The post Sisteme Uyum Sağlamak Bizi Öldürüyor mu? – Emircan Kunuk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Neden Sürekli Yorgunuz?
İngiltere’de bir üniversitenin (Royal College of Psychiatrics) yaptığı bir araştırmaya göre, her beş insandan biri günün belirli bölümlerinde kendisini aşırı yorgun hissediyor, her on kişiden biri ise tükenmişlik derecesinde yorgun hissediyor. Bir başka istatistik ise 2006-2014 yılları arasında enerji içeceği satışlarının yüzde 115 oranında arttığını ve doktora gidenlerin yüzde 20’sinin “yorgunluk” gerekçesiyle gittiğini söylüyor.
Dünya çapında yaşanan bu sıkıntı, elbette beraberinde birçok çalışmayı ve çözüm arayışını getirdi. Bu çalışmaların birçoğu, yorgunluğun ve uykusuzluğun sebebi olarak, vücudun mitokondrinin etkin çalışmasını sağlayacak hormonları yeterli salgılayamaması olduğunu öne sürüyor. (Hücrelerimizde bulunan mitokondri organelleri oksijen, şeker, yağ ve proteinleri “ATP” adı verilen kimyasal enerjilere çevirir. Yani mitokondrinin yeterli çalışmaması enerji üretiminin azalmasına sebep olur.)
Buradan hareketle, son yıllarda “Sirkadiyen Ritim” kavramı, uykuya ve bedenin gündelik diğer faaliyetlerine olan etkisi daha çok konuşulur oldu.
Sirkadiyen Ritim Ne Demektir?
Sirkadiyen Ritim kavramı, Latince “circa” (yaklaşık) ve “dies” (gün) kelimelerinden türetilmiştir ve aslında yalnızca uyku ile alakalı bir kavram değildir. Bitkilerin, hayvanların, insanların ve siyanobakterilerin -yaklaşık- 24 saat içinde gerçekleştirdiği biyokimyasal ve psikolojik davranışlarının bütünü anlamına geliyor. Sirkadiyen Ritim, dünyanın hareketleriyle oluşan gece-gündüz döngüsünün canlılar üzerindeki etkisini araştıran “kronobiyoloji” bilim dalının inceleme alanlarından biridir. “Biyolojik ritim” ya da “vücut saati” de denilebilir.
2017 Nobel Tıp Ödülü’nü kazanan araştırmacıların bile konusu olan sirkadiyen ritim meselesinin ilk kez gündeme gelmesi, 1972’de sinirbilimcilerin hipotalamustaki küçük bir bölgenin vücudun ana saati olduğunu bulmasıyla gerçekleşmişti. “Suprakiazmatik çekirdek” denilen, yaklaşık 20.000 sinir hücresinden oluşan bu bölge, 24 saatlik döngümüzün işlemesi için gerekli sinyalleri yolluyor, enerjimizi 24 saatlik döngüler halinde açıp kapatarak yüzlerce yaşamsal faaliyeti düzenliyor ve bunları yaparken, zaman hesabını güneş ışığına göre yapıyor.
Bu çekirdek, gözden gelen ışık sinyallerini işleyip; uyku döngüsü, büyüme hormonu sentezi gibi pek çok görevi yerine getiriyor. Hava kararıp gözümüze giren ışık azaldıkça bu bilgiyi epifiz bezine iletiyor ve epifiz bezi uykumuzun gelmesini sağlayan melatonin hormonunu salgılıyor. Bu süreç eğer ortamda -özellikle mavi- ışık yoksa gün doğana kadar olağan seyrinde ilerler. Gündelik yaşam normal kabul edilen seyrin dışında işlediğindeyse, işte o zaman sırasıyla birincil ve ikincil sirkadiyen ritimlerimizde bozulmalar başlar.
Sirkadiyen Ritimlerimiz Nasıl Bozuluyor?
Yapay ışıktan sıcaklığa, yediğimiz yemekten egzersiz yapıp yapmamamıza ve sosyal etkileşimlere kadar sirkadiyen ritmimizi bozabilen pek çok dış etken olsa da, gündelik yaşamda yapay ışığın en etkilisi olduğunu söyleyebiliriz.
