Eşcinsellerin sinemada gösterilme biçimleri içler acısı. Böyle göstereceklerine hiç göstermeseler daha iyi diyesi geliyor insanın. Sinemanın homofobik olduğu düşünülürse bundan daha iyisi de zaten mümkün değil.
Yeşilçam Sineması’nda kadına verilen roller üzerine bir yazıyı geçen sayımızda yayınlamıştık. Bu ay da sinemada eşcinsellik konusunu ele alalım istiyoruz.
Bazen açık açık bazen da diyaloglara yerleştirilen alt metinlerle eşcinsellik zaman zaman karşımıza çıksa da, bu filmlerin kullandıkları dil ve üslup hala sıkıntılı ve neredeyse bu konuları ele alarak iyilik yapıyormuş gibi görünüp homofobiyi ve transfobiyi yeniden üreten bir işleve de bürünüyorlar.
Örneğin, 1988 yılı yapımı ‘Acılar Paylaşılmaz’ filminde oğlunun eşcinsel olduğunu öğrenen baba Kadir İnanır, oğlu ile yeterince ilgilenmediği ve oğluna nasıl bir erkek olunmasını öğretemediği için oğlunun eşcinsel olduğu sonucunu izleyiciye aktarır. İzleyici de artık şunu düşünmektedir: İyi bir baba olunursa eşcinsellik oradan kalkar!
Bu filmde erkek eşcinseller gene de şanslı sayılırlar! Çünkü genelde birçok filmde erkek eşcinseller güvenilmeyen, huzursuz, rahatsız kişiler olarak sunulurlar. Tuhaf giyinen, tuhaf konuşan, tuhaf hareketleri olan kişiler olarak resmedilirler. Homofobi öylesine baskındır ki, hiç bilindik bir sinema oyuncusu tarafından değil, hep figürasyon tarafından canlandırılmışlardır. Kötü karakterleri canlandıran Erol Taş’ın bile sokak ortasında dövüldüğü bir toplumda, eşcinsel bir karakteri canlandırmanın ne kadar sıkıntılı olduğu ortadadır.
Uzun yıllar Türk Dil Kurumu sözlüğünün eşcinselliği cinsi sapıklık olarak açıklanması düşünüldüğünde, bunun filmlerde de böyle yer bulması hiç şaşırtıcı değil. Özellikle 1980 faşist askeri darbesi günlerinde eşcinselliğin yasaklanmış olması da buna eklenince sinemanın özellikle erkek eşcinselliğe bakışının düşmanca olduğuna şüphe yok.
Kenan Evren’in Erkeklikle İmtihanı
Öyle ki, ameliyatla kadın olan Bülent Ersoy’un Beddua isimli filminde gerçek yaşadıkları konu edilmişken, darbe sonrası gene Bülent Ersoy’a ama bu kez yaptıklarımdan pişman oldum dedirtircesine, yeni çektirilmiş, Yüzkarası isimli ikinci filminde Bülent Ersoy, bu ‘sapık davranışı’ için özür diler.
Genelde erkek eşcinselliğinin bu denli sapıklıkla eş tutulmasına rağmen kadınlar arası ilişkiler filmlerde daha erotizm olarak ve iki kadının birlikte olması şeklindeki bir erkek fantezisi biçiminde verilir.
İki kadının aynı yatakta yatması ya da birbirlerini öpmeleri biçiminde perdeye yansıyan bu kadın eşcinselliği genellikle daha anlaşılabilir karşılanmış olsa da çok derinlemesine öykülenmemiş, kadınların bir anlık zaafları olarak da yansıtıldığı olmuştur.
İlk örneklerinden birini 1962 yapımı Ver Elini İstanbul filminde iki kadının öpüşmesi biçiminde göreceğimiz bu duruma 1963 yılında Halit Refiğ’in Haremde Dört Kadın ve Atıf Yılmaz’ın İki Gemi Yan Yana filmlerinde de rastlarız. Ver Elini İstanbul filminin senaryosu Attila İlhan’a aittir, ancak muhtemelen o da üzerine gelen erkek basıncın etkisiyle başka bir ismi, Ali Kaptanoğlu ismini kullanmıştır.
