“Yunanistan’da Anarşizm 2: Lelas Karagianni 37 İşgal Evi” Aktarımı Kadıköy 26A Atölye’de Gerçekleştirildi
- Posted: 29 Ocak 2019
- Category: 26A ATÖLYE, ETKİNLİKLER, Kolektif 26A
Kadıköy 26A Atölye’de bu hafta Lelas Karagianni İşgalevi’nden ve aynı zamanda Anarşist Politik Organizasyon’dan yoldaşlarımız 1988’den beri Atina’da varlığını sürdüren anarşist işgalevi Lelas Karagianni 37 deneyimine dair bir aktarım gerçekleştirdiler. İşgal evi hareketlerinin politik karakterini tartışılırken yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasında işgalevi deneyiminin gündelik bir özörgütlenme olması üzerinde duruldu.
Yunanistan’daki örgütlü anarşizme, LK37 İşgalevi’nin maruz kaldığı faşist saldırılara ve SYRIZA hükümetinin politik baskılarına değinilen aktarım, işgalevine ilişkin bir video gösterimiyle sona erdi.
Aktarım metnini katılamayanlar için paylaşıyoruz:
Lelas Karagianni 37 İşgalevi
Birinci Kısım: İşgalevinin siyasi mizacı
Her şeyden evvel, “Ateş Çemberi” anarşist kolektifinin üyeleri ve Lelas Karagianni 37’nin işgalcileri olarak, bu otuz yıllık hayat mücadelemiz hakkında konuşmanın bugünkü gibi sınırlı bir zaman diliminde pek de kolay olmadığını bilmenizi isteriz. Bizim yapmaya çalışacağımız şey, genel görüşlerle mücedelenin ve deneyimlerimizin bir kaba taslağını çizmek olacaktır. Yani işgalevinin 1988’deki kuruluşundan günümüze kadarki süreçte işgalevinin siyasi şemasını sizinle paylaşacağız.
Tüm bu yıllar boyunca -ve halen- Lelas Karagianni İşgalevi her şeyden önce bize anarşistler olarak hedeflerimize ulaşmamızda başarılı olmamızı sağlayan bir mücadele aracı oldu. Çünkü bizim siyasi kimliğimiz bu ve işgalcilik bizim birçok niteliğimizden sadece biri. Son altı yıldır anarşist ve işgalci olarak aldığımız kararlar, Anarşist Politik Organizasyon’un (APO) yaratılışı için kurulan kolektifler-arası sürece olan katılımımızla özetlenebilir. APO temelde bunca senedir gerçekleştirmeye çalıştığımız, anarşist politik organizasyonleri federal bir çatı altında toplama hayalinin gerçekleşmesinden ibarettir. Bu birleşme kararı aslında doğrudan kolektifimizin içindeki derin ve uzun tartışmalara dayanmaktadır. Ki kolektifimiz de etkinliklerine devam etmiş ve birçok alanda mücadelelerini sürdürmüştür. Her ne var ki Aralık 2008 isyanı ve bu isyan ardından gerçekleştirdiğimiz özeleştiri sonucunda, bu gelişmedeki sorumluluğumuz ve kendi sınırlarımızın farkına vardık.
Bu noktada, “sınırlarımızın farkına vardık”tan ne kastettiğimizi açıklamak gerekebilir. Radikal, spontane, gönüllülüğe dayalı, mücadeleci ve kararlı olmak her daim anarşist hareketin nitelikleri arasında yer almıştır. Başından beri sistemi güzelleştirmeyi amaçlayan reformcu soldan, sistemin külliyen yıkımını savunan bizleri ayıran ve onlardan özerk kılan da budur. Bu özellikler, büyük olayların patlak vermesini sağlarken aynı zamanda da devlet ve kapitalizme de çok dinamik cevaplar getiren canlı ve çoksesli bir siyasi hareketin oluşmasına vesile oldular. Gelgelelim, tamamiyle bambaşka bir sosyopolitik konjonktürde benimsenmiş, bu şekilsiz olarak betimleyebileceğimiz örgütlenme modeli, zamanla sınırlarını belli etti. Anarşistlerin etkili eylemleri ve son otuzu aşkın yıldır devam ettirdikleri mücadeleleri olmasaydı Aralık isyanının tamamen farklı olmuş olacağı kesindir. İsyan esnasında, siyasi önerilerimizin doğrulandığını ve çoğu tarafından da kabul gördüğü kanısına vardık. Ne var ki, anarşist olarak sadece isyanı tekrarlamak istemiyoruz, arada sırada yapılan hareket, protesto ve ayaklanmaların sınırlarını aşmak ve Toplumsal Devrim bakış açısını gerçekten ortaya koyarak topluma Devlet ve Kapitalizmi yerlebir edecek gerçekçi devrimci öneriler sunmayı hedefliyoruz. İşte bundan dolayı daha uzun süreli bir strateji geliştirerek düzen ve karar alma mekanizmalarımızı güncellememizin gerekli olduğuna karar verdik.
Dolayısıyla, APO’yu yaratma sürecine katılım kararımız aslında bizim kendi özeleştirimizden ve özellikle Aralık 2008 isyanında kuruluşumuzun yüzleştiği sınırlarından kaynaklanıyordu. Bu sınırlar ise taa 70’lere kadar uzanan köklere sahip.
