, yine Rusya’nın Çelyabinsk kentinde “zenginleştirme” esnasında oluşan radyasyonlu atıklar, çevredeki nehirlere boşaltılır. Bununla beraber, bu sızıntı yıllarca devam eder. Çevre köylerden kimileri boşaltılır. Birçok insan kanser olur ya da bu sızıntıya bağlı bir şekilde yaşamını yitirir. Bu durum, ancak 90’lı yıllara geldiğinde aydınlığa kavuşturulur. Çelyabinsk’te nükleer aktiviteler halen devam etmektedir. İşin ilginç yanı tesadüfler devam etmektedir bu işin arkasında da Rosatom vardır. Ayrıca Leningrad Nükleer Santrali’nde 1975, 1992, 2005 ve 2009 yıllarında irili ufaklı birçok “kaza” yaşanmıştır. Şirketin söz konusu santralle doğrudan ve dolaylı ve olarak birçok bağlantısı vardır.
Yolsuzluklar, Rüşvetler, Uluslararası İlişkiler
Rosatom, Rusya’da ve iş yürüttüğü her yerde, adı rüşvet ve yolsuzluklarla anılan bir şirket. İddiaların gelip dayandığı son nokta ise “santral yapımında kullanılan malzemelerin kalitesiz olması” ve “ santrallerde kullanılan atıkların akıbeti”. Çünkü şirket, stratejisi gereği işi ucuza kapatmak için “malzemeden” çalıyor ve tüm nükleercilerin ortak sorunu olan “atık” meselesini de rüşvet ve dalavere ile çözmeye çalışıyor.
Halihazırda, en güvenlisi bile potansiyel bir ölüm makinesi olan nükleer santrallerin, ROSATOM gibi şirketlerin elinde bir derece daha tehlikeli olduğu aşikar. Diğer yandan santral işlerinin bir kısmını alan Cengiz İnşaat’ın, başta 1 milyar 50 milyon dolar olarak verdiği teklifi, işi kapmak için 394 milyon dolara indirerek alması ise hem Rosatom’un hem de taşeronları olan şirketlerin güvenilirliği konusunda adeta “yüreğimize su serpiyor!”
Bir diğer nükleer projesi ise Sinop’ta. Buradaki santrali ise, Japon Mitsubishi Heavy Industries ve Fransız Areva şirketlerinin oluşturduğu konsorsiyum yapıyor. Söz konusu şirketler farklı alanlarda faaliyet yürüten oldukça büyük güçler olduğu için, kötü kokuları da aynı ölçüde burnumuzu sızlatıyorlar!
Areva: Nükleerin ABC’sini Yazan Şirket
Areva, 2001 yılında kurulmuş çok büyük bir nükleer şirketi, şirketin hisselerin tamamına yakını Fransa devletine ait. Şirket nükleer adına ne varsa, o alanda faaliyet yürütüyor. Aynı zamanda dünyanın en büyük ikinci uranyum madeni üreticisi durumunda. Özellikle dünyanın fakir bölgelerinden biri olarak geçen Nijer’de maden faaliyetlerini sürdüren şirket, burada da adeta “yaşam düşmanı” olarak karşımıza çıkıyor.
Areva- Verladung Gondeln, Global Tech I- BLG- Hochtief 15.8.13 Hem Nükleerci Hem Rüzgarcı Yazıda bahsi geçen şirketlerin, nükleer işi ile beraber rüzgar ve güneş enerji santralleri yapyor olması ise oldukça ilginç. Özellikle Areva ve Mitsubishi’nin bu alanda önemli çalışmaları bulunuyor. Ölüm olarak anılan “nükleer” ile yaşam olarak anılan rüzgar ve güneş enerjilerinin aynı el tarafından yapılıyor olması, bu sürdürülebilir enerjiyi pazarlamaya çalışanların yaşamı ne kadar düşündüğünü açıkca gösteriyor.
Şirket nükleer silahların yapımında kullanılan plütonyum’un (MoX) en büyük üreticilerinden biri. Her ne kadar bu maddenin nükleer silah yapımı için kullanılmadığı söylense de kimse bunun garantisini veremiyor. Dünyanın birçok yerinde faaliyet yürüten şirketin, sadece ABD’de, 2005 yılında yürüttüğü lobicilik faaliyetlerine 1 milyon dolar, 1998-2005 yılları arasında da toplam 4.5 milyon dolar harcadığı biliniyor. Nükleer çalışmalarına “ikna etme” ihtiyacı hissettiği için lobicilik yapan şirket aynı zamanda, tesislerinde yaşanan irili ufaklı birçok “kaza” için de, “saklama” ihtiyacı hissediyor. 12 Eylül 2011 tarihinde Marcoule Nükleer tesisinde bir patlama meydana gelmiş, 1 kişi yaşamını yitirirken 4 kişi de yaralanmıştı. Şirket yaşanan bu durumun “nükleer değil endüstriyel bir kaza” olduğunu söylese de, tesiste neler yaşandığı hala gizemini koruyor.
Bütün bunlarla beraber, geçen günlerde şirketin Normandiya Flamanville’deki EPR tipi reaktörünün kusurlu olduğu ortaya çıktı. Benzer bir şey Finlandiya’da aynı tip reaktörün “kaynak kalitesi” açısından uygunsuz olması nedeniyle eleştirilmişti. Areva’nın Mitsubishi ile ortak üreteceği reaktör tipi ise diğerinden farklı. İlk olarak Fransa’da işlemesi planlanan reaktör, Fransa’nın projeyi iptal etmesi ile ilk defa yaşadığımız topraklarda denenecek. Bu arada Rosatom’un Akkuyu’da kullanacağı reaktörün de ilk defa burada denenecek olması düşündürücü.
Mitsubishi: Dünyanın En Büyük Silah Üreticilerinden Biri
Fukuşima’da yaşanan nükleer facianın ardından Japonya devleti, ülkedeki nükleer santralleri tartışmaya başladı. Japonya devleti, toplumun tepkilerinden dolayı yüzünü sözüm ona “yenilebilir enerji”lere ve doğalgaza dönerken, elindeki nükleer olanakları ise büyük enerji kartelleriyle beraber başka coğrafyalara ihraç etmeye uğraşıyor. Japonya devleti ile Mitsubishi, Hitachi ve Toshiba gibi devasa şirketlerle beraber dünyanın dört bir yanında nükleer çalışmalarını sürdürüyor.
Dünyanın en büyük 100 silah üreticisi arasında yer alan Mitsubishi, otomotivden gıdaya, bankacılıktan sağlık sektörüne kadar birçok alanda varlık gösteriyor. Bir yandan nükleer reaktör üreten, öte yandan gıda işi yapan bir şirketin güvenilirliği bir yana, işi insan öldürmek için silah üretmek olan bir şirketin nükleer işine girmesi ise oldukça ironik. Anlaşılan Mitsubishi ve diğer silah sanayicileri insanları öldürmek için daha kolay bir yol bulmuşlar: Nükleer santral inşa etmek!
Bugün Sinop’ta Areva ile beraber nükleer santral inşasını yapacak olan Mitsubishi, bu işin ehli olanlardan. Öyle ki, Sinop’ta denenecek olan reaktör, Fukuşima’da patlayan reaktörün daha gelişmiş bir versiyonu. Reaktörün ilk defa Sinop’ta denenecek olduğunu düşünürsek, ne kadar “gelişmiş” olduğunu bu coğrafyanın yakınındaki diğer yerlerin yaşayanları olarak zaman içinde göreceğiz.
Evet, büyük bir tehlike ile karşı karşıyayız. Ama karşılaştığımız tehlike yukarıda bahsi geçen “şirketlerin” kötü olması ile alakalı değil; bahsi geçenlerin devlet ve şirket olmaları ile alakalı. Emin olun yukarıdaki isimleri değiştirip yeni bir yazı yazmaya niyetlenseniz belki yerler ve zamanlar değişir, fakat facialar baki kalır.
Özgür Erdoğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Rosatom, Mitsubishi, Areva Nükleerci Şirketler Yanıbaşımızda! ” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Tarihteki Yavuz Hırsızlar ” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>1964’ten bu yana bir eski başbakanın(Mesut Yılmaz) ve 15 eski bakanın yargılandığı Yüce Divan’a giden yol, 17 Aralık Yolsuzluk Operasyonu yargılamasıyla birlikte dört eski bakanın adını da coğrafyanın siyasi tarihine kazıdı. Eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, Eski AB Bakanı Egemen Bağış, Eski İçişleri Bakanı Muammer Güler ve Eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın da karıştığı yolsuzluk dosyası kapsamında, bu dört ismi “yargılayabilecek” tek mekanizmaya ulaşabilmek için girişilen çabada, 20 Ocak gecesi, yıllar boyu unutulmayacak bir siyasi skandalın, belki de son aşaması sergilendi meclis salonlarında. 9 ay süren tartışmaların sonunda gerçekleştirilen ve 11 saat süren Yüce Divan görüşmeleri sonunda, “devletin adaleti” bakanlarını aklasa da, bu son aşamada muhalefet kanadı dışında AKP’den de gelen “yargılamanın kabulü” oyları, iktidar partisi içindeki “rüşvetten rahatsızlığı” açığa çıkardı.
Zafer Çağlayan’ın Yüce Divan’a çıkarılmasına dair yapılan oylamada 27 fire veren AKP, Muammer Güler’e ilişkin 44, Zafer Egemen Bağış oylamasında ise 48 fire verdi. İktidar partisinin meclisteki koltuk sayısı hesaba katıldığında, toplamda 50’ye yakın fire veren AKP içindeki bu “çatlak”, AKP’li siyasetçiler tarafından “ihanet” olarak adlandırılıp, Haziran ayında üç dönemi dolacak 72 milletvekili “makul şüpheli” olarak işaret edildi. Ana muhalefet ise, oylamada verilen fireleri “iktidar içindeki çatlağın ilk sinyali” olarak adlandırdı.
