Buyurun Mustafa Bey
|“Anlıyorum Mustafa Bey. Doğrudur. Elbette. Belki iki taraf için de böylesi daha iyidir. O halde bu hafta vardiyam olmasın, ben biraz dinleneyim. Döndüğümde konuşuruz. “
Böyle bir konuşma ile ilk işimden atılmıştım. Yirmi yaşındaydım ve ailemden ayrı bir yerde üniversite okuduğum için çalışmam gerekiyordu.
Dinlenmeye ‘gönderildiğim’ ilk hafta durumun ehemmiyetine varamayıp, biraz çalışmamanın bana iyi geleceğini düşünmüştüm. Performansım düşüktü, anketördüm ve yeterli sayıyı sağlayamıyordum. Günlük bir kotamız vardı, elbette. Günde kaç insanlarla konuşursak silinmesi zor bi kalemle elimizin üstüne çentik atıyor, günün sonunda bunları raporluyorduk.
Öyle ki bazen çok insanla konuşup gerekli veriyi elde edemezsek, şefimiz bizden şüpheye düşerdi. Elimize baktığı bile olurdu, gerçekten o kadar çentik atıldı mı diye. Halen elime baktığımda bazen o çizgileri görüyorum.
En çok da şefin sokağın başında bir yerden bizi izlemesine tilt olurdum. Başımızda kendince motive edici esasında mobingvari bir şekilde bekler, bizi kontrol altında tutardı.
Otorite, iktidar, dayatmayla kuşatılmış bir denetimin varlığına kendimce en başta o yıllarda şahit oldum sanırım.
Gün sonunda yeterli sayıya ulaşamadığımızda saatlerimiz uzuyordu, çünkü onlara göre dakikada milyonlarca insan geçiyordu çalıştığımız sokakta ve birilerini durduramamamız imkansızdı. Şeflerimize göre her ne olursa olsun birini durdurmalı, görevimizi yerine getirmeli, hatta durdurduğumuz kişi bizi taciz ediyorsa dahi güler yüz göstererek konuşmayı bitirmemeliydik.
Eğer iyi bir performans gösteremediysek, çoğu zaman uzunca konuşmalara maruz kalıyorduk. İşlerin kötü gittiği ve primimizin kesileceği hatırlatılır, sık sık “isim verilmeden” aramızdan bazılarının kovulacağı öne sürülürdü.
Ve yakın yaşlardaki on kişi olan biz, her akşam içimize yerleştirilmiş bir yetersizlik duygusuyla evin yolunu tutardık.
İşte böyle günlerin bir tanesinde şef yanıma gelip benimle bir çay içip konuşmak istedi. Çaycıya yürürken aklımda canlanan ilk şeyin ailemden ayrı yerde tuttuğum ev olduğunu hatırlıyorum. Kötü bir şeyler olduğunu sezmiştim, fakat o zamanlar yapabileceğim hiçbir şey olmadığını düşünüyordum.
Şu anda o günlere dönüp tazminatsız bir şekilde işten çıkartılan kendimi bulsam, ona en başta hiçbir şey için çaresiz hissetmemesi gerektiğini anlatarak sırtını sıvazlarım. Kendini performansı düşük bir işçi, başarısız bir eleman, istenileni yapamayan bir yetersiz olarak görmemesini söylerim.
Aksine her alanda otoriteyi kıracaksın derim ona. Korkan sen değil şefin, patronun olacak derim.
Önemli olanın kafa tutmak olduğunu, hakkından vazgeçmeyip
inatla kurulacak bir mücadelenin ona hissettirilen her
kötü duyguyu içinden uzaklaştıracağını, kötülüğün uzun sürmeyeceğini hatırlatırım.
Eldeki çizikler silinir belki, ama itaate atılan çizik silinmez.
İrem Gülser – Anketör