Bu süre boyunca Lelas Karagianni 37’nin yüzleştiği sorunlar hep aynıydı, yüzeysel dönüşümler dışında otuz küsur senedir bunlar az çok sabit kaldı. Bizi işgalciler olarak ayırt eden şey, bizim salt işgalci değil aynı zamanda ve her şeyden evvel anarşist olmamızdı, bu temelde araç ile amaç arasında kurduğumuz ilişkiden kaynaklanıyor. İşgalevi bizim için ancak bir araç idi, her ne kadar önemli bir araç olursa olsun. Hiç bir zaman amacımızı aracımız uğruna feda etmedik. İşgalevine ilk girdiğimizde de anarşisttik, öyle kaldık ve bizi pılımızı pırtımızı toplatıp kapı dışına ettikleri gün geldiğinde de anarşist kalacağız. Anlayacağınız, bir işgalevi sahibi olmak hiç bir zaman amacımız değildi ve olmadı. “İşgalevimiz herşeyimizdir”, “işgalevi bizim kimliğimizdir” gibi ibareler hiç kullanmadık. E. Malatesta’ya haklı amaç uğrunda her aracın mübah olup olmadığı sorulduğunda, her amacın bir araca muhtaç olduğunu söylemiştir. Bizim için, işgalevi hiç bir zaman amacımız için kullandığımız bir araçtan fazlası olmamıştır ve olamaz. Ki bizim amacımız da Malatesta’nınki ile aynıdır; Toplumsal Devrim, Anarşi ve Liberter Komünizm.
Bunların boş laflar olduklarını ve son otuz yıldır ortaya çıkan işgalevlerinin tümü için bunların zaten geçerli olduğunu düşünenlerin söylediklerimiz anlaması zor olacaktır. Nitekim onlar değişik işgalevleri arasında mevcut olan sürekli siyasi kargaşanın haddi hesabını bilmemekle beraber genelde yüzeysel ve siyasetten uzak bir önyargıyla işgalevlerini içinde yaşayanların şahsiyetlerine göre anlamaya çalışacaklardır.
Evet, sizlere çok kısa bir şekilde dün neydik, ne değildik, bugün neyiz ve neyi hiç bir zaman olmayacağımızı söyledik, peki ama nelerle yüzleştik, işte bundan henüz bahsetmedik. Sadece işgalci değil ama anarşistler olarak göndermelerimiz sadece gündelik yaşamın siyasallaşmasına yönelik değil, ancak ufukta hiç bir zaman gözden kaçırmadığımız Toplumsal Devrimdi. İşte içimizdeki anlaşmazlıkların en büyük kaynağı da burada saklı. İşgalevleri arasında oluşan kavgalar genelde bu gündelik kaygılar ile nihai hedef arasındaki iletişimsizlikten kaynaklanıyor. Çok güzel işbirliği ve arkadaşlıklar, etkili birliktelikler ve sıkı dayanışmalar maalesef ara sıra patlak veren tatsızlıklarla zedeleniyor.
Hareketimizi etkilemiş olan Sitüasyonist Enternasyonel’den esinlenen bir cümleyi tanımlamadan aktarmak istiyoruz, çünkü içerdiği mesaj köküne kadar anarşist. Bundan yirmi yıl önce Lelas Karagianni 37’nin kuruluşunun onuncu yıldönümünde şöyle yazmıştık: “Yapımızın tabiatı gereği kolektif bir şekilde, kendimizi az ifade ederek, daha gelecek nice insan ve olayı bekleyerek çalışmalıyız. Ancak biz bir büyük kudrete daha inanıyoruz ki, bu da alışılmış etkinlik, insan ve kurumlardan hiç bir şey beklememektir.” LK37’nin 1994 yılında basılmış bir posterine baktığımızda ilk bakışta tamamen absürt gözüken bir imgeyle karşılaşıyoruz. Bir işgalevi imzasını taşıyan bu posterin üstünde “İsmimiz, ruhumuzdur; Anarşi” yazıyor. Bugün bile tamamen gülünç gelebilir ama işgalciler olarak yaşadıklarımızı bilen birisi bu jestin ne anlama geldiğini bilir. Buradaki mesaj açıktır aslında: Anarşiye karşı olmak nere? Biz anarşinin ta kendisiyiz.
İkinci Kısım:
İşgalevinin siyasi mizacını zaten anlattığımıza göre, bizim açımızdan bu yapının Toplumsal Devrim ile sistemi tersdüz etmek isteyen biz anarşistlerin elindeki nice araçlardan sadece biri olduğunun açık olması gerekir. Biz içeri bakmaktansa dışarı bakmayı seçtik. İşgalevini her zaman toplumsal ve sınıfsal koşulların gelişimine bağlı bir alan olarak değerlendirdik. Bunu ise hep anarşist hareketin gelişimi babında ele aldık. Bunu katiyen münzevi bir özgürleştirilmiş toprak parçası ya da “farklı bir şekilde yaşayıp kendimizi ifade edebileceğimiz” bir zevk ü sefa alanı olarak değerlendirmedik. Bu durumumuz bizi işgalciliğin alabildiği farklı perspektiflerden farklılaştırdı ve mücadelemizin önemli anlarında kendimizi tanımlamamızı sağladı.
İşgalin doğası itibariyle varolan tehlikenin tamamiyle farkındayız. Bu tehlike kendini alternatif yaşam tarzıyla sınırlamadan geçmektir. Bu tarz bir yaşam sistem tarafından zararsız görülmekle beraber kolayca da asimile edilir. Tabii bunun için işgalevinin Devlet ve Kapitalizme karşı olan mücadeleden koparılması gerekir. Sonuç olarak biz, zaman zaman anarşizme dahi düşman oluveren, bu alternatif yaşam tarzı perspektiflerine karşı hep ağır eleştiriler getirdik. Tabii şunu da söylemek lazım ki 1990’ların başlarında işgalcilik tam anlamıyla anarşist bir uygulama değildi.
İşgalevleri Avrupa’dan ithal edilen “yeni” bir fikirdi. Aslında Yunanistan’da anarşiye karşı bir cevap olarak beliriverdi. Anarşistler bundan ötürü başlarda bu gelişimi ancak gözucuyla izlediler.