Mecliste yapılan oylama, yalnızca oy oranları ya da sonuçlarıyla değil, aynı zamanda oylama esnasında salonda yaşananlar, eski bakanların “özgüvenleri” ve gerçekleştirilen protestolar ile de siyasi tarihe kazınacak gibi görünüyor. Eski bakan Erdoğan Bayraktar’ın mecliste yaptığı konuşmada “Beni sevin, sevgiye ihtiyacım var” sözleri, eşine az rastlanır bir “siyasi af” örneği sayılabilecek nitelikteyken, öte yandan oylama salonunda gerçekleştirilen “hadisli protestolar” da Yüce Divan’a “gitmeyen” bu yolun unutulmayacak görüntüleri olarak yansıdı ekranlara. Sonradan öğrenildiği üzere CHP’li bir milletvekili tarafından oy kupasına atılan 50 liranın ise, meclis başkanvekilinin yaptığı konuşmayla “hazineye gönderileceğinin” açıklanması ise, dört eski bakanın yaptıkları yolsuzluklar sebebiyle oylandığı gecenin en ironik diyaloglarının yaşanmasına sebep oldu.
Resmi belgede sahtecilik, rüşvet, nüfuz ticareti, görevi kötüye kullanma gibi birçok suçlamayla karşı karşıya olan dört eski bakanın aklandığı bu yolu takip ederken, aslında dikkat edilmesi gereken başka bir nokta çıkıyor karşımıza: Artık neredeyse bir meslek koluna dönüşmüş, yaşandığı hemen her coğrafyada devlet garantörlüğüne alınmış, meşrulaştırılmış bir “ticaret yöntemi olan yolsuzluk”.
“Özel çıkarlar için kamu gücünün kötüye kullanılması” olarak tanımlanan yolsuzluk, alt başlıkları, uygulanabilir farkı yöntemleri ve kullandığı araçlarla, artık profesyonel bir “çalışma alanı”na dönüşmüş durumda. Tarihteki ilk yolsuzluk örneklerinden sayılabilecek Sümer Okul Günlükleri’nden, rüşvetle ilgili ilk hükmün verildiği Hamurabi Kanunları’ndan bugüne, yolsuzluk yöntemlerinde ve araçlarında gelişmeler olsa; yolsuzluğu yapanın da, buna göz yumanın da pozisyonu neredeyse aynı olsa da; iktidarların yıllar boyu kendi çıkarları uğruna geliştirdiği yolsuzluk yöntemlerine ve farklı biçimlerine göz gezdirmekte fayda var.
Bir Başbakanın Düşüşü: Türkbank Yolsuzluğu
İlk kez bir başbakanın Yüce Divan’a gitmesiyle sonuçlanan Türkbank yolsuzluğu, 55. hükümetin düşüşünün sebebi oldu. Türkiye’de özel sektör tarafından kurulan ilk banka olan Türk Ticaret Bankası, o dönemlerde “önlenemez yükselişi”yle dikkat çeken işadamı Korkmaz Yiğit’e satıldı. Ancak Alaattin Çakıcı’nın da devreye girdiği satıştan kısa bir süre sonra, ihale iptal edildi.
1998 yılında Korkmaz Yiğit’in, dönemin başbakanı Mesut Yılmaz ile yaptığı telefon görüşmelerinin yer aldığı “İtiraf Kasedi”nin yayınlanması sonucu, ANAP-DSP-MHP koalisyonu yıkıldı ve Mesut Yılmaz “ihaleye fesat karıştırmak”tan Yüce Divan’a gönderildi.
Çok sayıda gazetecinin ve siyasetçinin de ifadelerinin alındığı bu soruşturma sonucunda Yılmaz, suçlu bulundu. Görevinden istifa eden Mesut Yılmaz, 1999 genel seçimlerinde partisinin yaşadığı büyük oy kaybına rağmen DSP-MHP-ANAP koalisyonunda yer alarak Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı oldu.
Rant, Talan, İmar Yolsuzluğu DALAN
“Her taraf yemyeşil alan, bilhassa Bedrettin Dalan” sözleriyle bir dönem kuşağının hafızlarına kazınan bu isim, İstanbul üzerinde şekillenen rant politikalarının uygulayıcısı ilk isimlerden.
Anavatan Partisi’nin kurucularından olan Bedrettin Dalan, 1984 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevine getirildi ve bu tarihten itibaren de yedi tepeli şehir üzerinde yükselecek olan rant projelerinin mimarı oldu. Başkanlığı döneminde Üsküdar sahilini imara açan, yıllar boyu sürecek bir siyasi kavgaya rağmen Gökkafes’i inşa eden, Unkapanı’ndaki meyve-sebze halini Bayrampaşa’ya, Anadolu yakasında bulunan hali ise İçerenköy’e taşıyan Bedrettin Dalan, şehrin altını üstüne getirdiği imar hareketliliğiyle dikkat çekti.
Gündeme gelen imar yolsuzluğu soruşturmaları ardından, Dalan hakkında hazırlanan 35 dosya, 1986’da kurulan Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu’na gönderildi. Hakkındaki suçlamaların ve soruşturmaların ardından yurtdışına kaçan Bedrettin Dalan hakkında, 30 Aralık 2011 tarihinde, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından, İstek Vakfı malları hariç, Türkiye’deki bütün mal varlığına, hak ve alacaklarına el konulmasına karar verdi.
Bedrettin Dalan’ın 1986-88 yılları arasında başlattığı Tarlabaşı yıkımları ise, bugünkü Tarlabaşı Bulvarı’nın ve hatta Taksim Yayalaştırma Projesi’nin de zemini oldu.
İSKİ Yolsuzluğu
İSKİ Genel Müdürlüğü’nün ihalelerini, paravan olarak kurduğu şirketlere vermesi ve bu ihalelerde yapılan büyük yolsuzlukların ortaya çıkmasıyla patlak veren İSKİ yolsuzluğu, SHP ve CHP’nin İstanbul’dan silinmesinin gerekçesi olarak konuşuldu yıllar boyu. Şehre içme suyu temin etmekle yükümlü kurum olan İSKİ’nin Genel Müdürü Ergun Göknel’in yaptığı yolsuzluklar, 1990’lı yılların başında, İstanbul’un en kurak yazlarını geçirdiği yıllarda ortaya çıktı. Sanıklar ilk kez, 1993 yılında, satın alınan klor bedelinin yüksek gösterilmesi sebebiyle hakim karşısına çıkartıldı. 6 Aralık 1993’te tutuklu bulunan İSKİ Genel Müdürü Ergun Göknel’in İsviçre’de bulunan Amerikan Disco Bank’ta 30.000 ABD Doları ve 670.000 Alman Markı bulunduğu tespit edildi. Ortaya çıkan hesapların ardından Göknel’in tüm hesaplarına el konuldu ve İsviçre’deki paranın iadesi istendi.
Büyük yolsuzluk, Ergun Göknel’in eşinden boşanmayı istemesi üzerine açığa çıktı. Eşinin kendisini, sekreteri ile aldattığını öğrenen Nurdan Erbuğ’un, yapılan tüm yolsuzlukları basınla paylaşmasının ardından İSKİ’de yaşanan yolsuzluk ortaya çıkmıştı. İSKİ yolsuzluğunun ardından, Ergun Göknel’I İSKİ Genel Müdürlüğü görevine getiren arkadaşı ve dönemin İstanbul Belediye Başkanı SHP’li Nurettin Sözen, 1994 yerel seçimlerinde aday olmazken, yerini Refah Partili Recep Tayyip Erdoğan’a bıraktı.
Ergun Göknel’in yolsuzluklarının açığa çıktığı dönemde İsviçre bankalarında bulunan ve bugünün hesabına göre 370.000 Euro’ya yakın mal varlığının ise, 17 Aralık Operasyonu ile ortaya çıkan ve bir türlü “eritilemeyen” 30 milyon Euro’nun 80’de biri kadar olduğunu da belirtmekte fayda var.
Politbüroda Yolsuzluk, Komünist Partiden İhraç
Çin Komünist Partisi üst düzey karar alma mekanizması Politbüro Daimi Komitesi’nin eski üyesi Zhou Yongkong’un “ağır disiplin ihlali” yani “yolsuzluk” suçlamasıyla gündeme gelmesinden bu yana, parti içerisinde adı yolsuzluğa karışan siyasetçilerin isimleri giderek artıyor. Görev döneminde istihbarat, içişleri ve yargının başı konumunda olan Yongkong şimdilerde, 110 milyon dolarlık iç güvenlik bütçesini ve yetkilerini kötüye kullanmak, siyasi rakiplerine şantaj, haksız kazanç etme gibi birçok suçlama sebebiyle cezaevinde.
Çin Halk Cumhuriyeti’nde yolsuzluk nedeniyle yargılanan ilk üst düzey yetkili olan Yongkong’un tutuklanmasının ardından da, Çin Komünist Partisi yetkilerinin karıştığı yolsuzluklar son bulmadı. Devlet Güvenlik Bakanlığı Yardımcısı Ma Jian da, Yongkong’dan sonra ikinci üst düzey yetkisi sıfatıyla, yolsuzluk operasyonu kapsamında gözaltına alındı.
ÇKP eski Politbüro üyesi ve Chongqing şehri parti sekreteri olan ve Çin’in gelecekteki lideri olarak görülen Bo Şilar da yolsuzluk ve yetkileri kötüye kullanma suçlamasıyla, geçtiğimiz aylarda müebbet hapis cezasına çarptırılmış, ve siyasi haklarından ömür boyu mahkum edilmişti.