Seks filmleri olarak tabir edilen furya zamanında ise bu masumane öpüşün çok ilerisinde görüntüler çok sık perdede yer bulmuşsa da, bunların eşcinsellik örneklerinden çok metalaştırılan ve cinsel obje haline getirilen kadın ile ilgi olduğunu söylemek gerekir.
Atıf Yılmaz’la Eşcinselliğe Bakış Değişiyor
Bu furyanın bitmesiyle beraber Atıf Yılmaz, önce Müjde Ar ve Nur Sürer’in oynadıkları Dul Bir Kadın ve ardından da Lale Mansur ve Meral Oğuz’un oynadıkları Düş Gezginleri filmleri ile bu alandaki ilk gerçekçi bakışları izleyiciye sundu diyebiliriz.
Dul Bir Kadın filminde, eşinden boşanmış, güzel ve çekici bir kadın olan Suna (Müjde Ar), Gönül’ün (Deniz Türkali) antika sattığı dükkânda Engin’le (Yılmaz Zafer) tanışır. İkisinin arasında başlayan aşk, onlara Suna’nın en iyi arkadaşı Ayla’nın da (Nur Sürer) katılarak birlikte Bodrum’a tatile gitmeleriyle farklı bir boyut kazanacaktır. Bu filmde Atıf Yılmaz, yalnızca iki kadını çırılçıplak yatağa sokmaz, aynı zamanda bu kadınlarla beraber Yılmaz Zafer’in beraber yüzdükleri sahneyi de ustaca tasarlayarak ilişkiyi üçlü bir boyuta taşıyacak kadar da cüretkar bir anlatım seçmiştir. Ancak, hem o dönemin öne çıkan Kenan Kalav ya da Faruk Peker gibi maço erkek tiplemelerinden oldukça farklı bir tip çizen Yılmaz Zafer seçimi, hem de Müjde Ar ve Nur Sürer'in izleyicinin verecekleri tepkiye olan cesaretleri, bu filmin bugün bile önemini korumasına neden olmuştur.
Düş Gezginleri bir LGBT film festivaline gönderilen ilk Türkiyeli film özelliği taşımasına rağmen, gene de hayat kadını olan çocukluk arkadaşını kötü yoldan kurtarmak isteyen bir lezbiyen kadın hikayesinden ötürü kısmen de olsa heteroseksist bir bakışa sahip olduğu yönünde eleştirilere maruz kalmıştı. Havva alt sınıftan gelen bir hayat kadınıyken, doktor olan Nilgün ona aşık olup İstanbul'a götürüyor. Ama Nilgün; Havva'ya karşı bir iyi bir kötü davranıyor. Havva'ya "Orospu" derken kendi eski erkek arkadaşıyla birlikte de oluyor. Ve film "hangimiz orospu" ya cevap bulmayla sürüyor.
Genelde erkekliği tehdit eden bir durum olarak görülmediğinden, kadın eşcinselliği örneklerine, Mustafa Altıoklar’ın ilk filmi olan Denize Hançer Düştü de iki kadının yağmur altında öpüşmesinde olduğu gibi daha sık rastlarız.
Zengin Patronların Erkek Sevgilileri
Bundan sonraki yıllarda, toplumda da daha görünür olmaya başlayan eşcinsellik, filmlerde de tek tük de olsa görünmeye başlamış, ancak zengin patronların eğlenmek için para karşılığı yattıkları erkekler olarak resmedilmişlerdir. Ya da 1989 yapımı Zirvenin Bedeli'nde Cem Özer'in, 1986 yılında Kıskıvrak filminde Şemsi İnkaya’nın canlandırdığı gibi, güvenilmez, en yakın arkadaşlarını satan, komik bir kadınsı görünüşe sahip, fuhuşa aracılık eder bir tipleme ile izleyiciye sunulmuşlardır.
90'lı yıllarda yapılmış bir başka film ise Canan Gerede'nin Robert'in Filmi isimli filmidir. Bu film de eşcinselleri ötekileştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Sinan Çetin'in de oynadığı filmde savaştan bıkmış usanmış bir savaş fotoğrafçısı ile Amerikan hastası kendine Gogo diyen Türk bir rockçı arasında başlayan hikaye, anlatım olarak da oyunculuk olarak da bekleneni vermez.
