Tayyip Malthus'culuğu Ezilenlerden Nefret Etmektr

Sayı 15, Ocak 2014

Ekim ayının başında, ABD’de ortaya çıkan hükümet krizi dünya gündeminde kendinden hayli söz ettirdi. Küresel dünyada, "bu beni ilgilendirmiyor" deyip gündem seçmek o kadar kolay değil. Hele hele söz konusu ABD-Ekonomi-Kriz vb. anahtar sözcükleri içeren siyasal bir olaysa. Ve hele hele, bu küresel dünyaya eklemlenmek için kendini adamış bir hükümet ve başbakanın olduğu bir coğrafyada yaşıyorsanız… Hükümet krizi ile ilgili tartışmalar tam soğumuşken ABD’deki üniversitelerden birinde profesörlük yapan William G. Moseley’in, Malthus ve Cumhuriyetçi İdeologları isimli bir makalesine denk geldim. Yazı, ’29 Buhranı sonunda ortaya çıkmış ve yoksul ABD vatandaşlarının beslenmesi için oluşturulmuş “Beslenme Destek Programı”nı Obama’nın genişletmesi ve cumhuriyetçilerin Obama’nın bu çabasını engellemeye yönelik politikaları ve bunun hükümet krizi ile ilişkisi üzerine kurulmuş. 48 milyon insanın yararlanması için oluşturulmuş bu programdan Cumhuriyetçilerin istedikleri %5’lik (yani 4 milyon insan) bir kesinti. Ekim ayında yaşanan krizde, Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasında, bu mesele önemli gündemlerden biri olarak belirmişti. Moseley’in makalesinin asıl ilginç yanı, Cumhuriyetçilerin bu ve benzeri politikalarını, 19. yüzyılın başlarında yaşamış bir din adamı ve profesöre dayandırmasıdır. Evet, mevzubahis kişi Thomas Robert Malthus’tur.

Malthus’un Ezilen Nefreti

Malthus’u ününe kavuşturan “Nüfus Artışı Hakkında Araştırma” isimli çalışması. Nüfus bilimci ya da politik iktisat teorisyeni olarak anılmasını sağlayan bu “karamsar” kuramı, insan nüfusu ve besin düzeyi arasındaki ilişki üzerine kuruludur. Basitçe ifade etmek gerekirse, kuramda savunulan insan nüfusunun besin maddelerinden daha hızlı bir şekilde arttığı ve dolayısıyla kişi başına düşen besin miktarının azalmasıdır. Sonuç olarak gelecekte büyük bir kıtlık baş gösterecektir.

Malthus’un “dahi” kişiliğinin işin içine girdiği yer, bu gelecek öngörüsü ile ilgilidir. Malthus, bu sorunun yaşanmaması için nüfus kontrolünü önerir; cinsel perhiz, bekar yaşamak, geç evlenmek, çocuk sahibi olmanın kontrol altına alınması… Tabi ki bu önerilerin muhatabı, toplumun ezilen kesimleridir. Çünkü Malthus’a göre toplumsal sefaletin en büyük nedeni alt sınıflardı. Kalabalık nüfus ezilenlerinkiydi ve sefaletlerinin nedeni de buydu Malthus’a göre. O, ezilenleri içinde bulundukları durumdan çıkarmaya yönelik herhangi yardıma karşı çıkmıştı. Çünkü doğada dengenin sağlanması için nüfusun azaltılması şarttı.

  1. yüzyılın bu burjuva “dahi”sinin ideolojisinden hareketle, özellikle İrlanda’da ve bunun dışında Hindistan ve Nijerya’da, Britanya İmparatorluğu’nun nasıl “sosyal politikalar” güttüğünü anlatan Moseley, ABD’deki Cumhuriyetçilerin siyasal geleneğini açık bir şekilde ortaya koymuş oluyor. Moseley, bu siyasal gelenekten gelen bir burjuva partisinin, tam da Malthusçu çizgisine yakışır bir şekilde ezilen karşıtı tutumunu eleştiriyor. Moseley’in yazısı bu eleştiriye karşı “Büyük Başkan Obama”cı tavrıyla kendi tarafını belli etse de, siyasetin şu “küresel” tarafından bizim de kendi payımıza düşeni almamıza da yardımcı oluyor.