Gün boyunca kapalı alanda maruz kaldığımız yapay aydınlatma, izlediğimiz televizyon, çalıştığımız bilgisayar, gece uyumak için yatağa girdiğimizde dahi sosyal medya hesaplarımızı kontrol ettiğimiz tablet ya da akıllı telefon; farkında olsak da olmasak da sirkadiyen ritimlerimize karşı geliyor. Çünkü bu ekranlardan, öğle saatindeki gün ışığı olarak algıladığımız mavi ışık yayılıyor. Mavi ışık, -amiyane tabirle- saatimizin ayarıyla oynayıp duruyor.
Elektriğin bulunmasından bugüne, ritmimizi bozma konusunda büyük bir deneyin hem sürdürücüsü hem de deneği konumundayız, risk altındayız.
İnsandaki Sirkadiyen Ritmin Keşfi
Kronobiyolojinin tarihi aslında 60’lara kadar gidiyor. O dönemde bazı sürüngenlerin ve memelilerin sirkadiyen ritme sahip oldukları biliniyordu. Bir mağarabilimci olan Michel Siffre, ilk deneyini 1962’de yaptıktan sonra, 1972 yılında uyku ve sirkadiyen ritmi araştırmak için 6 ay boyunca karanlık bir mağarada zamandan izole bir şekilde yaşam sürmüştü. Tek ışık kaynağı, ihtiyaç duyduğunda kullandığı kamp lambası olan Siffre için zaman farklı işlemiş ve alışkın olduğumuz 24 saatlik uyku-uyanıklık döngüsü yerine, bir süre sonra vücudu 48 saate adapte olmuştur.(36 saat uyanıklık-12 saat uyku) Bu deneyler neticesinde insanların da sirkadiyen ritimleri olduğu açığa çıkmıştır.
En Güvenilir Saatlerimiz Bozulunca…
Sirkadiyen ritimlerimizi düzenleyen genlerin hepsi metabolizmaya bağlıdır, dolayısıyla biri bozulduğunda diğeri de etkilenir. Bir örnekle anlatacak olursak, gece geç saatte -metabolizmamız savunmasının gardını indirdikten sonra- yediğimiz yemek, obeziteye yakalanma riskimizi arttırıyor. Karaciğerimiz yağlanıyor, iltihap ve kanser olasılığı yükseliyor.
Risk altında olan, sadece birbiriyle etkileşim halinde olan organlarımız değil; aklımız tehlikenin tam ortasında. Normal zaman kabul edilen zamanda uyumayı engelleyen hastalıklardan muzdarip bireylerin %70’inin ciddi depresyon ve anksiyete gibi rahatsızlıklarının da olduğu söyleniyor. Bipolar bozukluktan yakınan bireylerinse üçte ikisinin anormal uyku döngüsü var.
Sirkadiyen ritim bozukluğunun tetiklemesiyle uykusuzluktan obeziteye, karaciğer yağlanmasından pankreas iltihabına, şeker hastalığından kansere ve hatta kalp hastalıklarına varan sonuçlar doğabiliyor.
Sirkadiyen Ritim Bozukluğu Hastalık mı, Uyumsuzluk mu?
Sadece insanlarda değil, hayvanlarda da işlediği bilinen sirkadiyen ritmin “bozulması” belirlenimine dair çeşitli eleştiriler de bulunuyor. Her bireyin uyuma, uyanma ve başkaca yaşamsal faaliyetlerinin yakın zamanlarda olmayabileceği, güneş ışığının davranışları belirleme konusunda bu kadar etkili ilan edilmemesi gerektiği iki çeşit kuş (baykuş ve tavuk) üzerinden anlatılıyor. Elbette bu iki hayvanın gündelik yaşamı eş zamanlı değildir.
Bu tartışmalarda, kronobiyoloji araştırmalarının, ancak bireylerin yaşamlarının tektipleştirilmesine faydasının olacağını, sistemin “uyumsuz” dediği bireylerin “hasta oldukları” ön kabulüyle yapıldığını iddia edenler bile var.
