İnsanın kendini doğanın dışında tutması, üstelik ondan daha üstün sayıp kendini her şeyin efendisi olarak görmesi özellikle Hollywood yapımı filmlerde çok sık işlenen konuların başında gelir. Bu filmlerin hepsinde insanla doğa arasında bir mücadele sürer gider ama sonunda kazanan hep insan olur.
Zehirli, mutasyona uğramış, tehlikeli kuşlar, örümcekler, balıklar, dinozorlar..
Zaman zaman korku, zaman zaman da distopya sayılabilecek tarzda işlenen bu temada, insan çoğunlukla hayvanlarla mücadele eder. Bu bazen küçük bir böcek olur, bazen nesli tükenmiş bir dinozor, ama bir biçimde saldırganlaşan ve insana tehdit oluşturan bu hayvanların saldırıları, gişede iyi iş yaparken, aslında, “doğanın tek hakimi insandır” önermesini yineleyerek bu insan merkezli anlayışı meşrulaştırır.
Bazen korku sinemasının üstadı Hitchcock’un “Kuşlar” filminde olduğu gibi durduk yerde, geçerli bir açıklama olmadan saldırganlaşıp tehlikeli hale gelebilen kuşlar gibi, bazen de, insan yapımı nükleer tesislerdeki sızıntılar, kimyasal atıklar gibi etkilerle mutasyona uğrayarak biçim değiştiren kimi hayvanların ya dev boyutlara ulaşması, ya da tehlikeli hale gelerek kontrol edilemez olmaları yüzünden, bu tarz filmlerde insan türü, hayvan türü tarafından tehdit altında olarak işleniyor.
Arachnophobia filminde örümcekler, zehirli olduklarından, tehlikeli ve mutlaka öldürülmesi gereken hayvanlar olarak işlenirken; Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının ertesinde çekilmiş Yeryüzüne Hücum filminde, nükleer silah denemeleri yüzünden mutasyona uğrayan karıncaların canavarlaşıp ölüm saçmaya başlamaları gösterilir. Denizden çıkan hayvanlar da hep insanlar için tehlikeli olmuş, dev boyutlarda olan köpekbalığı Jaws, sığ sularda gezinip kıyılarda yüzen insanlara saldırdığı için “öldürülmeyi hak etmişti”!
Jaws tek başına ölüm saçıyordu ama piranhalar, daha küçük olmalarına rağmen topluca bir insana saldırıyorlardı. Hem de uçabilen bu piranhalar, askeri bir denizaltıdan sızan radyoaktif maddeler nedeniyle saldırmaya başlamışlardı ve bu nedenle öldürülmeleri gerekiyordu!
Fosilleşmiş bir sivrisinekten çıkarılan dinozor kanından elde edilen DNA’larla yeniden yaratılan dinozorların insanlara saldırması üzerine kurulu olan Jurassic Park filminde de sonuç diğerlerinden hiç de farklı değil.
İmkansız aşkın kurbanı King Kong
Belki, bu filmlerde hayvanların öldürülmeleri, film boyunca hayvanların insanlara saldırılarının boyutu ve yarattıkları tehlikeler sıralandığında, izleyicinin de ikna olduğu/edildiği bir duruma yol açıyor denebilir. Ama bu mantık, bir başka filmde, King Kong filminde ise başka bir biçime bürünüyor.
Yukarıda saydığımız filmlerdeki örneklerden farklı olarak, iri bir goril olmasına karşın King Kong’un asıl tehlikesi bir kadına aşık olması. Vahşi denilerek ötekileştirilen King Kong, toplumda cinsiyetiyle ötekileştirilen kadına olan aşkı ile daha da kötü bir konuma itiliyor. İzleyici, bu dev gorilin, sevdiği kadınla dans etmesini, buzda kaymasını tebessümle izliyor, Hatta bu “imkansız” aşkın kurbanlarına üzülüyor, ama en nihayetinde King Kong’un insanlar tarafından öldürülüyor olmasına da ses çıkar(a)mıyor. Çünkü romantik bir kahraman da olsa King Kong bir insan değildir ve ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Maymunlar Cehennemi’nden kaçış
Maymunlar Cehennemi filmindeki hayvanlar da benzer bir kaderden kurtulamaz. Üstelik deminki örneklerin çok dışında, düşünebilen, plan yapabilen ve topluluk kurabilen bu maymunlar gene de insanların hedefi olmaktan kurtulamıyor.
Tüm bu örneklerde, yalnızca güçlü olanın hayatta kalabileceği, insanın doğanın egemeni olduğu için de mutlaka kazananın insan olduğu/olması gerektiği vurgusu yapılıyor.
Oysa gerçekte böyle mi? Gerçekten de, insanlar ve hayvanlar sürekli birbirleriyle bir savaş halinde mi olmak durumunda? Gerçekten de, insan diğer canlılardan daha mı üstün bir varlık?
Karşılıklı yardımlaşma ve Uyum
Anarşist felsefeci Kropotkin,“Karşılıklı Yardımlaşma” isimli kitabında, rekabetin tersine, karşılıklı yardımlaşmayı ve uyumu bir “doğa yasası” olarak görür. Fiziksel olarak en güçlü veya en kurnaz olanların değil, hem tür içinde, hem de türler arası yardımlaşan canlıların hayatta kalma şanslarının daha yüksek olduğuna dikkat çeker.
Böceklerin ya da kuşların, oluşturdukları ortak yaşam içinde var olmaları, onları çevrelerindeki tehlikelerden koruyan bir işlev de görür. Benzer biçimde, bu tür toplulukların adalet duygularının da gelişmiş olduğuna dair sayısız örnek sıralanabilir. Kırlangıçlar ve turnalar ne kadar uzak mesafeden gelirlerse gelsinler, her biri bir önceki yıl inşa ettiği ya da onardığı yuvaya geri döner. Eğer tembel bir serçe, bir arkadaşının yapmakta olduğu yuvayı sahiplenirse, hatta oradan birkaç saman çöpü kaçırmaya çalışırsa, serçe grubu tembel olana müdahale eder.
Neticede, Kropotkin, “Doğadan ahlaki bir ders alınacaksa bu rekabet değil, yardımlaşma ve işbirliği olmalıdır” der.
Bu filmlerde kazananın hep insan olarak hikayelendirilmesine rağmen, “doğruluğu, kendine saygıyı, empatiyi ve karşılıklı yardımlaşmayı bilmeyen insan türünün böyle giderse bir gün mutlaka kendini de mahvedeceği” ortada değil mi?
Gürşat Özdamar
Meydan Gazetesi Sayı 12, Ağustos 2013