Çin’den Gelen Mobilyalar, Hapishane Yolunu Gösterdi
2000-2004 yıllarında Romanya başbakanlığı yapan Adrian Nastase, 630 bin Euro rüşvet almakla suçlanmış ve yargılama sonucunda 4 yıl hapis cezası almıştı. Başbakanlığı döneminde, evine Çin’den 630 bin Euro değerinde inşaat malzemesi ve mobilya getirdiği öğrenilen Nastase’nin, bu ödemeyi de devlet kadrosuna yerleştirdiği bir iş kadınına yaptırdığı açığa çıkmıştı. 4 yıllık cezanın yanında, 5 yıl boyunca seçme, seçilme ve her türlü memuriyet hakkından da men edilen Adrian Nastase’ye ayrıca 400 bin Euro ceza verilmişti.
Yolsuzluk soruşturması kapsamında Nastase’nin eşi de gümrük evraklarında sahtecilikten üç yıl ceza almıştı. Yüksek Temyiz Mahkemesi’nin kararının açıklanmasının ardından, evine gelen polisler tarafından cezaevine götürülmek istenen Nastase, intihar girişiminde bulunmuştu. Eski başbakan Adrian Nastase, Bükreş’teki Rahova Cezaevi’nde geçen 9 aylık hapis cezasının ardından tahliye edilmişti.
Rüşvet kaçakçılığından kara para aklamaya, görevi kötüye kullanmaktan rüşvete, şantajdan haksız kazanç elde etmeye kadar sayısız biçiminin olduğu yolsuzluk, dünyanın her yerinde, tüm coğrafyalarda, iktidarların kazanç kapısı konumunda. Koltuğa oturanın da, koltuğa oturmayı hedef edenin de elinin değdiği yolsuzluk örnekleri aslında saymakla bitmez. Cebini dolduran, akrabasını kayıran, rüşvet yiyen, yolsuzluk yapan kimi zaman yargılansa da, devletin adaleti 20 Ocak’ta olduğu gibi çoğu zaman aklıyor, bizden çaldıklarıyla ceplerini dolduranları.Bizlerden çaldıklarıyla servetlerine servet katanlar, yoksullukların üzerine inşa ettikleri yolsuzluklarıyla zenginleşenlerin adaleti, daha fazla rant, daha fazla talan, daha fazla sömürü ve daha fazla “adaletsizlik” oluyor bizlere. İktidarlar, bizden çaldıkları yaşamlarımızla doldururken kasalarını, onların yolsuzluğuna, rüşvetine, haracına, rantına karşı adalet, “saraylarına hapsettikleri adalet”te değil; çalınan yaşamları için direnenlerin yüreklerindeki öfkede yaşam buluyor.
Merve Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Tarihteki Yavuz Hırsızlar ” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Siyasi Tarihin En “Tuhaf” Partileri ve e-Parti” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>e-Parti, yani Elektronik Demokrasi Partisi, Eş Genel Başkanı (CHP eski milletvekili) Emrehan Halıcı yaptığı konuşmada, partilerinin toplama mitingler yapmayan, seçim otobüsleri ile dolaşıp halkı rahatsız etmeyen, kağıtsız, bez bayraksız bir parti olacağını söyledi. Ayrıca partinin karar alma ve danışma konularında etkili olacak bir e-Meclisi bulunduğunu da vurguladı.
Aslında e-Parti, TC siyasal yaşamında tuhaf ve ilgi çeken partilerden sadece biri. Çünkü TC siyaset tarihi o “çok partili yaşama geçiş” söyleminin hakkını vererek, gerçekten çok farklı amaçlarla kurulan partilerle doludur. İşte bu çeşitlilikten elbette mizaha da bir malzeme çıkacaktı ve çıktı da. İşte kendi şahsına münhasır o tuhaf TC siyasi partilerden birkaçı:
Arıtma Koruma Partisi: İsmiyle şaşkınlık yaratan bu partinin diğer bir şaşırtıcı yanı ise tahmin edilenin aksine “çevreci”ler tarafından değil de İslami ekolden kimseler tarafından kurulmuş olması.
Büyük Anadolu Partisi: TC Haritası üzerinde bir karıncanın resmedildiği amblemi ve BANAP şeklindeki kısaltmasıyla ANAP’a benzeyen parti, getirilen eleştiriler üzerine yine ANAP üzerine oynayarak kısaltmasını BAP olarak değiştirmiş; amblemini de Turgut Özal’ın damadının baterist olmasına ve Özal’ın gelini ve damadına hediye edilen Jaguar otomobile ithafen davulu delip geçen Jaguar’ın resmedildiği bir amblemle değiştirmiştir.
Ulusal Muhtariyet Partisi: Üyelerini muhtarların oluşturduğu bu parti, muhtarların da siyasette sözünün geçmesi amacıyla kurulmuş, haberlere konu olmuştur.
Türkiye Özürlüsüyle Mutludur Partisi: Taşıdığı mesajını ismine nakşetmiş bu parti, 2004 yılında maddi sıkıntılar nedeniyle kapanmıştır.
Ufak Parti: İsmiyle mütevazılığini gösteren parti, programında iktidarı almak ve seçim kazanmak amacında olmadığını ve bu yüzden programında da devlet teşkilatına yer vermediğini belirtmiştir. Anayasa Mahkemesi de tam da bu nedenle, yani partinin “ufak”lığı ve siyasete “etkisizliği” sebebiyle, partinin kapanmasına karar vermiştir.
Sultan Partisi: Partiye isim koyma sürecinde çok düşünmediği ya da işi aceleye getirdiği açıkça belli olan kurucusu Yaşar Sultan’ın partiye kendi soyadını vermesi, Sultan Partisi’nin coğrafyanın siyasi tarihini “renklendiren” partilerden biri olmasına zemin sağlamıştır.
Güven Partisi: Tıpkı Sultan Partisi gibi adını kurucusu olan Güven Özen’den alan parti, ününü daha çok ‘‘yasadışı’’ olarak kumar oynatmak sebebiyle defalarca yapılan baskınlarla sağlamıştır.
Bahsedilen bu siyasi partilerin her biri, sıradışı tüzükleri, alışılmadık örgütlenme alanları ve çalışmalarıyla dikkat çekiyor. Bu partiler, coğrafyanın siyasi tarihinde yalnızca bir “renk” olarak hafızalarda bırakılmak istense de, kimi zaman “başarılı” olan örneklerinin gerçekliklerine de bürünüyor. “Küçüklükleri” ve başarısızlıkları ile akıllarda kalan bu partilerin karşısında başarılı olan örneklese yolsuzlukları, faili meçhulleri, katliamlarıyla tarihe kazınıyor.
İlyas Seyrek
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Siyasi Tarihin En “Tuhaf” Partileri ve e-Parti” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Karakutu Nedir?” – Korsan Hareketi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Birisine bir maske verin ve size doğruyu söylesin.
Oscar Wilde
Devletler, tarihin başından beri halklarından bir şeyleri gizlemişlerdir. Yasadışı dinlemeler, kayıt dışı gözaltılar, gözaltında kayıp edilen insanlar, savaş suçları, kara propaganda, iktidarı elinde bulunduran azınlığın lehine yapılan ayrıcalıklar… Bunlar, devletlerin her zaman yaptığı ve halktan gizledikleri temel şeylerdir. Devletin ve şirketlerin benzer uygulamalarına karşı bir kamuoyu oluşturabilmek için öncelikle bu uygulamaların gözler önüne serilmesi gerekir. Halk her zaman devletlerin ve şirketlerin gizli bir şeyler yaptığını bilir. Ancak ayakkabı kutuları, para eritme konuşmaları, gazetecilerin talimatlarla kovdurulması, rüşvet ilişkileri ve Reyhanlı saldırısına ilişkin gizli belgeleri insanların gözleri önüne serildiğinde bu gizliliğin aslında devletin gerçek yüzünü örtmek için kullanıldığı anlaşılır.
Cinayetleri, yolsuzlukları ve hukuksuzlukları ifşa etmeye odaklı toplum yararına gazetecilik, toplumun bilgiye erişimini olanaklı kılarak bir baskı oluşturmayı amaçlar. Kamu ile ilişki içerisindeki kurumları ve yönetimleri görünür kılabilmenin tek yolu, o kurumlarda çalışan insanların kurum içerisindeki gizlenen bilgileri gazeteciler aracılığı ile kamuoyuna iletmesidir. Ancak insanlar deşifre olmak, işini kaybetmek gibi korkularla ellerinde bulunan bilgileri kamuoyuna iletemeyebilir.
Bilgi akışını sağlayabilmek için gazetecilik tarihi boyunca var olan bilgi sızdırma teşebbüsleri ve halk için hareket eden ihbarcılar devreye girer. Günümüzün teknolojik şartları oluşana kadar gazetecilerin, basın özgürlüğünün baskı altında olduğu birçok ülkede gerçekleri yayınlayabilmesi çok zor ve tehlikeli olmuştur. Bilgi kaynağının gizli bir bilgiyi gazeteciye aktarması ise hem bilgi kaynağı açısından hem de gazeteci açısından daha da tehlikeli bir iştir.
Günümüzde gazeteci olmayan sıradan bir kişi bile bloglar ve sosyal medya gibi yerlerde yazılar yayınlayarak halka bir şeyler iletebiliyor. İnternet medyasının merkezsiz yapıda olmasının verdiği güç bu medyanın ana akım medya karşı özgürlükler açısından çok daha üstün olmasını sağlıyor. Ancak yine de çok gizli bir bilgiyi sıradan bir blog ya da sosyal medya sitesi üzerinden sızdırmak, bilgi kaynağı açısından hala çok tehlikelidir. Çünkü internet medyasında ve onun bir alt dalı olan sosyal medyada çoğunluğun kullandığı mecralar ne yazık ki ticari şirketlerin elinde ve devlet, yasaları ve anlaşmaları kullanarak bu mecralarda bir şeyler yazan insanların bilgilerine kolayca ulaşabiliyor. Buna karşın, Karakutu Projesi gibi projeler, internet medyasına bilgi sızdırmayı daha tehlikesiz hale getirmeyi amaçlıyor.