Yukarıda anlatılanlar doğrultusunda, bu eleştirilerin haklılık payını gözardı etmesek de bir kenarda bırakarak meselenin çok da bahsedilmeyen boyutuna vurgu yapmak istiyoruz.
Bozukluk Bizde mi?
Kimilerimiz vardiyalı işlerde çalışıyor, haftanın belirli günlerinde gece vardiyasında oluyor. Bazılarımız masa başında bilgisayarla çalışıyoruz. Çoğumuz gün boyu okulda ya da işyerinde kapalı alanlara hapsedilip rutin bir işle uğraştığımız için geceleri televizyon izleyerek yaşantımıza renk katmaya çalışıyoruz. Yine çoğumuz güneşi pek görmüyor ve sağlıksız besleniyoruz. Neredeyse hepimiz -gün boyu zaten elimizden düşürmediğimiz- tablet ya da cep telefonumuzla her gece son bir kez sosyal medya hesaplarımızı kontrol ediyoruz… Her gün sirkadiyen ritimlerimizi daha da bozacak hareketler yapıyoruz.
Bütün bunları yapmak zorunda mıyız? Aslında hayır! Ama bunları bize dayatan sisteme uyum sağlamak zorunda hissettirildiğimiz için “evet” diyoruz.
Peki bozukluk, bu koşullarda yaşadığı için sirkadiyen ritimleri bozulan bizlerde mi?
Yoksa başlangıçta uykusuzluk, zamanla yorgunluk ve bitkinliğin getirdiği sosyal ölüm; şeker, tansiyon, böbrek yetmezliği, karaciğer yağlanması gibi rahatsızlıklarla yavaş yavaş ölüm; kanser gibi biraz daha hızlı ama sancılı bir ölüm ya da kalp krizi gibi ani bir ölüm dışında seçenek bırakmayan sistemde mi?
Çeşitli ölüm seçeneklerinden birinde mi karar kılacağız yoksa bizi öldüren sistemi mi yıkacağız? İşte asıl sorumuz bu!
Emircan Kunuk
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sisteme Uyum Sağlamak Bizi Öldürüyor mu? – Emircan Kunuk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Mutsuzluk Sendromu” – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Mutsuzluğa Sıkıştırılıyoruz!
Saat uygulamaları, günışığından daha çok yararlanmak içindir. Uygulama kapsamında saatler periyodik olarak genellikle ilkbahar başlangıcında bir saat ileri, sonbahar aylarında bir saat geri alınır.
Biz 1972 yılından beri aynı yaz-kış saati uygulamasını yaşarken, geçtiğimiz 8 Eylül 2016’da Enerji Bakanı, “Artık saatler geri alınmayacak, enerjiden tasarruf edeceğiz” şeklinde bir açıklamayla uygulamayı sonlandırdı. UTC+3 zaman dilimi kullanılmaya başlandı, yani saatler geri alınmadı, kış uygulamasına geçilmedi. Bu zaman diliminin kullanılmaya başlanması çeşitli tartışmaları da beraberinde getirdi; Avrupa devletleriyle son süreçte yaşanan gerilimli ilişkiler, dış siyasette Batı’dan uzaklaşarak doğuya yönelen eksen kayması ve bir dizi başka yorum. Sosyal medyada imza kampanyaları başladı; her gün karanlıkta işe veya okula gitmenin olumsuz etkilerine dikkat çekmek istendi. Ancak şu ana kadar uygulamada hiçbir değişiklik olmadı.
Uzun Süreli Karanlık
Güne karanlıkta başlamak, biyolojik ve psikolojik olarak insan bedeninde çeşitli değişikliklere yol açar. Bu değişikliklerden en önemlisi, uyku düzeninin değişmesidir. Çünkü uyku düzeninin değişmesi, bedendeki pek çok değişimin tetikleyicisidir.
Uyku kişinin ses, ışık gibi uyaranlarla uyanabileceği bir bilinçsizlik durumu olarak tanımlanır ve tüm memeli canlılarda enerjinin korunmasını, sinir sisteminin onarımını ve gelişimini sağlayan bir süreçtir. Davranışları, düşünceleri ve hücre içi mekanizmaları kontrol eden sinir sistemi başta olmak üzere, biyolojik yapının birçok bileşeniyle ilişkilidir.