LK işgalevinin anarşist yoldaşlarca kurulmuş olması bu uygulamanın anarşist mücadele ile kaynaşmasına katkı sağladı. Aynı zamanda, işgalevimiz Yunanistan’da o konjonktürde meydana çıkan toplumsal ve sınıfsal mücadelelere dahil olma fikrini savunarak anarşist hareketi etkiledi. Hedef bu orta düzlemdeki ve kısmi mücadeleleri radikalleştirip Toplumsal Devrim perspektifini tabana yaymaktı.
Eylemleri ve girişimleriyle işgalevi dayanışma kavramını, sadece ortak bir vizyonu paylaşanlar arasında değil ama aynı zamanda toplumsal ve sınıfsal mücadeledeki tüm insanların kullanabileceği bir silah olarak tanıtmıştır.
Bazı yapıların yaratılmasıyla meydana gelen örgütlü oluşum aslında toplumla sadece sokaklarda ayaküstünde değil ama gençlikle, işçilerle, işsizlerle sürekli bir iletişim ve bağlantı kurma ihtiyacına verilen bir cevaptı.
İşgalevi siyasi ve toplumsal bir yapı olarak, aynı zamanda sokaklardaki çatışmaları toplumsal ve sınıfsal sorunlarla da bağdaştırmaya katkı sağladı. Bu noktada, bu mücadele aracının siyasal seçimi hakkında daha derin detaya inmek gerekiyor.
İşgalevi varlığını (baskı nedeniyle) sonlandırsa bile, bizlerin anarşist kalacağı kesindir. Tabii bir işgalevine sahip olmak sahip olmamaya yeğlenir. Bundan kasıt hem anarşist hem işgalci olmanın verdiği özelliktir.
Çünkü işgalevi belirli fiziksel bir alan olarak, görünülür ve dolayısıyla devlet şiddetine müsait olmasından öte, bize mücadelemizi araziye taşıma imkanını vererek direniş, öz-örgütlenme ve dayanışma konusundaki önerilerimizi aktarmak için düzenli bir temel sağlamaktadır. Devlet ve kapitalizm tarafından üzerimize itelenen sömürücü koşullar toplumu dağıtmış, halkın gerçek kaynaşmışlık hissini kaybettirmiş ve korkunç bir yabancılaşma ve bireyselleşmeye yol açmıştır.
Bunun neticesinde hayatta kalmak için sürekli olarak şantajlanan dizlerinin üzerinde dilenen bir toplumla karşı karşıyayız. Ticaret, her türlü mafya ve faşist baskı güçleri ve mekanizmalarıyla idare edilen bir şehrin boğucu gerçekliğinde kapana kısılmış bir toplum.
Korku ve güvensizlik yayan koşullarla, hoşgörüden yoksun ve gitgide daha ırkçı insanlar yaratan, “güçlü zayıfı ezer” mantığıyla kendi kendini yenileyen yetkinin, toplumsal yamyamlığı kurallaştırdığı bir ortamda şehirde mücadele alanları yaratmak muazzam bir önem arz ediyor.
Çünkü işgalevleri direnişçilere görünülür ve sabit buluşma noktaları sağlamakla beraber anarşist fikirlerin de yayılmasına vesile oluyor. İşgalevleri tepeden inme kurulmuş olan devlet ve kapitalizme karşı inşa edilmiş birer direniş abidesi olarak hem şu anı örgütlerken aynı zamanda tasavvur ettiğimiz geleceğin örgütsel hücrelerini de oluşturmaktalar.
Dayanışma, eşitlik ve toplumsal adalet değerlerini hem uygulayıp hem de yayarak içinde bulunduğumuz genelleştirilmiş kriz ortamında içleri boşaltılmış bu kelimelerin gerçek anlamlarını yaşatıyorlar. Dolayısıyla, ortak yaşayışımız ve mücadelemizden ötürü Lelas Karagianni 37; kar ve yetkinin dikte ettiği yasaların oluşturduğu yaşam koşullarının reddi, sistemin güya toplumun ihtiyaçları için (konut, yemek, eğitim, eğlence, iletişim, sanat) atanan aktör ve kurumlarının aracılığı ve temsiliyetine, boyun eğmeye karşı bir öz-örgütlenme önerisi, gündelik bir direniştir.
Tüm bunların buluşup maddesel bir ifade aldığı bir yerdir LK 37. Yaşamak ve mücadele etmek için kendini sürekli yenileyen kömünal bir çerçevedir. Bu gerçek ve gündelik direniş sürecinin sonucunda meydana çıkan sorunlar ve sınavlar, yargıları radikalize ederken, bilincimizi güçlendirip belki de en önemlisi yoldaşlığı ve dayanışmayı kaynaştırmaktadır.
Daha kısa ifade etmek gerekirse, işgalevi, bizim için gündelik hayat ile devlete karşı olan mücadelemizi birleştiren sürekli bir deney gibidir. Çünkü mücadele soyut bir kavram değildir. Tam aksine, adanmışlıkla, tutarlılıkla ve katkıyla ayakta duran ve varolan gerçeklikle gün be gün meydana gelen bir çatışmadır.
Genel anlamda işgalevimizin bulunduğu bağlam budur. Toplumsal ve siyasi bir iletişim, tartışma ve tanışma alanı. Tabii konut boyutu dışında belli başlı siyasi, toplumsal ve kültürel faaliyetlere de ev sahipliği yapmaktadır.
İşgalevindeki “Ateş Çemberi” anarşist kolektifi dışında, işgalevi meclisi yapının siyasi kanadını oluşturur. Ortak mücadelenin ihtiyaç ve önceliklerine göre etkinlikler, kitap tanıtımları, sinema, belgesel gösterimleri, tartışmalar, tiyatro piyesleri, konserler, kolektif mutfak, çocuk etkinlikleri ve öz-eğitim dersleri gerçekleştirir. South Wind (Güney Rüzgarı) yayın kolektifinin kitaplarını içeren bir kütüphane de yine işgalevi tarafından 1988’de kurulmuştu. Hatta zaman zaman dövüş sanatlarının da öğretildiği bir jimnastik salonu bile vardır.