Klientelizm…

Clie, bir kişinin korunma veya himaye elde etmek için diğer bir kişi önünde eğilmesi anlamına gelen bir sözcük Latince’de. Kelimeden türetilen Clientem “uşak, takipçi” gibi çevrilse de, siyasal terminolojide sık kullanılan karşılığı “yanaşma”. Yani Batı dillerinde patronclient arasındaki ilişki olarak tanımlanan şey, patron-yanaşma ilişkisi olarak kullanılıyor. Bu ilişkiyi siyasal terminolojiye sokan Susan Stokes ilişkiyi şöyle açıklıyor; “Siyasal otoritenin dağıtım ölçütlerine göre sunulan bir takım hizmetler ya da mallar karşılığında, siyasal destek talebinde bulunma.” Klientelizm kavramı, siyasi partinin toplumun içindeki farklı kesimlerle hiyerarşik olarak, eşitsiz karşılıklılık ilişkileri kurduğu bir sistemi anlatmak için kullanılır. Bu ilişkinin temellendiği bu adaletsiz alan, hem klientelist süreçleri besler hem de yeniden üretir. Dolayısıyla sorunlar ortadan kaldırılmaz, sürekli olarak yeniden üretilir. Bu kavramı, AKP’nin sosyal politikaları üzerinden anlamaya çalışırsak; 2002 yılından bu yana devam eden iktidarı süresince, 1,376 milyon TL’den 20.000 milyon TL’ye ulaşan sosyal harcamalar, AKP’nin övündüğü ve “halka hizmet yolunda”ki icraatların başında geliyor. İşsizlik ve yoksullukla mücadele, eğitim, sağlık, gıda ve barınma yardımları vb. uygulamalarla Tayyip Erdoğan’ın partisi sosyal politikalara önem veren bir hükümet görüntüsü veriyor. Bu minvalde, Başbakanlık’a bağlı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu ( SYDT ya da Fakir Fukara Fonu)’nun bütçesi arttırılmış ve bu dönemde en önemli sosyal yardım kurumu haline gelmiştir.

Ücretsiz kitap dağıtımları, Yeşil Kartlı sayısının arttırılması, işsizlik sorununun İş-Kur ile aşılmaya çalışılması… Var olan sosyal adaletsizliklere yönelik politikaların işlediğini göstermek üzere, her akşam ana haber bültenlerini bir propaganda alanına çevirse de, söz konusu uygulamaların neyi amaçladığını irdelemek ve gerçekten iddia edildiği üzere sosyal adaletsizlikleri ortadan kaldırıp kaldırmadığını gözlemlemek gerek. Bunun için bu sosyal politikaların kökenine inmek gerekiyor. Bu sosyal politikaların kökeninde, “ekonomik büyümenin faili olarak görülen sermayenin teşviki” var. Sosyal politikalara yapılan kaynak aktarımı, gelir seviyesi yüksek olanlardan alınan servet ya da gelir vergisi üzerinden değil de, işçi ve emekçi kesimlerden temin ediliyor oluşu; sağlık hizmetlerinden yararlanmak için sigorta primlerini kendileri ödeyen vatandaşlar; zaman zaman işsizlik sigortası fonundaki birikimden patronların prim yükümlülüklerini karşılıyor oluşu bilinip çok fazla söz edilmeyen örneklerden.