Gece Melek Ve Bizim Çocuklar
Yeni dönem sinemanın hep Eşkiya filmi ile başladığı değerlendirmeleri yapılır hep. Ama bundan tam 3 yıl önce, 1993 yılı yapımı olan Gece, Melek ve Bizim Çocuklar yalnızca eşcinselliğe bakışıyla değil tümünden öyküsü, dili, oyunculuklarıyla da hala önemini yitirmemiş filmlerden biridir. (Üstelik Eşkiya’da eşcinsel olan otel işletmecisi Selahattin, zayıf karakterli olarak resmedilmiştir.)
Atıf Yılmaz'ın yönetmenliğini yaptığı bu filmin senaryosu Yıldırım Türker’e ait. Oyuncular da Serap rolünde Derya Arbaş, Melek rolünde ise Deniz Türkali. Ayrıca Uzay Heparı da ve hatta Candan Erçetin de filmin oyuncularından. Beyoğlu'nun hemen arka sokaklarında bugün bile anlatılması zor, hayat kadınları, eşcinseller ve travestiler, kısaca şehrin ötekileri ya da kaybedenleri üzerine etkileyici bir film.
Hayat kadını olan Serap, himayesine alıp annesi yerine koyduğu yaşlı hayat kadını Melek ve sokaktan kurtardığı genç travesti arkadaşı Arif'le birlikte yaşamaktayken, yine Beyoğlu'nun arka sokaklarında yaşayan Hakan'a aşık olur, ama Hakan'ı erkek sevgilisiyle kendi yatağında basınca ortadan kaybolur. Bu kadar kötülüğün içine batmalarına rağmen yaşama dair umutlarını kaybetmeyen aşıkların, küçük şeylerle mutlu olmayı başaran insanların öyküsüdür bu filmde anlatılan. Büyük oranda gerçek mekanlar da çekilen bu filmde gösterilen transların bir kısmı da gerçek ve bir bakıma kendilerini canlandırıyorlar. Üstelik polislerin gelip saldırdığı sahnede gerçekten de yaralananlar olmuş film çekimi sırasında.
Yıllar önce İtalya'yı terk edip İstanbul'da yaşamaya başlayan teyzesinin öldüğünü ve kendisine miras olarak bir hamam bıraktığını öğrenen, meslek hayatında başarılı, evlilik hayatındaysa problemli genç mimar Francesco'nun İstanbul'a gelişi ve Mehmet adlı gençle ilişkisinin anlatıldığı Hamam filmi ise Ferzan Özpetek’in 1997 yılı yapımı bir filmidir. Francesco'nun kendini bulması amacıyla başlayan film, Anna'nın hayatını tamamen değiştirmesi, huzuru, mutluluğu ve gerçek benliğini bulmasıyla sona eriyor. Film, sünnet, kahve falı gibi bir çok folklorik özelliklerle bezenmiş, aynı zamanda 'Hamam'la örtüşmüş erkek cinselliğine değinmiştir.
Halk Jürisi Ödülü Lola Ve Bilidikid’e
Günümüze yakınlaştıkça sayılabilecek örnekler arasında Kutluğ Ataman’ın Lola ve Bilidikid filmi ilk akla gelendir. 1998 yapımı bu filmde eşcinsellik her yönüyle ele alınır ve bir anlamda bu topraklarda çekilen ilk eşcinsel film denebilecek kadar iddialı bir filmdir. 17 yaşındaki Berlin’de ailesiyle yaşayan Türk genci Murat, eşcinselliğini keşfeder. Ama babaları öldükten sonra aile reisi haline gelen ağabeyi Osman, bekaretini kaybetmesi için onu bir hayat kadınına götürmek ister. Bu olay ile birlikte Murat evden kaçar ve travesti Lola ile aşığı Bili’yle tanışır.