Karakutu Projesi Tor ağı üzerinde kurulacak olan bir bilgi sızdırma platformudur. İnternet medyasında normal bir web sitesine giren kişinin internet bağlantısının adresi (IP) site tarafından görülebilir ve yasalar gereği kaydedilir. Yayın yapan web sitesinin IP adresi ise normalde zaten açıktır. Tor ağı, yapısı gereği hem medyanın IP adresini gizler, hem de siteye giriş yapan kullanıcının IP adresini ve dolayısıyla kimliğini gizler. Tor ağındaki bir web sitesine giren kişinin IP adresi web site sahibi tarafından bile görüntülenemez, dolayısıyla kaydedilemez. Ancak tabi ki Tor ağındaki bir web sitesine girebilmek için Tor Browser Bundle isimli programı kurarak bunun içindeki internet tarayıcı üzerinden girmek gerekir. Tor ağı internet üzerinde oluşturulmuş şifreli bir sanal ağdır. Tor sitelerine birkaç adımda bağlanmak için gerekli rehberler internette bolca bulunmaktadır ve tabi ki Karakutu Projesinin yapımı tamamlandığında, projenin web sitesinde de bir rehber yayınlanacaktır.
Proje en yakın zamanda kullanılır hale gelecektir. Projenin bu aşamadan sonra en büyük ihtiyacı; tıpkı ABD halkının savaşa karşı tepkisini arttırarak Vietnam Savaşı’nın bitişini hızlandıran ve Vietnam belgelerini sızdıran ABD ordu çalışanı Daniel Ellsberg gibi; Irak Savaşı’nda sivillerin bilinçli olarak öldürüldüğünü gözler önüne seren ordu çalışanı Bradley Manning gibi, ABD Ulusal Güvenlik Dairesi’nin (NSA) dünyayı 1984 distopyasına dönüştürdüğünün belgelerini sızdıran NSA çalışanı Edward Snowden gibi cesur insanlar olacaktır.
İnanıyoruz ki halka gerçekleri göstermeye gönüllü insanlar elbet çıkacaktır.
KaraKutu projesine www.karakutuprojesi.org adresinden ulaşabilirsiniz.
Korsan Hareketi
korsanparti.org
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Karakutu Nedir?” – Korsan Hareketi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Şeffaflaşamayan” Yolsuzluk Politikaları – Oğul Akdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hatırlayacağımız gibi iktidar paydaşları bu derin ayrışma sonrası soruşturmaların gidişatını ve zaten adaletsizlikten ibaret olan “adalet mekanizması”nı kendi lehlerine değiştirmek için olağanüstü bir çaba sarf etmişlerdi. Yargı bürokrasisine yapılan müdahaleler sonucu AKP yanlısı savcıların soruşturmalara atanması, seçimler öncesi yapılan ve günde 15 civarında kanalda canlı yayınlanan mitinglerde bir PR çalışması olarak kullanılan “paralel” söylemleri, AKP’nin aslında Taksim Gezi Parkı Direnişi ile başlayan statüko sarsılmasının önüne geçebilmek için gösterilen çabasına verilebilecek örneklerden bir kaçıydı. Kısmi anlamda bu çabaların başarılı oluğu da söylenebilir.
Geçtiğimiz aylarda her iki soruşturma için de “takipsizlik” kararı verilmiş, soruşturmalarda adları geçen 4 eski bakanın ise, parlamentoda oluşturulan araştırma komisyonunda ifade vermesine karar verildi. Ancak komisyonun AKP’li başkanı tarafından yapılan başvuruyla, komisyonun çalışmaları ile ilgili “yayın yasağı” kondu. Son dönemlerde iktidarın, Reyhanlı patlamaları, Musul konsolosluk rehineleri gibi kendisini zora düşürebilecek benzeri birçok süreçte sıkça başvurduğu bir yöntem olarak uygulamaya konulan yayın yasağına (son 4 yılda 150’den fazla) bazı muhalif gazete ve internet siteleri uymadı. 17 ve 25 Aralık’ta kendisine “komplo kurulduğunu” iddia eden iktidarın “suçluluk psikolojisi” ile açıklanabilecek olan bu yayın yasakları ise, zaten uygulamaya konuş amacı itibari ile yok hükmündeydi.
Söz konusu yayın yasağına, muhalefet partilerinden hukuk kurumlarına itiraz başvuruları yapılırken; bu itiraz kısa sürede reddedildi. Ancak dikkat çekici başka bir itiraz ise, küresel alanda yolsuzlukla mücadelede “şeffaflığın geliştirilmesi” alanında çalışmalarda bulunan Uluslararası Şeffaflık Derneği’nce yapıldı. Küresel bazda içinde bulunduğu fon döngüsü dolayısıyla “şeffaflığı-matlığı” tartışmaya oldukça açık olan dernek, yayın yasağına yaptığı itirazın akabinde 2014 yılında yolsuzlukla mücadelede ülkelerin şeffaflık raporunu yayınladı. Bu rapora göre; Türkiye, 175 ülke arasında 2014 sonuçlarında 5 puanlık düşüşle, puanında en büyük düşüş olan ülke oldu ve dünya sıralamasında 11 sıra geriledi.
Küresel planda devletlerin yolsuzluğa karşı mücadele politikalarında ne kadar şeffaf ve kararlı olduğunu araştıran derneğin, şeffaflıktan kastının biraz da devletlerin ekonomi politikalarındaki istikrar olduğu söylenebilir. Bu anlamda, hazırlanan 2014 raporunda diktatörlükle yönetilen bazı sömürge Afrika ülkeleri ile aynı kategorizasyonda yer alan Türkiye’nin iktidar sahiplerinin, yolsuzluk konusunda, gerek dosyaların aklanması gerekse de yayın yasağı gibi yollara başvurması, ekonomik anlamda sürekli olarak “istikrar” vurgusu yapması daha anlaşılabilir oluyor.
Oğul Akdoğan
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Şeffaflaşamayan” Yolsuzluk Politikaları – Oğul Akdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yeni kabinenin Gerçek Yüzü appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Başbakan: Ahmet Davutoğlu
Ahmet Davutoğlu’nun yakın zamanda IŞİD’e ilişkin “Terörist bir yapı olarak görülebilir ama oradaki yapı daha önceki hoşnutsuzluklara karşı bir reaksiyon olarak doğdu” diyerek IŞİD’i olumlar nitelikte yaptığı açıklamalar, oldukça ses getirmişti. Kabinenin yeni başbakanının IŞİD’e silah taşıyan tırlar açığa çıktığında yaptığı “silah taşımıyorlar, yardım konvoyuydu” açıklamaları, 62. hükümetin dış politikasının ne olacağını şimdiden gözler önüne seriyor.
Hakkında çıkan tapelerde Suriye’ye ajan gönderip füze attırma planları yapanlar arasında olduğu söylenen Davutoğlu’nun Wikileaks belgelerinde adı “çok tehlikeli ve deli” olarak geçiyor.
Merkezi Chicago’da olan ALPAYTAC isimli lobi şirketiyle geçtiğimiz hükümet döneminde 1,5 milyon dolara anlaştığı ortaya çıkan Davutoğlu’nun İsrail’le bozulan ilişkilerini düzeltmek için, altı lobi şirketine milyonlarca dolar ödediği biliniyor. Ayrıca 17 Aralık’ta adı yolsuzluğa karışan şirketlerden biri olan Yıldız Holding’in sahibi Sabri Ülker ile de dünür olan Ahmet Davutoğlu’nun, tüm yolsuzlukların üzerini örtmek için Erdoğan tarafından başbakan olarak atandığı söyleniyor.
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı: Mehdi Eker
“Biz köylülüğü çiftçilik zannediyoruz. Hâlbuki çiftçilik sanattır. Biz tarımda reform yapacağız, verimi arttıracağız.” diyerek tarım arazilerini toplulaştırıp, kartellere, ağalara, Cargill’lere, Monsanto’lara satacağını açıktan söylemekten imtina etmeyen bir zat olmasının yanı sıra; Mart 2009’da Bitlis’te soru sormaya çalışan halkı “Artislik yapma, sesini yükseltme!” diye azarlamaktan ve korumaları aracılığıyla tartaklayıp uzaklaştırmaktan çekinmemesiyle hafızalarımızda.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi zamanından Recep Tayyip Erdoğan’la nasıl bir vefa ilişkisi varsa; sansasyonel açıklamalarına ve seçildiği Diyarbakır’da bile sevilmemesine rağmen hala kabinede.
Zehirli, bozuk okul sütü tartışmaları sırasında canlı yayında iddiaları yalanlayıp süt içerek yaptığı şovdan da hatırlarız Mehdi Eker’i.
2013’te Mersin Limanı’nda GDO’lu pirinç yakalanınca “Dünyada GDO’lu pirinç üretilmedi henüz” diyen Mehdi Eker’in; gıda, tarım ve hayvancılığa dair ilgilendiği tek şey atlar. Ki bunu da bakanlığın 100-150 bin Euro’su karşılığında, Hollanda’dan getirtip Bakanlığın Botanik Bahçesi’nde özel bir bölüm yaptırdığı ve seyisinin maaşını bile bakanlığın karşıladığı atların gündem olmasıyla anladık.
Maliye Bakanı: Mehmet Şimşek
Bank of America Merrill Lynch’in Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Bölgesi Sorumluluğu’ndan Maliye Bakanlığı’na transfer olan Mehmet Şimşek halen, merkezi Almanya’da bulunan Global Ekonomik Sempozyum’un Danışma Kurulu Üyesi olup ayrıca 2007-2009 yılları arasında IMF & Dünya Bankası Türkiye Guvernörlüğü ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Koordinasyon Kurulu Üyeliği görevlerini yürütmüştür.