Zihnin ve bedenin dinlenmesi uykuda gerçekleşir. Bedensel olarak bağışıklık sisteminin güçlenmesi, büyüme hormonunun salınımı; zihinsel olarak bilginin depolanması, hafızanın güçlenmesi, yetenek ve yaratıcılığın gelişmesi uyku ile ilişkilidir. Bu hormonların salınımı ise periyodik tekrar eden uyku süreçleriyle gerçekleşir. Yetişkin bir insanın uyku süresi 5 ile 9 saat arası değişir, ancak 7 saat uykunun ideal olduğu savunulur. Uyku yoksunluğu halinde baş dönmesi, baş ağrısı ve kas ağrıları, ellerde titreme gibi bedensel rahatsızlıkların yanı sıra sinirlilik, unutkanlık, dikkat dağınıklığı gibi zihinsel rahatsızlıklarla da karşı karşıya kalınır.
Uyku, beyin sapındaki hipofiz bezinden salgılanan melatonin hormonu ile gerçekleşir. Genellikle 21.00-22.00 arasında salgılanmaya başlayan melatonin, doğrudan ışık ile ilişkilidir. Melatonin, retinanın ışık durumunu -karanlık olup olmadığını- beyne iletmesiyle salgılanmaya başlar. Vücuttaki melatonin salınımı karanlık süresine, yani gecelerin uzunluğuna bağlı olarak artar. Bedenin melatonin salınımıyla çevresel faktörler arasındaki ilişkide uyumsuzluk söz konusuysa, çeşitli biyolojik ve psikolojik hastalıklar oluşmaya başlar.
Melatonin hormonunun uyku sağlaması dışındaki en büyük özelliği biyolojik ritmi ayarlamasıdır. Biyolojik ritim, fizyolojik ve davranışsal tepkilerin belirli periyotlar içinde tekrarlanması olarak özetlenebilir. İnsan bedeni, gün boyunca bir programa ayak uydurur gibi, artan ya da azalan ritmik değişikliklere uğrar. İnsanların kendini uyanık, uykulu, dikkatsiz, yorgun ya da zinde hissettikleri saatler vardır. Uyku ve uyanıklık durumu, vücut ısı dalgalanmaları, yorgunluk ve dinçlik, ruh durumu, kan basıncı, fiziksel ve zihinsel performans biyolojik ritimle düzenlenir. Biyolojik ritmin ani değişimi veya bedenin biyolojik ritme uygun davranmaması, çevresel faktörlere bağlı olarak gelişir.
Uzun aydınlık veya uzun karanlık, vücuttaki melatonin salınımının oranının değişmesine, bu da seratonin salınımının azalmasına ya da engellenmesine neden olmaktadır. Mutluluk hormonu olarak bilinen serotonin hormonu, canlılık ve zindelik hissi verir. Depresyonun en önemli biyolojik nedeni, serotonin salınımının azalmasıdır.
Çoğu hormon ışıkla ilişkilidir, ancak melatonin doğrudan olarak ışıkla ilişkilidir. Güne karanlıkta başlamak, melatonin hormonu salgılanıyorken uyanmak anlamına gelir. Bu durum, sabah uyanmama isteği, kan basıncının düşük olmasına, uzun süren yorgunluğa ve bitkinlik hissine, gündelik yapılan işlerde zorlanmaya hatta gündüz uyuklamaya neden olur. Aynı zamanda, bu durumun tekrar eden bir hal alması durumunda hormon salınımlarında değişiklikler meydana gelir. Melatonin hormonunun fazlalığı, biyolojik olarak yarattığı bu etkilerin yanı sıra psikolojik olarak da kısa süreli depresyonlara ve SADS (mevsimsel duygudurum bozukluğu sendromu)’a neden olur.
EMO’nun verilerine göre, yeni saat uygulamasıyla beraber kasım ayı elektrik kullanım olanı, %6.5 arttı. Bu daha önce kaydedilmemiş, rekor bir artış.