Büyük ödül alamasa da Antalya Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülü verilen bu filme, aynı yıl İstanbul Film Festivali’nde Halk Jürisi tarafından ödül verilmiş olması ayrıca ilginçtir. Belki de homofobiyi ve transfobiyi üzerinden atmaya sinemacılardan daha istekli ve cesur bir izleyici profili ortaya çıkmıştır diyebiliriz.
Gene Kutluğ Ataman tarafından 2004 yılında çekilen İki Genç Kız filmi ise gene eşcinsellik içerse de daha sanatsal yönü ağır basan bir film sayılır. Perihan Mağden’in bir kitabından sinemaya uyarlanan bu filmde iki kadından birini canlandıran Feride Çetin’in sinemada ilk oyunculuk denemesidir. İki farklı sosyal sınıftan gelen Behiye ve Handan karakterlerinin yakınlaşması üzerine bir filmdir. Handan’ın geçimini seks işçiliği yaparak kazanan annesi Leman’ı da Hülya Avşar canlandırmıştır. Filmin müziklerini yapan Replikas filmin daha da beğenilmesinde etken olmuştur.
Travestilerin ve transların filmlerdeki temsilleri ise erkek ve kadın eşcinselliğinin verilmesinden kat be kat sorunludur. Bir kere, bir erkek oyuncunun bile kadın kılığıyla görünmesi “tuhaf” bir şeydir. Ancak erkek kahraman sevgilisini kurtarmak için kılık değiştirirse iş değişir! Ama bu kez de abartılı makyajla, abartılı mimiklerle bu durum daha baştan komik hale getirilerek küçümsenir.
İlginçtir, eşcinsel temalı filmler yakın zamanlarda görünmesine karşın 1923 yapımı Muhsin Ertuğrul’un yönettiği Leblebici Horhor filminde başkarakter olan Leblebici Horhor, sevgilisini kurtarmak için cinsiyet değiştirir.
‘Bizi tamamen ötekileştiren, transları çirkin gösteren bir film olsaydı belki Kültür Bakanlığı yardım ederdi.’
Yakın zamanda, 2010 yılında çekilen Teslimiyet filmi ise, yönetmenliğini Emre Yalgı’nın yaptığı, başrollerinde 4 travestinin rol adığı bir grup travestinin hayatla mücadelesinden yola çıkarak travestilerin yaşamlarını anlatan filmdir. Filmde 3 travestiyle aynı evde yaşayan ve onlar gibi fuhuş ile para kazanan travesti Sanem’in ev içerisinde yaşadığı olayların ardından bir hayalle kurtuluş olarak mahallelerinde komşuları olan Gökhan’a sığınışı ve bunun anlamsız olduğunu anlamasının ardından tekrar eski hayatına dönüşü konu edinir. Film homofobik, toplumun LGBTT’li bireylere bakış açısını ve Türkiye’de LGBT hakları’nın özetle anlatımına dayanan duygusal bir anlatıma sahiptir. Filmde Hayat karakterini canlandıran Seyhan Arman film için; “Bizi tamamen ötekileştiren, transları çirkin gösteren bir film olsaydı belki Kültür Bakanlığı yardım ederdi. Filmi çok küçük bir bütçeyle çekmek durumunda kaldık.” demiştir. Elbette, bu konunun kadınlık rolleri üzerine olan yazı kadar kolay bir yazı olmayacağını baştan söylemek gerekirdi. Çünkü bu konuları ele alan filmlerin sayısı her geçen yıl artsa da günümüzde eşcinsellik konusu hala bir tabu. Yalnızca filmlerde değil gerçek yaşamda da eşcinsel bireyler, hele hele de translar ya da travestiler, sürekli bir şiddete maruz kaldıklarından, bu yaşananların sinemaya gerçekçi olarak aktarılmasının biraz daha zaman alacağı ortada.
Bu zamanı yakınlaştırmadaki asıl rol ise toplumsal cinsiyet mücadelelerinin.
*Yapım yılı, 2011. Zenne, eşcinsel olduğu için 15 Temmuz 2008 tarihinde vurularak öldürülen Ahmet Yıldız'ın yaşam öyküsünü anlatmaktadır.
Gürşat Özdamar
Meydan Gazetesi Sayı 11, Temmuz 2013