17 Aralık Operasyonu’nun ardından, bir yakını yolsuzluğa karıştıysa istifa edeceğini beyan eden Mehmet Şimşek’in, ağabeyi Selahattin Şimşek’in adı da liman yolsuzluğundan çıktı. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın yargıya müdahale ederek kapatmaya çalışmasıyla, müsteşarının başsavcıyı tehdit etmesiyle bilinen yolsuzlukta adı geçenlerin, Şimşek’e “dayı” diye hitap ettikleri ve Şimşek’ten kamu ihalelerinde yardımcı olmasını istedikleri, Şimşek’in de bu taleplere olumlu yanıt verdiği ve adının “liman yolsuzluğu” dosyasına girdiği öğrenildi.
Gündemden düştüğünü fark ettiğinde 18,8 milyar liralık bütçe açığını 150 milyon liraya mal olan zehirli sütlere bağlar, “Emekliler çok fazla maaş alıyor” gibi açıklamalar yapar.
İçişleri Bakanı: Efkan Ala
Eski JİTEM’ci, sonra Diyarbakır eski valisi ve emniyetteki “paralel yapı operasyonları”nda önemli isimlerden biri olan Efkan Ala, bu topraklarda “fişleme” denilince akla gelen ilk isimlerden biri. “Kodlama” denilen fişlemelerle ilgili 1999’dan bu yana uygulamaya konulan MERNİS(Merkezi Nüfus İdare Sistemi) projesi kapsamında, sadece azınlık bilgilerinin değil, tüm nüfus olay bilgilerinin kodlarla tanımlı hale geldiğini itiraf etmişti. Bakanlığın YÖK aracılığıyla, yurtlarda kalan öğrencilerin isim ve kimlik bilgilerini topladığını da doğrulamış, ancak “fişleme olmadığını” beyan etmişti.
Ala da, her İçişleri Bakanı gibi halkı gaza boğar, 2014 1 Mayıs’ı başta olmak üzere polis saldırılarında hiç sektirmeden “orantısız güç kullanılmadı” beyanatları vermişti.
17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonundan hemen sonra kaydedildiği öne sürülen telefon konuşmalarına ilişkin ilk tapede dönemin başbakanlık müsteşarı olan Efkan Ala İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’ya, internette kurduğu sitede, devletin gizli kodlu belgelerini yayınlayan Taraf gazetesi yazarı Mehmet Baransu’nun “gözaltına alınması” talimatını “Kapısını kırın, alın o adamı” sözleriyle vermişti. Bir başka tapede ise, rüşvet olarak çocuğunun okul taksitini ödettiği ortaya çıkmıştı.
25 Aralık Operasyonu sırasında Efkan Ala tarafından Bilal Erdoğan’ın korumalarına verilen talimatı ise zaten unutamayız; “Bilal Erdoğan’ı gözaltına almak isteyenleri vurun!”
Kalkınma Bakanı: Cevdet Yılmaz
Kalkınma Bakanlığı’nın bakanlık odası için, 2 milyon lira tutarında tadilat yapıldığının ortaya çıkmasının üzerinden yaklaşık 2 yıl geçti. Üstelik söz konusu tadilatın ihalesi de, tadilat yapıldıktan bir ay sonra gerçekleşmişti.
Ayrıca bir yılda 71 bin lirayı “temsil ve ağırlama gideri” olarak gösterip etli ekmeğe yatıran Cevdet Yılmaz, kalkınmadan pek anlamasa da yolsuzluk uzmanıdır.
Ekonomi Bakanı: Nihat Zeybekçi
Nihat Zeybekçi, yakın zamanda, İngiltere South London College’de ekonomi eğitimi aldığını özgeçmişine yazmış, daha sonra bunun gerçek olmadığı anlaşılınca, özgeçmişinden çıkartmıştı. Astay İnşaat tarafından Zeytinburnu sahiline inşa edilen, Danıştay’ın ise tarihi yarımadanın siluetini bozduğu gerekçesiyle “tıraşlama” (fazla katların yıkımı) kararı verdiği kulelerde iki dairesi bulunan Zeybekçi, bu kararın ardından dairelerini sattığına dair yazılı açıklama yaparak suç ortaklığından yırtmaya çalıştı.
Uluslararası Kredi Derecelendirme Kuruluşu “Moody’s”i “ülke olarak kaale almadıklarını” söyleyecek kadar özgüveni olan Nihat Zeybekçi’nin, “Biz istesek dahi Türkiye’de ekonomik kriz çıkaramayız, o kadar sağlam” açıklaması yaptığı hafta itibariyle doların 2.33, Euro’nun 3.20 lira olduğu gözlerden kaçmadı.
Enerji Bakanı: Taner Yıldız
Yeni kabinede görevine devam eden Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız da, hem satan hem alanlardan. Kayseri Elektrik Üretim Şirketi’nin Yönetim Kurulu Üyesi olmasının yanı sıra, Kayseri ve Civarı Elektrik TAŞ Yönetim Kurulu Üyesi ve Genel Müdürü olarak görev yaptı.
Sıkı bir HES savunucusu olarak doğanın ve yaşamın katlini vacip gören Taner Yıldız; Soma Katliamı’nda işçilerin öleceğini bildiklerini itiraf etmesinin ardından “Soma’da kirli gömlek giydim, simit yedim” yalakalıklarıyla kabahatini unutturmaya çalıştı.
Sağlık Bakanı: Mehmet Müezzinoğlu
İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde Recep Tayyip Erdoğan’ın sınıf arkadaşıydı. İstanbul Avcılar’da 3 özel hastanenin (Avcılar Hospital, Medicana ve Doğuş) patronu olan Sağlık Bakanı Müezzinoğlu’nun ismi, daha önce Avcılar Cihangir Mahallesi’ne yapılan devlet hastanesinin yapımının durdurularak, inşaatın hükümet konağı haline getirilmesinde geçmişti.
Gündem kürtaj iken; elbette AKP’nin kadın düşmanı politikaları doğrultusunda, kadınların “Benim bedenim, benim kararım” söylemini eleştirmiş; kürtaj kararının annenin hakkı olmadığını söylemişti.
Gündem Wikileaks belgeleri iken; ismi, yolsuzluğa en çok karışan AKP’liler listesinin ön sıralarındaydı.
Bir de Taksim-Gezi Direnişi’ndeki direnişçiler için sarf ettiği sözleri unutmayalım; “Hem polise, devlete karşı geleceksin, hem de ambulans bekleyeceksin”. Ve şimdi sağlığımızı güvenle Müezzinoğlu’na emanet edelim.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı: Faruk Çelik
İkinci kez kabinede yer alan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’i, Soma’da 301 işçinin yaşamını yitirdiği maden katliamının meydana geldiği ocakta daha önce incelemelerde bulunan ve olumlu rapor veren 2 müfettiş ile kamu çalışanlarına soruşturma izni vermemesiyle hatırlayabiliriz.
Taşeronu yaygınlaştıran ve sendikal mücadelenin önüne geçen yasal düzenlemeler yapan Faruk Çelik’in bakanlığı döneminde iş cinayetleri sonucu yaşamını yitiren işçi sayısı 5 bine yaklaşıyor.
Çevre ve Şehircilik Bakanı: İdris Güllüce
Tuzla belediye başkanlığı görevini yürüttüğü 12 yıl boyunca Yaşamkent, Onur Kent, Cancan Sitesi, Hayat Sitesi, Billurkent ve Has Sitesi gibi kaçak sitelere göz yumduğu ortaya çıkmış; Güllüce döneminde belediye-uyanık müteahhit iş birliğiyle yapılan sitelerle Tuzla, “Kaçak Kooperatifler Cenneti” olarak anılır hale gelmişti.
KİPTAŞ Genel Müdürü İsmet Yıldırım ile 26 Aralık 2012’de yaptığı telefon konuşmasını içeren tapede, denetimin artmasını “kendi ayağına kurşun sıkmak” olarak nitelemesiyle; büyükşehir belediyeleri ile ilgili bir yasanın Bakanlar Kurulu’ndan nasıl çıkarıldığını gözler önüne sermişti.
Mecidiyeköy’deki Torun Center’da 10 işçiyi katleden Torunlar İnşaat’ın sahibi ve GYODER Başkanı Aziz Torun’la yaptığı ortak toplantılarda; “deprem ülkesinde yaşadığımızı, dolayısıyla kentsel dönüşümün hızlıca yapılması gerektiğini” vurgulayan İdris Güllüce, kentsel dönüşümün partisi olmadığını ifade ediyor.
Orman ve Su İşleri Bakanı: Veysel Eroğlu
Veysel Eroğlu’nu; yabancı sermaye ortaklı toplu konut yapan şirket KİPTAŞ’ın Yönetim Kurulu Başkanlığı’ndan biliriz öncelikle.
Geçen yıl yayınlanan tapelerden biriyle, Başbakanlık Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı Başkanı İlker Aycı ile olan telefon görüşmesinde, “orman arazisinde usulsüz maden işletilmesi ve para akladığı” ortaya çıkmıştı ayrıca.
2B arazilerinin satışa çıkartmasını, 2B araziler satıldıkça orman arazisinin arttığını iddia ederek meşrulaştırmaya çalışan Eroğlu’nu, bu bilgiler ışığında daha iyi anlarız. Orman arazilerini hem satan, hem de alıp alıp tepe tepe kullanan Veysel Eroğlu, su konusunda da pirüpak değil.
Hamidiye Su A.Ş’de Yönetim Kurulu Başkanlığı yapmasının yanı sıra, HES savunucusu olan Eroğlu’nun İSKİ genel müdürüyken adının karıştığı yolsuzluğu da unutmayalım.
Başbakan Yardımcısı: Bülent Arınç
AKP’nin kuruluşundan bu yana 3Y(yolsuzluk, yoksulluk, yasaklar) ile mücadele ettiklerini utanıp kızarmadan söyleyen Arınç, yine başbakan yardımcısı.