Eğitim alanında yapılan ücretsiz kitap dağıtımı yardımının %40’ı MEB tarafından kitap basımı ile karşılanırken, kalan kısım özel kuruluşlardan satın alınmıştır. Sağlık alanında özel sektörün yoğunluğunun arttırılmasının yanı sıra, Yeşil Kart aracılığıyla hizmet üretme yerine hizmet satın alma anlayışına uygun politikalar izlenmiştir. SYDT Fonu’nun işleyiş mantığı, sosyal politikalarda bir devletin ne kadar “samimi” olabileceğini görmek açısından önemlidir. Devletin yürütmekte olduğu bu yeniden yapılanma süreci, yaşanan dönüşümün ana değişkenidir. Özelleştirme, serbestleştirme, kuralsızlaştırma, işgücü piyasalarında esneklik, serbest piyasanın ekonomik alandaki rolünün arttırılması AKP döneminde iyice belirginleşen ekonomik hamleler olduğu bilinmektedir. AKP döneminde, sosyal politikaların uygulayıcılığı sivil toplum kuruluşları ve vakıflara ve yerel yönetimlere bırakılırken, bu alana ilişkin yapılan harcamalar da göze çarpan, harcamaların STK’lar, vakıflar ve yerel yönetimler dolayımıyla gerçekleştiğidir. Yani SYDT Fonu, AKP döneminde genişletilmiştir, ancak bu fondan yararlanan sosyal alanda etkinlikler yürüttüğünün garantisini veren STK’lar ve vakıflar olmuştur. Özellikle yoksullukla mücadele, vakıf ve STK’lara bırakılmış, kapitalist bir sistemde devletten beklenecek “en az müdahalecilik” böylelikle sağlanmıştır. Bunun sonucunda ortaya çıkan, devlet fonu çeşmelerinin başını tutmuş vakıfçılık ve STK’cılık değildir sadece; gönüllülük, yardımseverlik üzerinden ilerleyen bir etkinlikler dizisi ve bu etkinliklerin “Biz ne kadar da vicdanlıyız.” propagandaları olmuştur. Bu propagandalar aracılığıyla, toplumsal sorunların çözümünde bireylerin gönüllülüğü üzerinde durularak toplumsallaştırılmaya çalışılan kapitalist değerlerdir. “Kaderlerinde” bu toplumsal sorunları yaşamak olan vatandaşların mağduriyetlerini, yardımsever (ama çoğunlukla zenginlerin girişimiyle oluşturulmuş) kurum lar aracılığıyla çözmek, toplumsal sorunları aynı zamanda bireysel sorunlar kılarak görünmez hale getirmektir. Esas amaç, sosyal politikalar oluşturma ihtiyacı hissedilen konunun giderilmesinden ziyade, mağduriyetin yönetilmesidir. Klientelist politikalar diye ifade edilen şey tam da burada devreye girmektedir. Ezilenlerin mücadeleleri sonucu kazanmış olduğu haklar (işsizlik sigortası, yeşil kart, ücretsiz eğitim…) ezilenlere “devletin bahşetmesi” olarak gösterilip “siyasal minnet” beklenmektedir. Bu politikaların devletin “bahşetmesi” mantığıyla işlemesi, yanılsamalardan ilkidir. Bu yanılsamayı sadece, toplumsal ilişkileri piyasa ilişkilerine indirgeyen liberal bakış açısı yaratmaz. Sosyal devletçi algının da her ne kadar serbest piyasanın vicdanına bırakılmış bir sosyal alana ilişkin eleştirileri olsa da, yaklaşımı, vatandaşları için en iyisini bilen paternal bir refleksten öteye gidemez. “Bu yolları kim yaptı? Teşekkür edeceğinize haram olsun diyorsunuz.” Bu durumun yakın bir örneği, geçtiğimiz Eylül ayında Malatya’da gerçekleşti. Tayyip Erdoğan’ın otobüsünün önünü kesen köylüler, Tayyip Erdoğan’a elma ikram ettikten sonra, “Eğer köy yollarımızı yapmazsan haram olsun.” dediler. Erdoğan’ın cevabı “Bu yolları kim yaptı? Teşekkür edeceğinize, haram olsun diyorsunuz”du. Bu minnet beklentisini yaratabilmek için bu adaletsiz durumun sürdürülmesi gerekmektedir. Dolayısıyla, sosyal politikaların amacı var olan adaletsizlikleri bitirmek değil, aksine onları devam ettirmektir. Hem siyasal, hem de ekonomik hesapların altında yatan budur. Malthus’un teorisinin eksikliği birçok kişi tarafından ortaya çıkarıldıktan sonra, bu açıkları Mathus’un fikirlerinde ısrarcı olan yeni düşünceler ortaya atılmaya başlandı. Buna yeni-malthusçuluk dendi. Sosyal adaletsizliklerin etinden, sütünden, yününden faydalanmaya çalışan AKP’nin, sosyal adaletsizlikleri piyasanın vicdanına, “siyasal minnetin” adaletine bırakmış hali, Malthusçu düşüncenin bu yeni biçimlerinden çok uzak değildir. Bu yerel seçimlerde, sosyal politikalar üzerinden seçim propagandası yapan Tayyip Erdoğan’ı iyi dinlemek gerek; Malthus’un yüzyıllar ötesinden gelen ezilen nefretinin sesini duymak için.

Hüseyin Civan

Meydan Gazetesi Sayı 15, Ocak 2014

Paylaşın