Bu yıl Altın Portakal Film Festivali’nde üç ödül alan “Cennetten Kovulmak” filminin yönetmeni Ferit Karahan, aldığı ödülleri Rojava Devrimi’ne adadı. “Fecira” isimli belgeseli ile en iyi belgesel ödülünü alan Piran Baydemir de Paris’te suikast sonucu öldürülen üç Kürt kadına adadı ödülünü. Yalnızca bunlarla sınırlı değildi bu yıl Kürtlerin görünürlüğü. “Karpuz Cenneti” en iyi kısa film ödülünü paylaşmıştı. “Hav Way Zaman” da belgesel özel ödülü almıştı. Biri faili meçhulde yitirilenlere, diğeri de, Dersim’de köklerinden koparılan kayıp kızlara adanmıştı.
Kürt filmlerinin bu festivalde oldukça öne çıkmalarını, son dönemde açılım ve çözüm süreci ile ilişkilendirenler oldu ve bu durum onlara göre sürecin bir sonucuydu.
Oysa çözüm sürecinden çok önce de ve hatta savaşın en şiddetli yaşandığı dönemlerde de film yapma çabası hiç elden bırakılmamıştı. Elbette şimdi eskiye görece bir sükunetin olması işleri kolaylaştırıyor olsa da sinemacılar zor zamanlarda da bir yolunu bulup film çekebilmeyi başarmışlardı.
Bu durum bana benim de sanat yönetiminde çalıştığım Zara isimli filmi anımsattı. Çekimleri Amed’de, Karacadağ’ın eteklerinde yapılan bu film de çok sık olarak polisin ve askerin ilgisine mazhar oluyordu ve her defasında yapımcı, onlara göstermek üzere hazırlanmış ikinci bir senaryoyu sunuyordu kendilerine. Onlar da, bir süre incelermiş gibi yaptıktan sonra tamam diyordu, kolay gelsin. Biz de çekime devam ediyorduk. Boşaltılan köyler, şehirden bunalan birinin kaçtığı bir yer oluyordu senaryoda, sütçü arabası da askeri devriye aracı. Gündelik konuşurken de çevredekilerin merakı yüzünden bu ikinci senaryo diliyle konuşmaya gayret ediyorduk.
Ama kullandığımız nesneler yüzünden konunun anlaşılma tehlikesi her zaman olabiliyordu. Mesela bir sahnede 10’a yakın tahta tabut kullanılmıştı ve elbette fazlasıyla dikkat çekmişti.
Gene, İsviçre’de yaşayan yönetmen Ayten Mutlu ile beraber Avrupalı sinemacıların da sette olması işleri tuhaf biçimde kolaylaştırıyordu. Film için bir şey gerekirse oradaki resmi yetkililer hiç olmadıkları kadar nazik ve anlayışlı olabiliyorlardı. İnsanın sürekli orada yaşayası geliyordu. Ama neyse ki çekim sonrası döndüğümüz otelde televizyonda günlük haberleri izleyince, şu çekimleri kazasız belasız atlatsak da evimize dönsek haline hemen dönüş yapıyorduk.
Hadi siz gözünüzü kararttınız orada çekim yapma fikrinizden vazgeçmediniz diyelim. Ama bakalım oyuncular öyle mi? Her oyuncuyu bölgede yapılacak bir çekime çağırmak, 30 gün, 40 gün sette kalmasını sağlamak kolay iş değil. İlginç bir tesadüf mü desem ya da o bölgede oyuncu zorluğuna bir örnek mi desem, bizim Zara filminde başrollerden birinde Güneşe Yolculuk filminde Mehmet rolünde oynayan Newroz Baz oynuyordu.
Yine bir başka dikkat çekici şey, Kürtçe dilinin kullanımının da o zamanlar çok sıkıntı doğurduğu idi. Yönetmenler de ister istemez, filmin çekilebilmesi için bu tür otokontrole razı gelmek durumunda kalıyorlardı. Buna örnek olarak, Yeşim Ustaoğlu’nun yukarda sözünü ettiğim Güneşe Yolculuk filmine ikinci bir dil olarak İngilizceyi seçmiş olmasını gösterebilirim. Eminim, bu filmi, uzun mücadeleler sonucu Kürtçe dilinin üzerindeki yasaklamanın geriletildiği günümüzde çekseydi, filmin adını Kürtçe seçerdi.
Yıllar ilerledi, tüm sıkıntılara rağmen orada film yapmak, oranın filmini yapmak derdi olan sinemacıların sayısı günden güne arttı. Bugün daha da görünür olan, ödüller alan Kürt sineması, halkının yürüttüğü mücadele yanı sıra, engellemelere, yasaklamalara, gösterecek salon bulamamalara, bölücü ya da vatan haini yaftalamalarına, örgütten hapis yatmalara rağmen var olan ve direnen sinema emekçilerine de çok şey borçlu.
Önceki yıllarda da Yılmaz Güney’in, Bahman Ghobadi’nin ödüllerini, doğdukları topraklardan çok uzakta yaşamak zorundayken, bir anlamda sürgündeyken, almak durumunda kaldıklarını anımsarsak, Kürtleri inkar edenlerin, bu başarıları inkar edemez durumda olmalarını da tebessümle izliyoruz.
Gürşat Özdamar
Meydan Gazetesi Sayı 14, Kasım 2013