Arınç’ı; rant projelerinde, TOBB başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun danışman kadrosunda maaşlı olarak çalışan oğlu Ahmet Mücahit Arınç’ın Gezi Parkı AVM projesi ortaklığından; her bulduğu fırsatta kadını aşağılayan, yok sayan söylemlerinden; “kamyonların günde 7 bin sefer yaptığı, işçilerin arı gibi çalıştığı” İstanbul-Bursa-İzmir otoyolu projesinde; devletin bütçe imkanları ile yapamayacağını, kamu ve özel şirketler aracılığı ile yapılabileceğinden dem vurması ile hatırlarız.
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı: Lütfi Elvan
Lütfi Elvan’ı, “haberleşme”ye dair icraatlarından internete doğrudan müdahale için yapılan yasal düzenlemeler, Twitter-Facebook takipleri için siber güvenlik ve internete yönelik sansür yasasıyla biliriz.
Berkin Elvan’ın 269 günlük direnişinin ardından yaşamını yitirmesi üzerine yapılan eylemler ve cenazeye yönelik polis saldırısına dair, “Üzücü bir hadise, ama Türkiye’nin artık bunlardan sıyrılması gerekiyor” şeklinde açıklamalar yaparak umudun çocuğunu, devletin-polisin katliamlarını unutturmaya; kendini ve devletini aklamaya çalışmasıyla hatırlarız.
Demiryollarını özelleştirmeye yönelik adımları, Yüksek Hızlı Tren Projesi de “ulaştırma”ya dair hatırladıklarımız. ÇED raporunun olumsuz olmasına rağmen, İstanbul’a 3. havalimanının yapılacağını belirten Elvan, havalimanının isminin de Recep Tayyip Erdoğan olacağını açıklamıştı. 2 milyar liranın üzerinde maliyeti olan, Kazlıçeşme-Göztepe arası planlanan “Avrasya Tüneli” projesiyle ilgili açıklamasında, İstanbul Boğazı’nın “altını delmeye” başladıklarını dile getiren Elvan, bu gidişle altını deldiği ceplerden daha çok milyar lira rant sağlayacak.
Başbakan Yardımcısı: Yalçın Akdoğan
2011 yılında Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan “Polisi Yaftalamanın Dayanılmaz Cazibesi” başlıklı köşe yazısında polisleri cemaatçi olarak yaftalamanın 28 Şubat sürecindeki psikolojik operasyonlardan farksız olduğunu, herkesin –polis de olsa- istediği inanca sahip olabileceğini vurgulayan yeni Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan; polislere yönelik paralel yapı operasyonlarından sonra cemaat için “şantaj çetesi, tezgâhçı, yalancı, asalak, istihbarat şebekesi, hayalet, canavar” sözlerini sarf etmişti.
Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın eniştesi Oktay Ferşat ile Gençlik ve Spor Bakanının kayınpederi Ali Yüksel’in 112 Acil Servis istasyonu kurma bahanesiyle yüzlerce müteahhidi dolandırdığı iddiasının yanı sıra, “Alo Fatih” gibi medyaya baskı tapelerinden ve Başbakan Danışmanı sıfatıyla, Bahçelievler Belediye Başkanı’nın oğlunun eşinin Kabataş’ta maruz kalmadığı şiddetle ilgili uydurduğu hikâyenin aslında ne kadar da gerçek olduğunu açıklamakla uğraşmasından da hatırlarız Yalçın Akdoğan’ı.
Gümrük ve Ticaret Bakanı: Nurettin Canikli
Hemşerisi olan Olgun Peker ile ilgili, şike yasasının veto edilmesine karşı meclisin şike yasasını derhal geri göndermesini gündeme getirerek, partide öne çıkmıştır.
Giresunspor’un eski başkanı ile yaptığı telefon görüşmelerinin tapelerinin ortaya çıkması ile kulübün düzenlediği gecelerde sık sık dile getirdiği “tam destek” söyleminin nereye denk geldiği, milyonlarca liranın nasıl peşkeş çekildiği ortaya çıkmıştır.
4+4+4 temel eğitim sisteminin mucidi olmasının yanı sıra, verdiği önerge ile 22.00-06.00 arası içki yasağını sunan kişidir. Vergi uzlaşmalarından örtülü ödenek harcamalarına kadar birçok alandaki harcamalarla ilgili usulsüzlükleri Sayıştay tarafından ortaya çıkarılmasına rağmen, Maliye Bakanlığı izin vermediği için uzlaşmalar ve harcamalar incelenemiyor.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı: Ayşenur İslam
62. kabinedeki tek kadın, kadın düşmanı AKP’nin ve devletin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı konumunda. Tecavüzcünün ailesinden “erkek tarafı” olarak bahseden Ayşegül İslam, adından bile kadının kaldırıldığı bakanlıkta, kadına dair tek söz etmeyerek hafızalarımıza kazındı.
5 günde 8 kadının öldürüldüğü Temmuz ayında, koruma altındaki hiçbir kadının öldürülmediğini “şükrederek” açıklayan Ayşenur İslam; bu kadınlardan ikisinin, eşleri hakkında uzaklaştırma kararı olan kadınlar olduğundan habersizmiş gibi, bakanlığı “temize çıkarma” çabası içerisinde.
AB Bakanı: Volkan Bozkır
Almanya’nın Türkiye’yi dinlemesiyle ilgili yaptığı açıklamada “Ayıp etmişler diyorum” dedi. Dinlemişlerse ayıp ettiklerini, ama “Biz de dinliyoruzdur muhakkak” diyerek çok da kızamadığını belirtti.
Bozkır, 2014 Eurovision Şarkı Yarışması’nı, Avusturyalı şarkıcı Conchita Wurst’un kazanması üzerine attığı, “Eurovision Şarkı Yarışması’nı kazanan Avusturyalıya baktıkça, ‘İyi ki bu yarışmaya artık katılmıyoruz’ diyorum” tweetiyle, homofobik devletin AB Bakanlığı görevini layıkıyla yerine getirdi.
Adalet Bakanı: Bekir Bozdağ
Yargıdaki paralel operasyonlarda ve 17 Aralık soruşturmalarında ismi geçenlere ilişkin tahliyeleri hızlandırıp, Gezi’de katledilenlere yönelik soruşturmaları yavaşlatan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ; adliyelerdeki skandal kararları savunmasıyla ünlü.
Tokat’ta D.K. adlı kız çocuğunun, kendisinden dokuz yaş büyük erkek arkadaşı tarafından istismar edilmesine ilişkin davada, mağdurun yaşı büyütülerek sanığın beraat ettirilmesine ilişkin verilen karar; 6 aylık ikizleriyle 25 ay hapis cezası verilen Mülkiye Demir Kılınç kararı; kendi adının da geçtiği, İzmir’deki liman yolsuzluğu davasındaki takipsizlik kararı ve daha niceleri…
Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı: Fikri Işık
Ses kayıtlarını çıplak kulakla dinlediğinde sahte olduğunu “hissetmişti”. Kocaeli Gebze’de yapılmakta olan Bilişim Vadisi’nin öncülerinden. Vadi çevresindeki arsalarsa, çoktan olası konut yapılanmaları için kapatılmış durumda. Arsaların değerinin en az 10-15 katına çıkacağını önceden “hissedenler”, arsaları kapatmış olsa gerek.
ODTÜ Mezunlar Birliği Vakfı, Hereke Eğitim Kültür ve Yardımlaşma Derneği, Kızılay, Yeşilay, Ayışığı Yetim ve Öksüz Çocuklar Yardımlaşma Derneği, KİHMED gibi sivil toplum kuruluşlarının üyesi olan sosyal sorumluluk sahibi Fikri Işık, Hayrettin Işık ve kardeşi İzzet Işık’ın büyük şirketlerin açtığı ihalelere müdahale ederek komisyon aldığı ve şirketlere ihaleler kazandırdığı sık sık konuşulmakta.
Işık’ın, Kocaeli Hereke’de bulunan Nuh Çimento’dan aldığı işlerle büyük paralar kazandığı da söylentiler arasında.
Milli Eğitim Bakanı: Nabi Avcı
Son süreçte cemaatin dershaneleri ile en çok uğraşan isimlerden Nabi Avcı’yı, lise ve üniversite sınavlarındaki hatalarla anarız sık sık.
Bir önceki süreçte tapelerden biliriz; TÜRGEV tartışmaları ve Bilal Erdoğan’ın eğitim ile ilgili tapeleriyle. TÜRGEV (Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı) Yönetim Kurulu Üyesi Bilal Erdoğan’ın, imam hatip liselerinin müfredatı, öğrenci sayısı ve YURTKUR’a ait yurtlarla ilgili talimatlar verdiği tapeleri dinlemeyen yoktur.
Eskişehir’den Suriye’ye gönderilen yardım tırı için bir tören düzenletmiş, bu törende “TIR’ımızda gıda maddeleri var. İşgüzarlıklara karşı bir kez daha söylüyorum, gıda maddeleri var. Diğer TIR’larda olduğu gibi bunda da gıda maddeleri var” diyerek; El Nusra çetesine çanak tutmuştur. Nabi Avcı, şimdiyse muhtemelen IŞİD şeytanına çanak tutmaktadır.
Başbakan Yardımcısı: Numan Kurtulmuş
HAS Parti’deyken AKP’liler için “Harun gibi geldiler Karun gibi oldular”, “Bizim en büyük sıkıntımız aramızdaki gizli ve sinsi AKP’lilerdir”, “2023’te AKP hala iktidarda olursa, başbakanın çocukluk arkadaşı, askerlik arkadaşı, mahalleden arkadaşı, belediyeden arkadaşı ve şoförlerinden başka hiç kimsenin milletvekili olamadığını göreceğiz” diyordu. Sonrasında (muhtemelen Erdoğan’ın liseden münazara arkadaşı olması üzerinden) AKP’ye transfer oldu ve 62. kabinede başbakan yardımcılığına yükseldi.