Uzun süreli aydınlık ya da uzun süreli karanlık yaşamanın yarattığı duygudurum bozukluklarına, 6 ay gece 6 ay gündüzün ve bu orana yakın yaz ve kış sürelerinin yaşandığı kuzey ülkelerinde sıkça rastlanır. Yorgunluk, sürekli uyku isteği, evden dışarı çıkmama, ani gülme veya ağlama atakları, hayattan keyif alamama gibi spesifik davranışların yanı sıra ani duygu değişiklikleri en sık rastlanan belirti olarak karşımıza çıkar. Bu sendromda kişi, herhangi bir sebep olmaksızın gülmeye başlayabilir, ağlamaya başlayabilir veya intihar düşüncesine kapılabilir. Finlandiya, Belarus gibi ülkelerde, karanlık ve aydınlık oranlarıyla ilgili olarak gelişen bedensel ve zihinsel değişimlere bağlı olarak oluşan duygudurum bozuklukları paralelinde intihar oranları oldukça yüksektir. 2015 yılında açıklanan dünya intihar oranlarına göre Finlandiya’da her 100.000 kişiden 26’sı intihar etmektedir. Modern tıp her ne kadar ışık tedavisi veya serotonin yüklemesi gibi çözüm önerileri sunsa da, olumlu sonuç verdiği az görülür; daha da önemlisi duygudurum bozukluğunu yaşamayı önlemez.
Mutsuzlaştırma Yeni bir Yöntem mi?
Devlet yasal yöntemlerin haricinde de birey ve toplum üzerinde kontrol stratejileri uygular. Değişen saat uygulaması, yeni bir yöntem olarak devletin kontrol etme stratejisi olarak yorumlanabilir. Uyku düzeni değiştirilerek, biyolojik ritmine, dolayısıyla bedenine, zihnine saldırılan birey, içerisinde bulunduğu biyolojik ve psikolojik durumdan dolayı mutsuzlaşmaktadır. Mutsuzlaştıkça yalnızlık hissiyatı güçlenir, bireyin toplumla olan ilişkisi seyrelir ve birey toplumsal olma davranışını kaybederek acizleşmeye başlar. Böylece gelişen siyasal, ekonomik veya yaşamsal olaylara bir etkisinin olmayacağını düşünerek tepkisiz kalmaya başlar. Tepkisizlik; içinde bulunduğumuz OHAL sürecinde bireylerin toplumsal olaylara yaklaşımını çok net özetliyor. Devletin mevcut iktidarı, yaz-kış saati değişikliğini uygulamayarak daha itaatkar bireyler ve toplum yaratmayı amaçlamakta, bizler ise “Mutsuzluk sendromu” etkisiyle görmez, duymaz, bilmez bireyler olarak mutsuzluğa hapsedilmekteyiz.
The post “Mutsuzluk Sendromu” – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Tarih “devletlerin katliamları” ile kana bulanmış kırmızı kapaklı bir kitap gibidir. Karıştırdığınız her sayfadan kan ve vahşet akar, “devletin bekası” için harcanan hayatlar akar. Devletler yeryüzünün en büyük ve en organize terör örgütleridir. Buna rağmen devletin kendisi, akademiler ve sözüm ona terör uzmanları terörist kelimesini ısrarla ondan uzak tutarak çoğu zaman devrimcilere yapıştırır. Terör, devletlerce uygulanagelen fiziksel ve psikolojik bir savaş stratejisidir. Adalet, özgürlük ve barış için mücadele eden insanlar, devletin terörüne en fazla maruz kalan kesimdir. Terör, devlet ile o kadar özdeş bir kavramdır ki, son dönemlerde adı sıkça anılan, yaşadığımız toprakları ve Ortadoğu’yu kana bulayan terör örgütü IŞİD bile ağabeylerine özenerek kendisine devlet unvanını yakıştırmaktadır. Bu, son derece manidardır.