İşgalevinde düzenlenen bu etkinliklerin dışında, İşgalevi aynı zamanda yerel düzlemde de faaldir. Nitekim işgalevi üyeleri başka kolektiflerin de üyesidirler. Örneğin komşu Direniş Meclisi ve Kispelis/Patission Mücadelesi ve antifaşist yürüyüşlerde mücadele içindekiler, göçmen ve sığınmacılarla beraber yer almaktadırlar. Son dönemlerde işgalevi bir anarşist öğrenci kolektifini ve Arodamos yüksek öğrenim öğrencilerini barındırmaktadır.
Üçüncü Kısım: İşgalevinin Farklı Toplumsal ve Sınıfsal Mücadele Cepheleriyle Dayanışma Örnekleri
Bu otuz yılın her bir dönemi böyle örneklerle doludur. Buluşma ve dayanışmaların, protesto ve gösterilerin, söz ve eylemlerle daha geniş bir toplumsal çağrıyı hedeflediği anlarla doludur. İşgalevi, anarşist ve anti-otoriterlerin toplumsal ve sınıfsal mücadelelere olan müdahale ve katılımıyla derin bir şekilde bağlanmıştır. Ki bu işgalevinin doğuşu zaten devlet-kapitalist modeli tarafından dayatılmış düzene karşı bir cevap bulma arayışı içinde gerçekleşmiştir. Ayrıca otuz yıllık serüven boyunca işgale katılmış insanların da seçimleri de bu resimle tutarlı olmuştur. Yani bu süre zarfında kendimiz ve başkalarıyla omuz omuza verdiğimiz nice direniş örnekleri vardır…
Ücretli köleliğe, bunun günümüzdeki dayatılma koşullarına ve iş cinayetlerine karşı mücadeleler: İşgalevinin en başından beri anarşist yoldaşlar direnen işçilerle sınıf dayanışması babında farklı girişimler geliştirdiler. Değişik zamanlarda işçi mücadelelerinde emekçilerle el ele verdiler. Buna somut birer örnek olarak 1990’da Euvoia’daki Mantudi madenlerindeki ve Patra’daki Piraiki-Patraiki tekstil şirketindeki grev eylemlerini ve aynı zamanda 1991 kışındaki toplu ulaşım greviyle Atina’daki otogarların işgalini anabiliriz. Birkaç yıl sonra, Haziran 1998’de ise yoldaşlarımız kamusal eğitim sektöründeki yeni düzenlemeler karşısında işsiz kalan öğretmenleri bu dönemdeki karmaşada desteklemiştir. Aynı zamanda 1997 kışında ulusal otoyol ağını blokaj eylemleriyle durduran çiftçilerin direnişine de katılmıştık.
Mart 1998’de, Genel Emekçi Konfederasyonu’nun Kavala’daki kongresinde bürokratik sendikacılığın sınıf mücadelesindeki işbirlikçi rolüne karşı düzenlenen hareketli protestoya katıldık. İşgalevinin bu erken dönemindeki önemli sınıf mücadelesi perspektifinden bahsetmemizin sebebi, sınıfsal dayanışmanın ve bundaki anarşist dahiliyetin, devlet ve patronların baskı ve sömürüsünün ancak fısıldandığı bu dönemde çok önemli olmasından kaynaklanmakta.
Aynı zamanda son yıllarda artarak katlanan iş cinayetlerine karşı bir seri eyleme de müdahil olduk. 1 Mayıs’lara düzenli bir anarşist katılım sağladık. 2008’den itibaren Atina sokaklarında meydana gelen yürüyüş, eylem ve çatışmalara sürekli bir katılım sağladık. Bugün, anarşistler, işçiler ve işgalciler olarak tabandan gelen sınıfsal mücadeleyi savunan öz-örgütlü cephelerde ve sendikalarda anarşist müdahalelerimizle katılımımızı sürdürüyoruz.
Öğrenci ve gençlerle sokaklarda buluştuk: Doksanların ilk yıllarındaki öğrenci işgallerinden 98-99’daki son olaylara kadar ve ardından 2006-2007’deki üniversite işgallerinde faal olduk. Bu işgaller zaman zaman genel bir hale bürünerek toplumsal çatışmalar ve Ocak 1991’de komünist profesör Temponeras’ın sağcı bir devlet ajanı tarafından katledilmesinden sonra olduğu gibi düpedüz isyan şeklini de aldı.
Antiotoriter mücadele ve isyanlarda da yer aldık: Genç yoldaşımız Kaltezas’ı katleden polisin Eylül 1988 ve Şubat 1990’da yapılan duruşmalarına ve sonunda serbest bırakılmasına tanıklık ettik. Kasım 1995’te Koridalos hapishanesindeki isyan ve anarşist tutsakların açlık greviyle dayanışma halinde Atina’daki Politeknik Üniversitesi’nin işgaline katıldık. Nihayeten 2008’de onbeş yaşındaki kardeşimiz Aleksis Grigoropulos’un polis tarafından öldürülmesinin ardından Exarchia’da patlak verip tüm ülkeye yayılan toplumsal devrim esnasında Politeknik Üniversitesi işgalinin bir parçasıydık.
