Türkiye siyasal sistemi gittikçe garip bir hal alıyor. Bunda yeni bir siyaset tarzına uyum gösteremeyen eski siyasal yapıların büyük etkisi var. Ancak mevzu bahis “garip”liğin ortaya çıktığı durumlar, sadece bu uyuşamama sorunu değil.
Tayyip Erdoğan’ın ekonomiden sorumlu baş danışmanı Yiğit Bulut, katıldığı bir panelde “Bu ülkede gerçek bir sosyalist varsa o da Recep Tayyip Erdoğan.” demiş. Hem de bunu hükümetin “işçi haklarına duyarlılığı”, “yerleşik sermaye gruplarının menfaatlerinin karşısında duran” tavrıyla açıklamaya çalışmış. Yiğit Bulut’a taşeron sisteminin hangi hükümet eliyle ve hangi sermaye gruplarının menfaatleriyle ilintili bu coğrafyaya yerleştirildiğini sormak anlamsız. Keza Bulut’un Erdoğan ve AKP sevgisi sadece gözlerini değil, dimağını da köreltmiş. Kapitalizmin ideolojik savunucusu bu zat’ın, kalkıp sosyalistin kim olduğuna karar verecek kudreti kendinde buluyor olması daha da garip.
Bir başka garipliği de 30 Eylül’de sabah saat 11:00’de yaşadık. Uzun süredir beklenen paket açıklandı. Paket içinde sunulan demokrasinin ne olacağını bekliyordu herkes. Gazetecisinden siyaset analizcilerine, politikacısından akademisyenine paketteki demokrasinin kapsamı herkesi meraklandırmıştı. Öncesindeki yorumlar, paketle ilgili köşe yazıları… Paket üstünden çokça malzeme çıktı medyaya.
Ve paketi açtı Tayyip Erdoğan. Kendinden emin ve demokratik sorumluluğunu yerine getirmenin, Türkiye’yi muasırlaştırmanın verdiği o garip keyifli ifadesiyle…
Bir üniversiteye Hacı Bektaş Veli ismi verildi, Roman Enstitüsü kuruldu, Mor Gabriel Manastırı arazisi vakfa verildi, öğrenci andı kaldırıldı, kamuda başörtüsü yasağı kalktı, köy isimlerinin eski isimlerine dönüş için yasal engel kalktı, partilerde eş başkanlığın önü açıldı. Pakete sığdırılan demokrasi demek ki bu kadar oluyormuş. Medyada tabi ki eski sistemle kıyaslamalar üzerinden güzellemeler, güzellemeler… Bu garip demokrasiye, teşekkür eden garip insanlar olmadı değil.
Kürtçe ve seçim barajı meselesini bu garipliğin biraz dışında tartışmak gerekiyor. Aslında demokratik açılım sürecinin, devletin “Kürt sorunu” diye adlandırdığı süreçle ne kadar ilintili olduğu biliniyor. Demokratik açılım sürecinin bir devamı bu paket. Bu süreçte Kürt hareketinin en son “geri çekilmesi”nin karşılığında açıklanan bu paket, devletin “barış”tan anladığının birebir yansıması. Bu minvalde paketten çıkan, anadil meselesine ilişkin önemli bir adım değil. Kürtçe’nin, özel dershanelerde ders olarak eğitiminin yapılmasının biraz daha genişletilerek, özel okullarda da yapılacak olması “geri çekilme”nin karşılığı.
Devletin sürecin ciddiyetini anlamak istemediği aşikar. “Bunlar önemli ilk adımlardır” politikasını uzun süreden beri işleten devlet de, kıyaslamayı eski yapıyla ilişkilendirip “TC tarihinde bir ilk” değerlendirmesini yapan “paket” yanlıları da süreçte oyalama politikası işletip, süreci uzatma peşinde.
Paketin uluslararası yansımaları da, devlet sınırları dahilindeki yansımaları da olumlu. Aslında paketten hükümet istediğini aldı. Daha fazla zaman… İktidarını daha kalıcı bir hale getirmek isteyen AKP için “zaman” en gerekli olan şey.
İşler sürece yayılmışken, seçim sitemine ilişkin paket içindeki öneriler AKP iktidarının da geleceğini garanti alması anlamına geliyor. Daha demokratik bir seçim sistemi için öne sürülen dar bölge ve daraltılmış bölgeli seçim sistemlerinin her halükarda kime yarayacağı açık. Paket demokrasi yanlılarının seçim sistemine yönelik getirilmiş bu öneriyi, başkanlık sistemiyle beraber tekrar okuması gerekiyor.
Demokrasiyi pakete sığdıranlardan daha fazlası beklenemezdi normal olarak. Oyalama politikasını garip bir şekilde demokrasiyle ilişkilendirenler, siyasal iktidarın her geri adımındaki ana muhalefetin değil, toplumsal muhalefetin etkisini görmelidir. Zira demokrasi-demokrasi diye bakılması gereken, iktidarın paket içinde sunduğu temsiliyet alanları değildir. İktidar, tarihin hiçbir döneminde demokrasiyi paket içinde sunmamıştır. Demokrasi doğrudan bir şekilde, iktidara karşı mücadele edenlerin deneyimleriyle hayat bulmuştur.