Şurası açık ki, önce Amed sonra Suruç ve şimdi Ankara’da patlatılan bombalar canımızı çok yaktı; birçok dostumuzu, yoldaşımızı devletin bizzat organize ettiği bu saldırılarda yitirdik. Devlet, bu terör saldırılarıyla sadece canlarımızı almayı hedeflemedi; toplumun kimi yeteneklerini de zaafa uğratmaya, sakatlamaya çalıştı. Bomba belki Ankara’da patladı ama yarattığı acının yanında korku ve panik de bu toprakların dört bir yanında yankılandı, devlet bu konuda kısmen amaçladığını elde etti.
Bunun en belirgin yansımasını patlamadan iki gün sonra, Ankara metrosunda yaşanan “canlı bomba paniği”nde gördük. Metro hınca hınç doluyken, bir kadın endişe ve korku dolu bir sesle “Arkadaş canlı bomba” diye bağırdı. Gerisi tanıdık manzaralar. Korku, panik, izdiham…
Olayın asılsız olması, o an orada olanları rahatlatsa da, içinde yaşadığımız toplumun nasıl bir gerilimin içerisinde olduğuna, patlamadan sonra yaşanan travmanın ne kadar ciddi olduğuna dair bize ipuçları veriyor. Üstelik bu tek bir örnek; canlı yayın sırasında fünyeyle patlatılan bombalar, asılsız bomba ihbarları birbirini izledi. Şehir meydanlarında, metro istasyonlarında, GBT kontrolleri arttırıldı. Ağır silahlı polis ve askerler “vatandaşları korumak” için ortalarda fink atmaya başladı.
Amed’de, Suruç’ta ve Ankara’da patlattığı bombalarla yaşadığımız toprakları “terörize” eden devlet, bombanın doğal etkisi olan toplumsal travma (şok dalgası) ile yeni bir etki yakalamaya çalıştı, çalışıyor. Panik ve korku imparatorluğu!
Bir Bomba, Asla 1 Bomba Değildir!
Evet, bir bomba asla 1 bomba değildir. Bir yerde bir nükleer bomba patlarsa, patlamanın gücüyle oluşan şok dalgası kilometrelerce öteye kadar yayılır. Bir gölün ortasına bir taş atarsanız, taşın etkisinin halka halka büyüyerek kıyıya dek ulaştığını görürsünüz. Bir yere bir bomba bırakırsanız, sadece oradaki insanları öldürmezseniz, bu olaya doğrudan ve dolaylı olarak şahitlik eden herkeste bir şeyleri öldürmüş olursunuz. Yani Ankara’da patlayan bomba, hangi şekilde olursa olsun olayın yankılandığı her noktada patlamaya devam eder!
Tedirgin bakışlar, huzursuz davranışlar, kasılmış bedenler birbirine eklenip korku ve paniği büyütür. Evet, bomba patlamaya devam eder; evet bomba öldürmeye devam eder; cesaretimizi, onurumuzu, dayanışma arzumuzu sakatlar! Bomba en başta bedenleri parçalar ama en çok ruh ve beden bütünlüğümüzü parçalar. Kaldı ki, terörün ve asıl terörist olan devletin kastı da tam olarak budur. Yaşamı, yaşanmayacak hale getirene kadar korku, panikle doldurmak!
Bu şok dalgasının genişleyen halkaların içinde ne vardır peki? Elbette travma, korku, panik ve endişe. Hem de toplumun hiçbir bireyini es geçmeyecek şekilde yayılan bir travma. Patlamanın olduğu alanda sağ kalanlar, olayı sosyal medyadan bilgisayarın karşısında öğrenenler, televizyondan seyredenler, birilerinden duyanlar, ne olup bittiğini tam olarak anlamayan ama anne ve babaların suratlarındaki endişe ve korkudan tedirgin olan çocuklar ve elbette patlamada yaşamını yitirmiş olanların yakınları… Hatta ve hatta katliamı umursamayan ve belki de kısmen yaşananlara sevinenleri de içine alan bir halka ve şok dalgası…
Psikiyatri bu durumu Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) olarak tanımlıyor. Travmanın etkisi olaya fiziksel ve duygusal yakınlığa göre fark gözetir: Olaya direkt maruz kalmayan, az önce adını andığımız halkaların çeperinde yer alanlarda, kızgınlık, yaşama karşı güvensizlik, korku, endişe ve hayatın anlamını sorgulama gibi hisler ve durumlar açığa çıkıyor. Diğer yandan halkaların merkezine yaklaştıkça travma daha da derinleşiyor.
