Sözü edilen şehir hastaneleri, tarife bakılırsa bir sağlık merkezinden çok bir turizm ve biraz da finans merkezi olacağa benzer. Hasta ve yakınları için konforu 5 yıldızlı bir oteli aratmayacak bir konaklama tesisinin, kafeteryaların, alışveriş merkezlerinin de bünyesinde inşa edilmesiyle, bir “çekim merkezi” olacağı şimdiden konuşuluyor.
Peki, kimler için tasarlanıyor bu şehir hastaneleri? Ve dahası tüm bu söylenen hizmetlere erişim nasıl olacak? Yani bunun bir bedeli olacak, kaça? Üstelik hâlihazırda var olan üniversite hastaneleri için en ufak bir ödenek ayırmayan Sağlık Bakanlığı, şehir hastanelerine yatırımda ne amaçlıyor? Ya da çıkarı ne?
Şehir Hastaneleri ya da resmi adıyla Entegre Sağlık Kampüsleri
Şehir Hastaneleri denen şey, kanunda, yap-işlet devret benzeri bir model ile devletin tahsis etiği bir arazide bir yatırımcının bir hastane inşa etmesi ve bunu 30 yıllığına işletme hakkına erişmesi gibi görünse de, bugüne dek kamu eliyle verilen sağlık hizmetlerinin artık tümüyle bir yatırımcının eline daha doğrusu insafına bırakılmış olması demek.
Bunun için de bir ihale açılmış durumda. Ama ihalede dönen dalavereleri, bürokratların müdahalelerini, başbakanın bizzat araya girip “Bu fakirin üzerinde 6 yıldır ısrarla durduğu bir şehir hastaneleri projesi vardır. Biz bu şehir hastaneleri projemizi ne yazık ki bürokratik oligarşi ve yargı sebebiyle hala hayata geçiremedik” deyip ilgili kanun maddesini daha da patronlar yönünde değiştirme gayretini, bunun üzerine AKP’lilerin “bakan onayı ile sözleşme ve eklerinde değişiklik yapılabilecek” maddesini torba yasaya ekleterek onaylattıklarını hatırlarsak işin rengi anlaşılır. Üstelik usulsüzlük ve yolsuzluklar o kadar alenileşmiş ki, mesela Adana’da Entegre Sağlık Kampüsü ihalesine giren şirketlerden Ascension Group Architects LP’nin çivisi bile çakılmadan, İstanbul İkitelli Entegre Sağlık Kampüsü’nü referans gösterilebilmiş.
Şehir Hastaneleri’nde kar: Garanti!
Daha da ilginci ve bu yazıyı yazmaya iten şey de devletin bu yeni sağlık işletmecisine 30 sene boyunca hem bina kirası hem de bu “kamu hizmetleri” karşılığında hizmet bedeli ödeyecek olması, işletmenin KDV’den, Damga Vergisi’nden ve harçlardan muaf tutulmasının yanı sıra ve hatta ondan da önemli olarak “hasta garantisi” de sunması. Bu şu demek, bakanlık, elindeki hastanelerdeki hizmeti aksatarak ya da tamamen durdurarak hastaları bu yeni şehir hastanelerine “yönlendirecek”. Yoksa şehir hastanelerinin patronuna tazminat ödemek zorunda kalacak.
Bakanlığın bununla ilgili neler yaptığını anlamak için Cerrahpaşa’ya bakmak yeterli. Hem 1999 depreminin, hem daha sonra İSKİ’nin açtığı tünelin ve hem de yakın zamanda Marmaray inşaatının İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi hastanesi binalarını yıkılmanın eşiğine getirmesine rağmen bu konuda herhangi bir yenileştirme çalışması yapılmamış olmasının bir anlamı olmalı. Bu konuda geçtiğimiz günlerde hastane önünde bir basın açıklaması ile durumu kamuoyuyla paylaşan sağlık emekçileri, durumdan endişeli olduklarını dile getiriyor ve bir örneği Soma’da yaşanan katliam benzeri bir katliamın hastanelerde de yaşanmasına an meselesi gözüyle bakıyorlar, böyle bir durum yaşandığında da “ilgililerin” kader ya da bu işin fıtratında var diyecek olmasından korkuyorlar.
Sağlık bakanının sağlıkta ne kadar da ileri bir ülke olduğumuz yönündeki açıklamaları, Cerrahpaşa’nın durumunu görünce, her nedense bize, Soma’daki katliamdan önce patronun, bir göçük halinde madencilerin yaşam odalarına sığınabilecekleri, burunları bile kanamadan sağ salim kurtulacaklarını söylediği gazete haberini hatırlattı. Bütün bu söylenenlerin yalan olduğu, yapılan denetimlerde her nedense çıkmamış, ancak madenciler toprak altında ölüme mahkum edildikten sonra ortaya çıkmıştı. Öyle ya, denetleyen de kendine bağlı bir birimse, elbette hiçbir usulsüzlükle karşılaşılmaz!