Doğa katli ve yerli toplulukların haklarının sömürüsüne karşı düzenlenen yerel direniş ve mücadelelerde yer aldık: Haziran 1994’te Pelion’daki Puri köyünde su kaynakları için verilen mücadelede, 1997-98’de Halkidiki’deki Varvara ve Olimpiada köyleri yakınında altın madeni kurulmasına karşı ve daha sonraları Ciona dağında boksit çıkarılmasına karşı, Korfu’daki Keratea-Attiki ve Levkimmi köylerinde toprak dolum alanlarına karşı ve yine Kuzeydoğu Halkidiki’de açık hava bir altın ocağına karşı halk ile dayanışma içindeydik. Atiki’de bulunan Parnita dağının savunması için düzenlenen mücadelede de yer aldık. Söz konusu yerde meydana gelen ve ormanın büyük kısmını yok eden feci bir yangının ardından bir sürü gelişim projesine karşı, ekolojiye dayalı açık cepheler kurmayı hedefledik. Böylece Aheloos nehrinin güzergahının değiştirilip üzerine baraj kurma deliliği gibi projelere de karşı çıktık. 2007’den bugüne kadar ulusal ölçekte bu babda da eylemler düzenliyoruz.
Bu gösteri ve yürüyüşler doğa savunması için içerik ve öneriler getirerek, direnen yerel topluluklarla tanışmamızı sağlayarak, etkinliklerimizin şehirleri aşıp anarşist mücadelenin zenginleşmesine katkı sağladılar. Çünkü devlet ve kapitalizmin doğaya karşı işledikleri suçlar kırsalda en ağır çıplaklıklarıyla gözler önünde sergileniyor. Hareketimizin köylerde de örgütlenmesi bizim doğal dünya ile olan ilişkimizin gelişimi ve insanlarla doğa arasındaki iletişimin de bir yansıması ve kapitalist devletçi düzenin gelişim planlarına karşı yeni müdahale ve harekete geçme yollarının icat edilmesini de beraberinde getiriyor.
Tahakkümün küreselleşmesi ve bunun fetih girişimlerine karşı: 1997’de Amsterdam’daki Avrupa Birliği Zirvesine karşı düzenlenen protestodan tutun da 2000 yılında Londra’daki 1 Mayıs gösterilerine, Eylül 2000’de IMF ve Dünya Bankası zirvesine karşı düzenlenen Prag’daki gösteri ve çatışmalardan, 2000 Aralığında Nice’teki AB zirvesine karşı yapılan yürüyüşe, yoldaş Carlo Giuliani’nin polis tarafından öldürüldüğü 2001 Temmuzunda g8 zirvesine karşı Cenova’da düzenlenen gösterilerden, Temmuz 2002’de Strasburg’daki NO BORDER CAMP’e ve Haziran 2003’de Selanik’teki AB zirvesi karşıtı gösterilere.
Haziran gösterilerinden önce anarşistler Atina ve diğer kentlerde ciddi bir toplumsal girişim ve etkinlik hareketliliği gösterdiler. Selanik’teki temel gösteride ve polisle olan çatışmalarda ise kırmızı bölgeyi aştıkları gerekçesiyle yoldaşlarımız gözaltına alınıp tutuklandı. Açlık eylemini seçmeleri ulus çapında yankı uyandıran çok önemli bir dayanışma mücadelesi yarattı. Yoldaşlarımızın bırakılmasıyla neticelenen bu birkaç aylık hareketin merkezi Atina Üniversitesi’ydi ve burada önemli bir anarşist ve anti-otoriter hareket gelişti.
Aynı zamanda ABD ve müttefiklerinin (Yugoslavya, Irak, Afganistan) fetih çıkartmalarına karşı da büyük çapta antimilitarist gösterilere katıldık. Clinton’un Kasım 1999’daki Atina ziyareti esnasında meydana gelen çatışmalarda devlet ve kapitalist hedeflere karşı doğrudan müdahalelere de imza attık.
Devlet ve Kapitalizmin şenliklere karşı: örneğin baskının egemen olduğu bir durumda siyasi mutabakat ile düzenlenen 2004 Atina Olimpiyatlarında toplumsal servetin talanına, kontrolün şiddetlenmesine, emek sömürüsünün ve işçi katillerinin yoğunlaşmasına karşı çok sayıda protesto ve müdahale gerçekleştirildi.
Göçmen ve sığınmacılarla dayanışma içinde: Arnavutluk ve diğer Balkan ülkelerinden coğrafyamıza gelen kitlesel göçün ilk yılarından itibaren ortaya çıkan tablo şunu gösteriyor ki Batı’nın çeperinde korkunç koşullarda yaşayan insanlar sefillik ve savaş yüzünden göçmekteler. Bundan dolayı yerel seviyede, örneğin Kipseli mahallesinde, bu yönde yapılan hareket ve eylemler en az merkezi düzlemdeki ırkçı ve hoşgörüden yoksun siyasi laf kalabalığını yıkmak kadar önemlidir. Devletin göçmenleri odak alan yasakları ve belli konsantrasyon kamplarına tıkıştırma siyasetinin kesinlikle karşısındayız.
Amerika kıtasındaki yerli halkların direnişiyle dayanışma içerisinde: Amerika kıtasındaki yerli hareketler hakkında bir yayın serimiz var. Alternatif bilgi üretimleriyle yerli direnişlerle dayanışma içindeyiz. Örneğin 1991’den beri Kanada’daki Mohawk Kızılderililerinin direnişi, Zapatistaların, Mapuçelerin, Aralık 2001’de Arjantin’deki toplumsal isyanlarla, 2006 ve 2016’da Oaxaca’daki direnişleri yakından takip ettik. Kanada, Meksika, Arjantin, Şili konsoloslukları önlerinde devlet namına işlenen cinayetler ve baskı darbelerine karşı protestolar düzenledik. Yerlilerin topraklarını elinden alıp talan eden küresel şirketlere karşı çıktık. Ama aynı zamanda özerk Zapatista topluluklarındaki varlığımızla, onların yapılarını destekledik. 2000’de Oventic Caracol’unda ve 2010’da Realidad Caracol’unun San Hose hastanesinde. Uluslararası buluşmalarda, örneğin Zapatistalar tarafından 1996 Ağustosu’nda Chiapas’ta düzenlenen Birinci ve 1997’de İspanya’da düzenlenen ikinci kıtalararası İnsanlık Neoliberalizme Karşı toplantılarına katıldık. Son olarak da Mart 2018’de Morelia Caracol’unda düzenlenen birinci uluslararası mücadeleci kadınlar toplantısına katıldık.