Kültür ve Turizm Bakanı: Ömer Çelik
“2. Uluslararası Caz Festivali” kapsamında gerçekleştirilen konserde “Türkçe’de bir değişiklik yapıp, ‘caz yapma’ deyimini kaldırıyorum” diyerek hafızalara kazınmıştı.
İzmir’de, Mustafa Latif Topbaş’a ait arazi üzerinde 4. yüzyıla ait bir antik kent bulunmasının ardından yapılan telefon görüşmesinde, Ömer Çelik “antik duvarların birinci dereceden arkeolojik sit alanı olması sebebiyle kaldırılamayacağı, ancak mozaiklerin kaldırılacağından” bahsediyor. Latif Topbaş’ın, arazinin devlet tarafından satın alınmasını talep etmesi üzerine, Çelik, “Bir bakayım abi ona da onu nasıl yapacaklar konuşup tekrar bilgi vereyim” diyor.
Kendisi için Marriot Oteli’nden aşçı, Rixos Oteli’nden masör geldiği, masörün yabancı uyruklu olduğu ve çalışma izninin çıkartılması için tarafınca talimat verildiği de bir süre gündemi meşgul etmiştir.
Bir dönem ODTÜ’den mezun yalanı ortalarda dolaşmıştır. Zegna ve Armani’den başka kumaşı gardırobuna sokmayan, “Aşk ve puro beni uçurur” sözlerinin sahibi olan bakan, üst düzey entelektüellik taslama ve siyasi ahkâm konusunda ordinaryüs seviyesine sahip bir karakter.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 21. sayısında yayımlanmıştır.
The post Yeni kabinenin Gerçek Yüzü appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kazanan Kim” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir
1949’da ABD Hava Kuvvetleri’nde roketlerle ilgili bir deneyde, ivmelenmenin insan üzerindeki etkileri inceleniyordur. Deneyde insan tepkileri incelenip değerlendirilecektir. Sensörler insan vücuduna takılır. Bunun iki yöntemi vardır. Biri doğru, diğeri de yanlış takılış şeklidir. Görevlilerden biri 16 sensörün hepsini takar. Ancak görevli bu sensörlerin 16’sını da yanlış takmayı “becerebilmiştir”. Deneyi yapan mühendislerden biri olan Edward Murphy duruma çok sinirlenir. Ve bu durum, Murphy’i onunla özdeşleşmiş bir sözü söylemesine neden olur; Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir.
Aynı mantık üzerinden sarf ettiği birçok olumsuz önerme, yaşanan olumsuz deney sonrası gerçekleştirilen basın toplantısında kullanılır. Murphy’nin bu olumsuz açıklamasıyla beraber, açıklamaya konu olan sözler, temelini matematiksel bir kuramdan alan bir kanun olarak anılmaya başlanır.
“Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir. Bir şeyin birkaç şekilde ters gitme olasılığı varsa, hep en kötü sonuç doğuracak şekilde ters gidecektir. Bir şeyin ters gidebileceği olasılıkları engelleseniz bile, anında yeni bir olasılık ortaya çıkacaktır.”
Murphy Kanunları, 30 Mart Yerel Seçimleri’nde muhalefet için işledi. Seçimlerden galibiyet beklemeyen ama hakkındaki iddiaları çürütmeye bile gerek duymadan siyasal ahlaksızlık ve otokratlıkla iktidarı elinde tutmaya çalışan hükümetin oylarının azalacağı görüşü muhalefette baskındı. Aslında muhalefet iddiasını buraya koymuştu. AKP için güvenoyu yoklaması niteliğinde geçen seçimlerden, Tayyip
Erdoğan istediğini aldı. Belki istediğinden fazlasını… Çankaya senaryoları, bir süredir dondurulan başkanlık sistemi söylemleri etrafında tekrar dillenir oldu.
Hükümet kendisini aklamakla kalmadı, yakın gelecek hesaplarını, seçimle pekişmiş güç üzerinden yapmaya başladı.
Peki, bizim için seçim sonucuyla değil, seçimle beraber değişen neydi?
Mesela rüşvet alınmamış, yolsuzluk yapılmamış oldu. Yandaş patronlara “havuz” oluşturulmamış oldu. Bakan çocukları, banka müdürleri, para simsarları çalmadıklarını “ayakkabı kutularına” doldurmamış oldular. Aynı şahıslar cezaevinden, babalarının “paşa gönül yasalarınca” çıkarılmamış oldular. Dolayısıyla, yasalar hükümetin gücünü pekiştirecek şekilde değiştirilmemiş oldu. Yargı doğrudan hükümetin emrine verilmemiş oldu. Siyasal baskı ve tehdit yapılmamış oldu.
Yerel seçimlere kadarki süre içinde hükümet, meşruiyetini sorgulatan ithamları çürütmek bir kenara, suçsuzluğu ispatlamaya çalışmak için çabaya gerek duymadı. Başbakan, partisi ve medya üçlüsü tüm bu olan biteni, darbe girişimi olarak niteledi ve herkesi buna inandırmaya çalıştı. Seçimle beraber, “darbe girişimi” belki belli bir süre savuşturulmuş oldu. Muhalefet partilerinin iddialarının aksine, hükümet kendisini “akladı”. Aklamakla kalmadı, yakın gelecek hesaplarını, seçimle pekişmiş güç üzerinden yapmaya başladı.
Burada aklamakla kastedilen, tabi ki mevzu bahis durumların hakikatte öyle olmadığı değildir. Ancak seçim dönemiyle beraber, ortaya çıkan politik çürümüşlüğün sadece seçim siyasetine harcanmış olduğudur. Seçimlerden medet umanlar, AKP’yi seçimlerle meşrulaştırmışlar; ortadaki tüm yolsuzluklar kabul edenleretmeyenler demokrasisine indirgenmiştir. AKP’yi seçimlerde kendine muhatap olarak görmek, seçimlere bunun bilinciyle girmek her şeyi demokrasi sosuyla meşrulaştırmaktır.
Muhalefet edememe
Aslında işin nasıl evrileceğini görmek için siyasi partilerin Taksim Gezi İsyanı’ndan bu yana söylemlerini takip etmek yeterli. Oluşan toplumsal muhalefetten sandık hesapları yapanların niyetlerini, Haziran ayından bu yana görmemek mümkün değil. Temsiliyet kaygısı gütmeyen doğrudan eylemin anlamını bir türlü çözemeyenler, siyasal süreçleri karşılama noktasında da güdük kalmışlardır. Oysa her siyasi çürümüşlük, her yolsuzluk büyük bir eylem dalgasıyla kendini göstermiştir.
Bakan çocuklarının, banka müdürlerinin yolsuzluklarının açığa çıktığı ilk günden bu yana yoğunlaşan sokak eylemleri sadece artan bir seyirde devam etmemiş, aynı zamanda farklı yerelliklerde kendini belirginleştirmiştir. Ortaya çıkan toplumsal rahatsızlık kendini doğrudan sokakta ortaya koyabildiğinden daha da toplumsallaşabilmiş, medyanın illüzyonunun karşısında kendi gerçekliğini doğrudan dayatabilmiştir.
Kendi gerçekliğini bu şekilde yaratabilen bir muhalefet sadece, ezilen kesimlere ulaşabilir.
Yerel seçimlerin yaklaşmasını fırsat bilen ve Taksim-Gezi İsyanı sonrasında bile eski siyasal bağnazlıklarını halka dayatan siyasal yapılar, seçim gündemiyle doğrudan eylemi bilinçli bir şekilde sonlandırmayı hedeflemişlerdir.
Taksim-Gezi İsyanı’ndan istediği geri dönüşü alamayan bu temsiliyet bağımlılarının, halkın siyasal iradesini, siyasi kaygılarını doğrudan eyleme geçirmesine anlam verememesi, siyasal temsiliyetle kurulan bağ üzerindendir. Yerel iktidarların, koltukları tutmanın hesaplarını yapanlar; yolsuzluklara karşı başlatılan her eylemin temsili bir karşılığını aramışlardır.
Siyasal gerçekliğini, halkın siyasal özneler olarak doğrudan kendini gerçekleştirdiği eylem alanlarından uzak tutanların, tek teselli olarak “oy arttırma” durumlarını belirtmeleri boşuna değildir. Oy arttırdıklarından, belediye meclislerine girdiklerinden mesut görünenlerin, seçim öncesi yolsuzluk vakalarının, siyasal baskı ve şiddetin hakkından nasıl gelineceğine ilişkin normal olarak bir yolu, yöntemi bulunmamaktadır. Giriştikleri muhalefet, halkın siyasi, ekonomik ve sosyal rahatsızlıklarını kendilerine seçim mezesi yapmaktan öteye gidememiştir.
Seçim sürecine böyle girilirken, seçim sonrası muhalefete soyunan bazı kesimlerse “AKP türü toplumsallık” gibi kavramlaştırmalarla, AKP’ye oy veren tüm kesimlere düşman kesilmiş, açık bir şekilde kentli, seküler ve modern kesimler dışındaki tüm kesimleri kendine düşman edinmiştir. Bu noktada, bu tarz bir toplumsallığa soyunanların aslında toplumsal kaygılarının olmadığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Elitizm eleştirilerine kulak tıkayanların bu yaptığının aslında tam da söyledikleri şey olduğunu hatırlatmak gerekir. Bu aslında bir tür toplumsallaşamama öz eleştirisidir.
AKP’nin şimdiki konumu
Tayyip Erdoğan’ın, ailesi ve kurmaylarını yanına alarak yaptığı Balkon Konuşması, seçimler sonrası bir milat gibi görüldü kimilerince
Rabia işaretiyle sadece etrafındakileri selamlamayan, aynı zamanda küresel iktidarlara da mesaj yollayan Erdoğan’ın seçim galibiyetine ilişkin en ilginç başlığı, The Economist attı; “Merhamet, Yüce Sultan!”