“Dış cephede kontrol edilemeyen tehlike”
Elbette ve ne yazık ki çökme tehlikesi olan binalar yalnızca Cerrahpaşa’dakiler değil. Şişli Etfal Hastanesi’nin başhekimliğin de olduğu ana binasının dış çevresine belli belirsiz yerleştirilmiş tabelalarda “Dikkat! Dış cephede kontrol edilemeyen tehlike vardır” yazısı bu ödenek yokluğundan bakımsız bırakılmaya bir diğer örnek sayılabilir. Hastaneye giden herkesin en azından bir imza işi yüzünden başhekimliğe gitmek zorunda olacağını düşünürsek hemen her gün hastanelerde yeni bir katliamın yaşanmaması yalnızca bir “şans” olarak mı değerlendirilmeli?
Şehir hastanelerinin işte bu işi şansa bırakmak istemeyenlerce tercih edileceği söylenebilir. Ama bunun bedelini ödemek koşuluyla elbette. Ama en bilinen inşaatçımızın bile deniz kumuyla inşaat yaptığını çok rahat bir biçimde dillendiriyor olmasındaki özgüveni esas alacak olursak, devletin yeni şehir hastaneleri inşaatlarının da sağlamlığı hakkında bir fikrimiz ister istemez olacaktır. Yani usulüne uygun inşa edilmeyecek her hastane binası, insanlara şifa değil kabus dağıtmaya aday olacak.
Temiz iş!
Sağlık sisteminin kendisi o kadar çelişik durumlarla dolu ki. Bunlardan biri binaların yıkılacak derecede eski olması, ama buna rağmen temizliğine çok önem veriliyormuş gibi davranılması. Ama işin aslı, hastanenin temizliği yalnızca koridor temizliğinden ibaret değil. Birçok ameliyatın yapıldığı, kanın alındığı, tedavinin yapıldığı, yani kısaca birçok tıbbi malzemenin kullanıldığı ve dolayısıyla birçok atığın oluştuğu yerler, hastaneler. Oysa katı olsun sıvı olsun bu tür hastane atıklarını ayrıştıracak ya da depolayacak bir yer bulunmadığı gibi, bu atıklar çevreye ölüm de saçıyor.
Başta Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde olmak üzere gözümüze çarpan bir başka detay ise, başta bu atıkları getirmekle götürmekle görevlendirilen personelin yalandan bir ağız maskesi dışında gerçek bir koruyucu önleminin olmamış olması. Hatta bu personel, hastane koridorlarında topladığı atıkları hastanenin şimdi yıkılmış, yeniden yapılmayı bekleyen inşaat arsasına döktükleri yere çamurlu bir yoldan gidiyor ve aynı yoldan dönüyor. Ayaklarına bulaşan çamuru hastane binasına girmeden önce yol kenarında biriken suda temizlediklerini görmek, günü kurtaran ve sonra ne olacağını önemsemeyen bir anlayışın, alında hiçbir zaman ortadan kaybolmadığını, sadece gizlemeye çalıştıklarını gösteriyor.
Eline batabilecek bir iğne ile her an bir ölümcül hastalığa yakalanma tehlikesi bir yana, kontrolsüzce atılan atıklar çevreye de tehlike saçıyor. Bu yalnızca Göztepe’de mi derseniz, hemen hemen bütün hastanelerin sıvı atıklarının kanalizasyona karışarak denize oradan da bütün şehre yayıldığını söylemek, tehlikenin boyutunu göstermesi açısından önemli.
Değişmeyen tek şey, değişmemek!
İnsan sağlığını hiçe sayan bu tutum, şehir hastanelerinde çözülür mü dersiniz? Aslında sağlıkla ilgili yönetmeliklerde bu tür bir atık tesisi tarif edilmişse de bunun belli bir maliyeti olduğu ortada. Ama bu maliyetten bile kaçınılıyor. Bakanlığın bu hastanelerin işletmesini vereceği taşeron şirketler de ceplerinden para çıksın istemeyecek elbette. Yani bu sistem değişmediği sürece, değişen bir şey olmayacak.
Kaldı ki, diyelim atık yönetmeliğine uygun bir yere atıklar gömüldü. Peki ya doğa için bu atıklar tehlikeli olmayı sürdürmüş olmuyor mu? Elbette evet. Zaten sağlığın yalnızca insan sağlığı olarak düşünülüyor olması, doğadaki diğer canlıların yaşamlarının dikkate bile alınmaması tam da bu kapitalist sistemin bir sonucu.
“Sistem” gayet düzgün çalışıyor!
Şişli Etfal’de hastanenin hemen her yerine yapıştırılan “Yeni sisteme geçiyoruz, amacımız sizlere daha iyi bir hizmet verebilmek” yazan kağıtların bu yazıyı ilk okuyanda yarattığı merak ve beklenti, daha binadan içeri girer girmez siliniyor. Burada bekleşen kalabalık ve onlara bağıran özel güvenlik görevlisi, sizin hayalinizi yıkma konusunda yeterince etkili. Güvenlik görevlisi, muhtemelen bilgisayarların düzgün ya da hiç çalışmamasını referans alıp “sistem çalışmıyor” diye haykırıyor ama sağlık sistemini paralı hale getiren ve ticarete döken bir algı akla gelince, aslında sistemin tam da bu olduğu, yeni yapılacak şehir hastanelerine yönlendirme işleminin tıkır tıkır çalıştığı, rahatlıkla söylenebilir.