Ataerkil sisteme ve toplumsal cinsiyet ayrımılığına karşı: Son yıllarda işgalevindeki yayın, etkinlik ve toplumsal müdahalelerimiz, dünkü etkinlikte bahsedilen Anarşist Politik Organizasyon’a bağlı Ataerki Karşıtı Grup’un kurulmasıyla beraber, dinamik bir şekilde gelişti.
Kamusal alanların kontrolü ve ticarileştirilmesine karşı: İlk yıldan itibaren işgalevi içinde bulunduğu Kipseli mahallesindeki kamusal alanlarda düzenlenen gösterilerin bir parçasıydı. Doksanların başında Filopapu tepesinin çitle çevrilmesine karşı ve Ocak 2003’te Pedio Areos parkının halk kullanımına kapatılmasından, Haziran 2003’te Exarchia meydanının yeniden yapılandırılmasına karşı, Ocak 2009’da ise Kipru ve Patisyon parklarının otoparka dönüştürülmesine karşı çıktık. Bu önemli bir mücadelemizdi, işgalevimizin birkaç yüz metre ilerisinde Ocak 2009 sularında patlak veren toplumsal isyan atmosferi, Atina Belediyesi’nin parklardaki ağaçların kesim kararını vermesiyle ve çitleyip bir inşaat alanına döndürmesiyle kıvılcımlandı. Hemen ardından gelen hareket işgalevi üyelerinin yanı sıra bir sürü mahalleli ve Atina’nın değişik yerlerinden gelen direnişçilerle beraber büyüdü ve gün boyu süren polisle halk arasındaki çatışmalar, onlarca yürüyüş ve halk meclisi neticesinde belediyenin planları suya düştü ve parka yeni ağaçlar dikmek zorunda kaldı. Bugün on yıl sonra bu park halen yemyeşil bir kamusal alan olarak Kipseli mahallesinin medarı iftarı. Aynı zamanda bizim de katıldığımız Kipseli/Patisyon Mahalle Direniş ve Dayanışma Meclisi’nin de merkezi olarak kullanılıyor. Bu meclis yine başka bir toplumsal yapı olarak parkta etkinlikler düzenlemekle meşgul.
Uyuşturucu çetelerine ve toplumsal yamyamlığa karşı: Torbacıları Kipru ve Patisyon parkından defetmek için uzun süreli bir mücadelemiz oldu. Bunlar alanın öz-yönetimsel mizacından faydalanarak parkı uyuşturucu satmak için bir araç haline getirmişlerdi. Bu noktada devlet ajanlarının da uyuşturucu alım satımını bilhassa bu parka itelemek istediğine dair de ciddi kanaatimiz var.
Günümüzde Lelas Karagianni 37 İşgalevi olarak Exarchia mahallesindeki uyuşturucu çeteleri, toplumsal yamyamlık ve devlet baskısına karşı verilen mücadelede kolektifler-arası bir cepheyle yer alıyoruz; Exarchia’nın Yeniden Sahiplenilmesi Meclisi. Bu zor, uzun vadeli ve değişik bir mücadele, çünkü aslında daha geniş devlet planlarının etkileriyle baş etmeye çalışıyor. Örneğin mahallenin tarihi ve kendi öz mücadelesinin konjonktürü silinmek istenirken, bir taraftan da uyuşturucu çetelerinin muazzam karlarının buranın değişiminde önemli bir rol sahibi olduğunu görüyoruz. Bu ikisi birleştiğinde ortaya hem otoriter hem de serseri şiddetin mantık dışı ve köreltici kullanımına maruz kalınıyor. Devlet bu durumu nasıl mı kullanıyor? Kendi vizyonunu toplumsal anlamda meşrulaştırmak için bölgedeki düzensizliğe işaret edip bunu anarşistlere ve öz-örgütlü başka yapı ve insan topluluklarının mücadelesinin bir sonucuymuş gibi gösteriyor.
En son olarak bu otuz yıl boyunca işgalevi ve ona katılım sağlayan anarşistler her zaman farklı şekillerde mücadelenin içinde olmuşlardır; devlet terörüne karşı, devrimcilerin devlet tarafından susturulup öldürülmesine karşı, devlete ve devlet namına işlenen saldırılara karşı, hapishanelerde isyan edenlerle dayanışma içinde, devlet tarafından kapatılan yoldaşlarla dayanışma içinde. Kısaca, işgalevi sokaklarda mücadele eden insanların buluşabildiği bir yer ve aynı zamanda sokaklarda mücadele edebilme kabiliyetimizi yenileyebildiğiniz bir sığınak.
Dördüncü Kısım: Devlet Baskısı ve Devlet Namına Yapılan Saldırılar
Egemen zümrenin sürekli olarak yoğunlaşan saldırılarına maruz kalan toplumsal tabanın temel hakları ve yaşam koşulları günbegün tecavüze uğrarken direnişler de aynı şekilde ağırlaşan devlet baskısı ve devlet namına yapılan saldırılara maruz kalmaktadır. Özellikle de sistemin kurum ve yöneticileri tarafından sınırlandırılmayan ve kontrol edilmeyen direnişler, yani kimsenin patronluk taslamadığı, gerçek ezilenler tarafından spontane oluşmuş bir protestodan bilinçli bir ayaklanma ve egemen sınıfın saldırısıyla sistemin sürekli buhranına tek çözümün toplumsal devrime organik bir geçiş sağlamaya çalışan direnişler hedef alınmaktadır.