Tayyip Erdoğan’ın son süreçte özellikle yolsuzlukların ortaya çıkmasıyla belirginleşen otoriter karakteri, The Economist de dahil tüm uluslararası basının bir süredir gündemindeydi. Özellikle sosyal medya yasakları ve hukuki değişimler aynı medyada geniş yer ederken, tüm süreçte eleştirel bir ton hakimdi uluslararası gündemde.
Uluslararası güçlere gönderdiği mesajlarla, tüm bu gizli tehditleri karşısına alan Tayyip Erdoğan, seçim sonrasında, sivrileşen eleştirilerin önünü biraz almışa benziyor. Suriye savaşı, bir satranç hamlesi olarak hükümetin elinde olağanca sıcaklığıyla duruyorken (hem de bu meseleye ilişkin tapeler ayan beyan ortadayken), Seymour Hersh’in sarin gazı meselesini gündem etmesi uluslararası iktidarların AKP’nin yükselişi karşısındaki tavırlarının ne olacağının sinyalini veriyor. El-Nusra ve AKP arasındaki doğrudan ilişkiyi sorgulayan Hersh aslında seçim öncesi birçok kimsenin cesaret edemediği bir soruyu da soruyor; bu tapeleri hakikaten kim ortaya çıkardı?
Siyaseten Milat Koymak
Siyasal süreçlerde milat koymak, belirtilen zamandan sonra siyasi, ekonomik ve sosyal değişimleri görmek açısından önem taşır. Yaşanan gelişmenin köklü etkilerinin ne olduğunu açığa koyar.
Seçimlere milat koyan temsili muhalefetin de, balkon konuşmasıyla hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını öngören hükümet yanlılarının da yanıldığı bir yer var. Son iki aylık süre içinde bizi oyalayan seçim gündemini de, sonrasında açığa çıkan durumu da Taksim-Gezi sonrası dönemden bağımsız göremeyiz.
Biz, ezilenlerin kendimize milat olarak alması gereken nokta Taksim-Gezi İsyanı’dır. Muhalefeti toplumsallaştıracak aynı ruhla sokaklarda, yerellerde olmak; siyasal muhalefeti temsilcilere bırakmadan, siyasi irademizi doğrudan kullanmak; ekonomik siyasi bir gerçekliği yaratacak özörgütlülükler geliştirebilmektir. Bunu yaparken, elitist bir tavırdan ziyade ezilen sınıf gerçekliğimizle hareket etmektir. Devrimci anarşist bir tutum ancak böyle ortaya konabilir.
Keza toplumsal değişimler, devrimler kanunlara, bilimsel önermelere sığmaz. Murphy Kanunları kapitalist sistem içindeki siyasal anlamada işe yarar olsa da. Toplumsal hareketler ve etkisinin ne olacağı deneylerle tespit edilemez. Taksim-Gezi İsyanı’ndan bu yana sandıklara bırakmadığımız, bu tespiti zor gerçekliktir.
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Kazanan Kim” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devletin Gülen ve Gülmeyen Yüzleri appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşanan gerilimin sinyalleri, aslında Oslo Görüşmeleri’nin sızdırılması ve MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın 7 Şubat 2012’de KCK kapsamıyla ifadeye çağırılmasıyla fark edilmişti. 11 yıldır TC iktidarında bulunan AKP ile onun yakın bir zamana dek, iktidarındaki paydaşlarından olan Gülen Cemaati ile aralarında var olan, ”dershanelerin kapatılması tartışması” üzerinden hissedilmeye başlanan gerilim, 17 Aralık sabahı gerçekleşen polis operasyonlarıyla iyice açığa çıktı ve gündemin en önemli konusunu oluşturdu.
Kamuoyunda cumhuriyet tarihinin en büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonu olarak adlandırılan bu operasyonda açığa çıkanlarsa bakan oğulları, belediye başkanı oğulları, inşaat şirketleri patronları, banka genel müdürleri, kara para ticareti yapanlar, rüşvet, ihalelerde yolsuzluk, uluslararası altın ticareti, para sayma makineleri, ayakkabı kutusuna saklanan milyon dolarlar oldu.
Hükümet ve Hizmet Hareket’i arasındaki bu gerilim sonucunda, 11 yıllık “istikrarın” nasıl sağlandığı kısmen ortaya çıkmış oldu. 11 yıllık aklık, pürü paklık yalanlarına sığdırılanlar para çeşmelerinin başını tutmuş olanlardı. Emlak sektörü ile ilgili bir bakanlık, finans sektörü ile ilgili bir bakanlık ve tüm bunlar arasındaki güvenliği sağlayacak bürokratik merkez konumunda bulunan İçişleri Bakanlığı…
Hükümetin ağzından eksik etmediği ancak işçilerin, emekçilerin bir türlü farkına varamadığı istikrarlı büyümenin, aslında kimlerin cebini büyüttüğü, kimler için istikrar olduğu ortaya çıktı. Halkın maruz kaldığı ekonomik sömürünün, kimleri zengin ettiği ayan beyan ortaya çıkmış oldu. Madenlerde, inşaatlarda, fabrikalarda yaşamlarını üç kuruş için riske atanların emekleri üzerine konan bu zat-ı muhteremlerin bulunduğu konumlar aslında birer rastlantıdan mı ibaretti?
Hükümet açığa çıkan durumdan sadece yargı süreciyle işleyen ve bakanların istifalarıyla sonuçlanan hukuksal bir kayıp yaşamadı. Aynı zamanda hükümetin siyasi karizması, özellikle partiden istifa eden milletvekilleriyle sarsıldı. Sayıca fazla mitinglerle, başbakana destek eylemleriyle durum düzeltilmeye girişildiyse de bu siyasi karizma yitimi engellenemedi. Ölçüt olarak özellikle uluslararası medya kuruluşlarının sürecin hemen başından itibaren AKP politikalarının otoriterliğine vurgu yapan yazılarını (AKP tarafından her ne kadar faiz lobileri ile ilintili gösterilse gösterilsin) düşünmek gerek. Son süreçte varılan nokta, ortaya çıkan yolsuzluğun, bu siyasi karizma yitiminde etkili olacağıdır. Hem de batının İhvan’dan vazgeçtiği bir süreçte buna benzer bir durumun yaşanmasının rastlantısallığı da özellikle tartışmalı.
AKP, süreci belli kurumların başında bulunan ve operasyonu yürüten kişileri bulundukları konumdan alarak karşıladı. Tayyip Erdoğan’ın söylemi, gittikçe artan bir şekilde sertleşti. Partisinin yolsuzluğunu aklamaya çabasıyla, ayrılanlar için “biz ayıkladık” ifadesini kullandı. Hükümetin çevresindeki medya kuruluşları da aynı sertliğe geçmekte sıkıntı yaşamadı. Cemaatle ilişkili olduğu bilinilen kanallar ve gazeteler topa tutuldu. Çıkarılan yönetmeliklerle yargıya müdahale edildi. AKP’nin süreci yönetmekte uyguladığı politikalar “darbe” olarak nitelendirildi.
Yolsuzluk ve rüşvetin bu kadar ayan beyan ortada olmasına rağmen, hükümetin otoriterliği kullanarak durumu saklama gayretleri, gözlerden birkaç şeyi ya uzak tuttu ya da bu birkaç şeyin normalleşmesine izin verdi.
AKP hükümeti karşısında güç odağı olarak beliren yargı-yürütme-yasama etkisi, tüm kabineyi değiştirtecek olan cemaatti. Cemaatin bu etkisi, AKP iktidarının en başından bu yana biliniyordu. Ancak işin şaşırtıcı kısmı bu etkiye sahip olan cemaatin siyasi bir yapı olarak meşruiyetidir. Cemaatin siyasi meşruiyeti sorgulanmadan, gazetelerden, televizyon kanallarından, internet sitelerinden bu iktidar çatışması gündemleştirildi. Cemaat herhangi bir siyasi kurum değildi. Gülen ve cemaatinin, ta Pensilvanya’dan buraya bu kadar etki edebileceği, en azından ilgili okullar, dershaneler ya da STK’lar üzerinden tahmin edilemezdi. Hükümet için Gülen’in her bedduasında, bu bedduayı emir telaki eden ne kadar çok bürokrat varmış meğer!
Devletin içinde kurumsallaşmış bu yapının hangi seçimde, bu konumu kazandığı, hangi yetkililer tarafından atandığı meçhul! Cemaat tüm bu yolsuzluk bilgilerine sahipken, gerilimin tırmanması sonucunda bir koz gibi oynadığı 17 Aralık operasyonu, cemaatin niyetinin ne denli “saf” olduğunu göstermek açısından önem taşıyor. Cemaat, operasyonu artan gerilim sonucunda siyasi bir manevra olarak kullanmıştır; AKP’nin yolsuzluklarını ortaya çıkarmak için değil, onun üzerinde bir baskı unsuru oluşturabilmek için kullanmıştır.
Hükümetin ortaya çıkan yolsuzluğunda, bu ayrıntının kaybolmaması önemlidir. Keza ezenler arasındaki savaşta bize düşen, ezenlerden birini desteklemek değil, yaşamlarımızı çalanlara karşı mücadele etmektir.
Yaşanılan tüm bu süreçler için hem hükümetin hem de muhaliflerin (hatta cemaatin de), çözüm olarak gösterdiği seçimlerin neye denk düştüğünü bu açıdan tekrar düşünmek gerek. Siyasi iradelerimizi sandıklarla teslim alanların “paralel evrendeki” izdüşümlerini düşünmek gerek. Mücadele de en etkili çözüm, bu kriz anlarında siyasi irademizi sokaklarda, meydanlarda KAZANARAK, seçim aldatmacasının tuzağına ve oyalamasına düşmeden Taksim İsyanı’nda olduğu gibi devrimi şimdi şu anda yaşayabilmektir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. saysında yayımlanmıştır.
The post Devletin Gülen ve Gülmeyen Yüzleri appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>