Olmayacak şeyler: “Hastaya güleryüz, çalışana saygı”
Okmeydanı Hastanesi’nin bir başka dış duvarında kocaman harflerle “Hastaya güleryüz, çalışana saygı” yazılmış. Bu ifade çok manidar. Hâlihazırda olan bir şeyden söz etmedikleri kesin. Hastaların yüzüne şöyle bir baksanız, olmayan bir şeyden söz edilerek bunu yazıldığını hemen anlarsınız. Çalışanların bir kısmı ise, geçtiğimiz ayki Soma katliamında ölen işçilere dayanışma eylemine katıldıkları için hastane yönetimi tarafından işten atılmış olduklarından, duvarda yazılı saygıyı göremedikleri gibi, ölülere bile saygı yok dercesine tepkililer. Ve ana kapı önünde bekleyişlerini sürdürüyor, işe geri alınma yolundaki taleplerini muayene ya da tedavi olmak için gelenlerin biraz şaşkın biraz da korkak bakışları eşliğinde haykırmaya devam ediyorlar. Hastane koridorlarına asılı sessiz olmayı işaret eden hemşire fotoğrafının tersine bu kez seslerini yükseltenler onlar, sağlıkçılar.
Ama yine de hastaların şehir hastanelerini tercih etmelerinde en önemli payda olarak, sağlık çalışanlarının “kötü” uygulamalarına büyük iş düşüyor. Muayene ya da tedavi olmak için bir hastaneye gelmiş kimseler, hastalıklarına derman arama derdi ile yıkık duvarların, çöplerin, özel güvenlikçilerin, acilin önünü kuşatan taksicilerin, her hastanede kantin ihalesini almış Beltur’un çok da farkında olamayabilir, çok da önemsemeyebilir. Ne var ki bire bir muhatap olduğu sağlık görevlisinin, hemşirenin ya da doktorun kendisiyle ilgilenmediği, kendisine kötü davrandığı, işini iyi yapamadığı, mesleki bilgisinin yetersiz olduğu gibi somut olgu ya da kanılarla, şehir hastanelerine gitmeye razı ve dahası istekli olabilme durumu pekâlâ söz konusu.
Taşerona hayır!
Daha çok puan alma gayesiyle birçok hastalığa ameliyat tedavisi! uygulayan, daha ucuz bir ilaç tedavisi uygulanabilecekken büyük firmaların pahalı ilaçları leblebi yazar gibi yazan sağlıkçılar, belki performanslarını ve dolayısıyla maaşlarını artırıyor şüphesiz. Ancak, Sağlık Bakanlığı’nın bir anlamda “taşeronu” da olup “şehir hastanelerinde bu tür şikayetler yaşanmayacak” yalanının propagandasının en birinci ağızdan aktarıcısı olma durumları da her daim bakidir.
Oysa bu performans sisteminden vazgeçilmediği takdirde şehir hastanelerinde de eyalet hastanelerinde de benzer bir son hepimizi bekliyor olacak. Belki bir puan için ciğerimiz alınıp, kafamıza 10 dikiş atılabilir. Hepsi sağlık sisteminin sağlığı için!
Hastalar Şehir Hastanelerine, paralar şirkete, peki ya sağlığımız?
Yukarıda pek azını sıralayabildiğimiz örnekler gösteriyor ki, sağlıkta ticarileşmenin önünü açan bu algı, ister üniversite hastanesinde, isterse şehir hastanesinde, yalnızca kar ve daha fazla kar elde etmek üzerine bir tutum izliyor. Nitekim, elinin altında bir dolu hastaneye yatırım yapmayan Sağlık Bakanlığı’nın şehir hastanelerini icat etme nedeni de bu yeni rant alanı.
Sağlık hizmeti verme iddiasında olan devletin, bizzat kendi eliyle hastaları şehir hastaneleri üzerinden şirketlere teslim ettiği gün gibi ortada. Elbette şirketler de bu “hizmet”i toplumun değil kendi şirketlerinin sağlığı, yani para için yapıyorlar.
Sağlığımız mı? Geçmiş olsun! Bu durumda o da Allah’a emanet!
Uzunca bir süredir söz edilen sağlık hizmetlerindeki dönüşüm, yepyeni bir hizmet olarak lanse edilen ve her ilde açılacağı söylenen şehir hastanelerinin projelendirme ve ihalelerinin bu yıl içinde tamamlanacağı haberleriyle yeniden gündeme oturdu.
Sosyal ve adaletli olduğu iddiasındaki devlet, sağlık hizmetlerini bizzat kendi eliyle şehir hastaneleri üzerinden şirketlerin insafına teslim ediyor. Elbette şirketler de bu “hizmet”i toplumun değil kendi şirketlerinin sağlığı, yani para için yapıyorlar.
Merve Demir - Nergis Şen
Meydan Gazetesi Sayı 19, Haziran 2014