İşgalevleri ve genel olarak öz-yönetimli alanlar bu bilincin ve öz-örgütlü direnişin çok özel bir parçasıdır. Bu sebeple yakın geçmişimizdeki daha geniş ölçekteki toplumsal mücadelelerin evrim ve gelişiminde çok önemli roller oynamışlardır. Tam olarak da bu yüzden her daim devlet baskısını ve devlet çetelerinin hedefi olmuşlardır.
Özellikle de Lelas Karagianni 37 İşgalevi Yunanistan’daki anarşist mücadele ile adeta bütünleşmiş haldedir. Devlet ve sermayeye karşı sürekli mücadele etmiş, hareket ve katılımlarını toplumsal ve sınıfsal mücadelenin her cephesinde sergilemiştir. Dolayısıyla otuz bir yıllık serüveninde işgalevi, hem yerel seviyede mahalledeki olaylarla hem de merkezi siyasi düzlemde, çeşitli saldırılara ve kötü niyetlere maruz kalmıştır. Polis baskınları ve üç mal sahibi (Atina Üniversiteleri) tarafından işgalcileri külliyen evden atma teşebbüsleri ve devlet namına çalışan faşist çeteler tarafından katil ve birçok kundakçılık saldırıları.
En başından beri işgalevi direnenlere karşı devletin uygulamaya çalıştığı baskı planlarının temel hedeflerinden biriydi. Doksanlarda genel devlet terörü, baskı ve mücadelecilerin suçlulaştırıldığı bir ortamda işgalciler tutuklamalar ve atılmalarla sonuçlanan üç polis baskını geçirdiler. Neyse ki işgalevi işgalciler ve direnişte onlarla dayanışma içinde olanlar sayesinde tekrardan işgal edilerek ayakta kaldı ve mücadelemiz halen sürüyor.
Şunu da belirtmek gerekir ki 2002’den beri mal sahipleri, yani üç Atina üniversitesi, işgalcileri evlerinden etmek ve binayı sermayeye dönüştürmek için muhtelif baskı ajandaları üzerine mürekkep dökmektedirler. Örneğin 2002 yazında akıllarınca işgalcileri terke zorlamak için binanın suyunu kesmişlerdir. Ne var ki bu gibi beyhude girişimler işgalevimizin savunmasındaki dinamik direniş sayesinde vız gelir tırıs gider niteliktedir.
2008 Aralık ayaklanmasının ardından, devlet genel bir karşı-ayaklanma kampanyası başlatmıştı. Niyeti toplumsal ve siyasi mücadelenin her cephesindeki çok sayıda öz-örgütlü kolektif direniş gruplarının oluşum ve dirilişini engellemekti. İşgalevlerine yapılan saldırı devletin bu yöndeki siyasi kararlarından biriydi. Devletin en yüksek yargı makamı ülke çapındaki işgalevlerinin derhal boşaltılmasını emretti. Ne var ki bu saldırıyı gerçekleştirmenin imkansız olduğu geniş çaptaki yürüyüş ve gösteriler, bu dönemdeki yoğun çatışmalar ve sürekli hükümet değişimleriyle anlaşıldı.
Sonraki dönemde ve 2012 Haziranı’ndaki seçimlerden sonra devlet ve yeni siyasi yönetim kadrosu toplumsal ve sınıfsal direnişlere karşı, “meşruluğu” öne süren ve sıfır tolerans getiren geniş bir baskı kampanyası başlattılar. Bu yeni kampanyanın temel hedeflerinden biri yine işgalevleri ve öz-örgütlü yapılardı, yandaş medya da tabii ki bu yönde kendilerine düşen yüzsüz aşağılayıcı propagandayı yapma görevini yerine getirdi. Bu esnada Atina ve Selanik’teki birçok işgalevi boşaltıldı.
15 Ocak 2013’te LK37’ye yönelik olan polis baskın ve zorla boşaltma operasyonu meydana geldi. Özel tim birlikleri bir buçuk saat boyunca barikatlanmış binaya girmek için uğraştılar. İşgalevini savunan ondört yoldaşımız çatıya çıkıp “FAŞİZME GEÇİT YOK- NO PASARAN” pankartlarını asarak binanın aşağısına direnişle dayanışmaya gelen kalabalıkla beraber sloganlar atmaya başladılar. Baskı güçleri sonunda binayı istila ettiklerinde ondört yoldaşımız gözaltına alındı. Ne var ki devletin güya beklenmedik bir baskın ile yansıtmak istediği zavallı güç ve iktidar gösterisi boşa çıkmıştı.
Hem direnişçilerin dinamik direnişi hem de mal sahiplerinin baskına karşı tavır takınmaları ve ülke çapında yeni bir gösteri ve yürüyüş silsilesinin patlak verme ihtimali polisleri geri adım atmaya itti ve tutuklanmış yoldaşlar dört saat içinde bırakılmakla birlikte binayı tekrar işgal etmeleri mümkün kılındı.
Bu noktada (baskın olduğunda) baskı dalgası ve buna önayak olan siyasiler zaten zayıflamış durumdaydı. Çünkü hamlelerini yaptıkları anda yakalamak istedikleri ivme, sürekli, kitlesel ve dinamik bir direnişle karşılaşmışlardı. Hareket binlerce militanı işgalevlerinin etrafında toplumsal ve sınıfsal bir cephe olarak devlet baskısına karşı örgütlemişti bile.
Bu direnişin doruk noktası Atina’daki Villa Amalias işgalevinin düzinelerce militan tarafından yeniden işgal edilmesiydi. Söz konusu işgalevi ülkedeki en uzun süreli öreklerden biriydi ve Aralık 2012’de zorla boşaltıldıktan sonra gece gündüz polis güçleri tarafından korunuyordu. Bu eylemle beraber devlet baskısını alaşağı etmeyi başardık. Bundan dolayı işgalevi neredeyse hemen ardından boşaltıldı ve militanlar devletin topluma yansıtmak istediği mutlak iktidar karikatürünü muhafaza etmek adına tutuklandı.