Şok, korku, öfke, suçluluk, kaygı, çaresizlik ve umutsuzluk;
Gerginlik, yorgunluk, uyku sorunları, yeme bozuklukları, kalp atışlarında düzensizlik ve ani irkilmeler;
Huzursuzluk, güvensizlik, kendini reddedilmiş ya da yalnız hissetme, aşırı yargılayıcı ve suçlayıcı olma, her şeyi kontrol altında tutma isteği, çevreye ve olaylara yönelik ilgide azalma;
Olayla ilgili görüntülerin sürekli akla gelmesi, olayı hatırlatan en ufak şeylerin kişiyi o ana götürülmesi ve beraberinde konsantrasyon bozuklukları açığa çıkabiliyor.
Öte yandan, önceki saldırıda hedef olan politik ya da etnik grubun yeni bir saldırının hedefi olabileceği kaygısı da bu insanların yaşadıkları travmayı katmerleyen bir diğer etken oluyor.
Her ne kadar psikiyatrinin kendisi, bu noktada kişiler üzerinden doğru tespitler yapıyor olsa da, koyduğu çözüm önerileri oldukça güdük kalıyor. Tedaviler, seanslar, toplum merkezleri gibi çözüm arayışları yaşanan böylesine bir toplumsal olay için bir hayli kişisel kalıyor. Psikiyatri, her zamanki hatasına düşüp, toplumsal bir sorunun çözümünü bireylerin yaşamında olabilecek birkaç ufak değişiklikte arıyor.
Evet, acılarımız, korkularımız ve meseleyi ne derece farklı hissettiğimiz biricik olabilir. Fakat bu vaka, kesinlikle toplumsal bir vakadır. Bu saldırı devlet eliyle organize edilmiş, bütün detaylarıyla planlanmış, ölecek insanların politik görüşlerinden, bu meseleden toplumun geri kalanı ne kadar ve ne şekilde etkileneceği düşünülmüş, toplumda oluşan travmanın, devleti yönetmeyi kolaylaştıracağı, insanları sokaktan uzak tutacağı, gündelik sosyal yaşamı tahrip edeceği, toplum içerisindeki iletişimi, dolayısıyla insanların arasındaki ilişkiyi ve güven duygusunu sakatlayacağı öngörülmüş ve hatta insanların katillerinden kendilerini korumasını bekleyeceği “sağlıksız” bir gerçekliğin yaratılması ince ince hesaplanmıştır.
Elbette, ne bu korku ve panik havası çok anormal ne de toplumun içinde bulunduğu travmanın kendisi de garipsenecek bir şey. Dostlarını, yakınlarını, yoldaşlarını yitirmiş insanların ya da bu olaya herhangi bir şekilde maruz kalmış diğerlerinin yaşadığı ortama ve geleceğe karşı bir “…acaba…” ile yaklaşması bizi şaşırtmalı.
Fakat şunu unutmamalıyız ki, katillerimizin korumasına muhtaç kalmamak böyle alçakça saldırılara tekrar karşılaşmamak için, dahası kaybettiğimiz dostlarımızın arzularına ve inançlarına sahip çıkmak için korkunun yerini cesaretle, paniğin yerini sakinlikle değiştirmeli. Bizi bile isteye yalnızlığa ve yalıtılmışlığa gömmek isteyen bu iktidar odaklarına karşı “paylaşma ve dayanışmayı” yükseltmeli, yaşadığımız acıyı, hissettiğimiz öfkeyi kavgayla harmanlayıp mücadele etmeye devam etmeliyiz. Çünkü acılarımızı saracak, öfkemizi dindirecek, toplumu bu travmadan çıkartacak ve dostlarımızın anısını ve fikirlerini yaşatacak olan şey mücadelenin ta kendisidir!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayında yayımlanmıştır.
The post Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>