Demokrasi Monologları
Eylül’ün ilk haftalarında, sadece yaşadığımız coğrafyada değil, tüm dünyada “savaş” konulu endişeli bir bekleyiş vardı. Endişeliydi, çünkü savaş çağrıcılığında bulunan küresel aktörler de olası bir savaşın sonunu göremiyordu. Bu süreçteki savaş ısrarıyla T.C tek endişesiz görüntü veren devletti. Ancak TC’nin beklentileri, ABD başkanı Obama’nın “ulusa sesleniş”iyle suya düştü.
Ulusa sesleniş konuşmaları ABD’de bir gelenek. Başkanın, devletin aldığı kararı vatandaşların içselleştirmesi adına iknaya, inandırmaya dayalı önemli bir araç. Irak’ta savaşa mı gireceksiniz, bir ulusa sesleniş konuşmasıyla durumu meşrulaştırabilirsiniz; ekonomik kriz mi var, başkan telkini ekonomik anlamda değil ama psikolojik olarak oluşacak bir tedirginliğin önüne geçebilir.
Ulusa seslenişlerle devlet, tüm siyasi sembolleriyle karşımızdadır. Ekranın kenarına özenle oturtulan bir bayrak, bazen devletin siyasal hegemonya alanını gösteren bir harita, kurucu liderin portresi, bazen de o devletin anıtsal bir simgesi… Medyanın verdiği imkanla, başkan karşınızda.
Eş zamanlı her yerde olabilmenin gücüyle, az konuşmadan ama lafı çok da dolandırmadan “Biz bunun kararını aldık, sonradan gördüğünüzde şaşırmayın”ın törensel bir biçimidir ulusa sesleniş.
ABD siyasasının, gündelik yaşantıya doğrudan ve etkili bir şekilde dokunabildiği yerdir ulusa sesleniş.
Bizdeki ulusa seslenişler, darbelerle özdeştir. Siyasi çağrışımı, mevcut iktidara asker dolayımıyla birkaç rötuş olmuştur, “demokrasiye rot balans ayarı çekilmesi” olmuştur. Şimdilerde Tayyip Erdoğan’ın, “Millete Hizmet Yolunda” şiarıyla ekranlarımızı doldurduğu seslenişler var artık. ABD’deki ulusa seslenişlerle biraz daha benzerlik taşıyan bu monologlara son zamanlarda daha fazla rastlar olduk (ya da bu monologlar daha sık yayınlanır oldu).
Özenle seçilmiş cümlelerle değil sadece, mimik ve beden dili okuyucularını bile hesaba katıp oluşturulan bu oyunla, hedeflenen şeyin yapılan işlerde meşruluk sağlamak mı olduğu yoksa ben bu ülkenin başkanı/başbakanıyım demek mi olduğu, monoloğun konusuna göre değişse de, değişmeyen şey ekrandaki “şey”in devletin yüzü olduğu.
Son birkaç ulusa seslenişi, Tayyip Erdoğan’ın çok da isteyerek yapmadığı açık. Taksim Gezi süreciyle beraber, meşruluğu tartışılır bir hal alan siyasi iktidar, bu gergin yüzünü sadece ulusa seslenişlerde göstermiyor. Bu gergin yüzün, halk sokağa indiğinde aldığı biçimi hepimiz katledilen kardeşlerimizden biliyoruz. Keza, bu gergin yüzün dış politikaya yansımalarını takip etmek için de savaş çığırtkanlığı yapılan Suriye politikalarına bakmak yeterli olacaktır.
Gelinen duruma, ya da “demokratik bir seçimle” iş başına gelmiş siyasi iktidarın evrildiği konuma hayıflanmak, önce onlara kucak açan liberallerin, belli dönemlerde yan yana gelinebilir diyen reformistlerin; sonra da devletin varoluşsal iktidarlı yapısını görmezden gelen muhaliflerin işidir.
Devletin şu an geldiği konumdan dersler çıkarmak, toplumsal muhalefette samimi olanlarca ısrar edilebilir ancak. Devletin varlığından kaynaklı iktidarlı doğasını yeni görenler, yaşadığımız coğrafyadaki bu hegemonik yapılanmanın soykırımlar, katliamlar, göçler, yasaklamalar, yok saymalarla dolu tarihine bakmakta cesaret edemeyenlerdir. 1870’lerde anarşist bir hareket adamının dediği gibi “Her kim devlet iktidarından bahsediyorsa, tahakkümden bahsediyordur. Devlet iktidarının tarihi, bu iktidar yeryüzünde belirdiği günden beri bu şekildedir.”
Hüseyin Civan
Meydan Gazetesi Sayı 13, Ekim 2013