Bir de Villa Amalias’ın yeniden işgalinden bir kaç gün sonra Atina’da işgalevleriyle bir dayanışma eylemi düzenlendi. Farklı siyasi, toplumsal ve sınıfsal kolektiflerden oluşan on küsur bin insanın katıldığı bu eylem o ana kadar devletin tasarımlarına karşı gerçekleştirilen direnişin sokaklardaki en geniş tezahürüydü. Dolayısıyla, LK 37 işgalevinin bastırılma operasyonunun suya düşmesi aslında genel olarak işgalevlerine yönelik devlet saldırısının -en azından bir süreliğine- durduğuna işaret ediyordu.
Ne var ki, birkaç ay daha devlete daha avantajlı ve farklı koşullarda devam etti -çünkü direniş ve dayanışmada bir azalma vardı- ve Ağustos 2013’te Patras şehrinde üç işgalevinin boşaltılmasının ardından ülkenin başka kentlerinde de işgalciler evlerinden oldu.
Bugün sözde solcu SYRIZA hükümeti altında işgalevleri devlet baskısının hedefi olmaya devam ediyor. Bunun için hükümet sözcülerinin yaptıkları açıklamalara ve yandaş medyada çıkan yazılara bakmak yeterli. Genelde bu alanlara yapılan baskılar için kullanılan yalan, işgal edilen binaların kamu yararına kullanıma sokulacağı yalanıdır.
Bunun tipik bir örneği, an itibariyle atılma riskiyle yüzyüze olan Selanik’teki Mundo Nuevo işgalevine karşı yapılan baskıdır. Buradaki binanın sahibi olan Termi belediyesi, binayı bir okula dönüştürmesi amacıyla uyuşturucu bağımlıları için çalışan bir devlet kurumu olan OKANA’ya veriyor.
Tüm bunlara paralel olarak, devletin toplumsal ve sınıfsal direnişleri etkisiz hale getirmek için uyguladığı baskıcı tavırlarla aynı çizgide hareket eden, bir başka unsur da devlet namına iş gören faşist çeteler ve bunların işgalevleri ve öz-örgütlü mücadele alanları ve militanlara karşı yaptıkları sürekli saldırılardır.
Resmi baskı mekanizmaları doğrudan harekete geçemeyince, bu devlet namına çalışan çeteler resmi makamların kısıtlamalarına maruz kalmadan hareket edebilmektedir.
LK37 işgalevi, yerel düzlemde mahallede zengin ve sürekli antifaşist etkinliklere ev sahipliği yapan ve aynı zamanda merkezi antifaşist örgütlerinin gösterilerine katılanların kullandığı bir alan olarak geçmişi boyunca bu çetelerin şiddet saldırılarına maruz kalmıştır.
En ciddi saldırılardan biri faşist Altın Şafak grubunun molotof ve bıçaklarla gerçekleştirdiği saldırıdır. Nisan 2005’te işgalevinin 17. yılı vesilesiyle düzenlenen bir etkinliği basan faşistler binayı istila edip yakmaya kalkışarak etkinliğe katılan tüm insanların hayatlarını doğrudan tehlikeye sokmuşlardır.
Bu korkak devlet kahyaları saldırısının geri püskürtülmesine rağmen işgalevimizi polisler çevrelemişti. Çatışmalar esnasında faşistler iki yoldaşımızı bıçaklayıp ciddi şekilde yaraladı. Bu saldırı, anti-otoriter militan ve göçmenlerin siyasi ve toplumsal alanlarına yönelik, devletin tüm desteğiyle düzenlenen bir seri saldırının doruk noktasıydı. Bu saldırılara verilen cevap yüzlerce yoldaşın sokaklardaki dinamik yürüyüşleriydi. Bunun zirvesini de Atina’da Mart 2005’te iki bin beş yüzü aşkın kişinin katıldığı devlet ve faşizm karşıtı yürüyüşte yaşadık. Yürüyüşler devleti, Nazizmi eleştirerek daha demokratik bir mizaç göstermeye yani taktik değiştirmeye zorladı.
Bugünlerde ise Makedonya meselesinin yeniden kamu alanında tartışmaya açılması faşistler için sokaklarda bir karşı-devrim yapma şansı sunuyor. Böyle bir gelişme ancak çağdaş totaliter rejimin dayatılmasını kolaylaştıracak ve yamyamlık, ırkçılık, ulusalcılık ve yobazlığın sistemik olarak beslenmesi için bir şans olacaktır. Bu koşullarda işgalevleri ve öz-örgütlü alanlar, militanlar ve göçmenler faşistlerin hedefleri halindedir.
Mücadele alanlarına yaptıkları saldırılar Selanik’teki Libertatia işgalevinin 21 Ocak 2018’deki faşist bir yürüyüş esnasında polis güçlerince korunan faşist gruplarca kundaklanmasıyla şiddetini arttırmıştır. (Benzer bir saldırı, işgalevlerine yapılan ilk faşist saldırı, LK 37 işgalevine 1992’deki Makedonya sorunu yine tartışma konusuyken yine faşist bir yürüyüşün ardından yapılmıştı.) Bu konjonktürde, LK 37 geçtiğimiz dönemde de tekrar eden kundak ve saldırı teşebbüslerine maruz kaldı.
Ve onlara karşı sadece binamızı savunarak değil aynı zamanda kendi antifaşist mücadelemizi de sokaklarda örgütleyerek meydan okuyoruz.
LK37 işgalevinin, tüm işgalevleri ve öz-örgütlü mücadele alanlarının devlet baskı mekanizmaları ya da faşist çetelerin saldırılarına karşı savunulması, bizim, anarşist ve işgalciler olarak devlet ve kapitalizme, baskı ve sömürüye karşı sürdürdüğümüz mücadelemizin temel bir kısmıdır. Tıpkı aşağılanan ve ezilen herkesin mücadelesinin olması gerektiği gibi.