Kuramsal bir gerçeklikte varoluşun daha doğrusu yok oluşun hikâyesidir absürd tiyatro. Işığın, gölgenin, sözün hatta kimi zaman sesin olmadığı bir dünya. Absürd tiyatronun sunduğu bu sonsuz döngü içerisinde seyirci ya sürekli bir hareketle yoğrulup hiçbir yere varamaz ya da sonsuz bir bekleyiş içerisinde eriyip gider. Her iki türlü de bu kesintisiz çaba bir yere varmazken; seyirci “çiğ” hatta “ yavan” bir yalnızlık ve boşunalık duygusuyla baş başa kalır. Bir Samuel Beckett oyunu izleyen kişinin yapacağı en iyimser yorum “ bu neydi şimdi?” olabilir.
İkinci Dünya Savaşı’nda Hiroşima’da, Nagazaki’de, Auschwitz’de, parçalanan ve yok olan “her şeyin iyiye gittiğine” olan inanç, yerini bir “her şeyin boşuna olduğu” umutsuzluğuna bırakmıştı. Gelişen teknoloji, ilerleyen tıp, bilimsel gelişmeler dünyayı daha güzel ve yaşanabilir bir hale getirmemiş aksine, yaşama dair her şeye karşı topyekûn bir saldırıya geçmişti. Önüne çıkan her şeyi yutan ve geriye bir balçık enkaz bırakan bir tufan, bir sel gibi hareket eden bu “ilerleme”den sanat ve tiyatro da nasibini almış ve biçimsel ve içerik olarak tümden bir form değişikliği yaşamıştı. Absürd tiyatronun ortaya çıktığı bu koşullar ve yöntemlerini göz önünde bulundurduğumuzda, neden çoğu zaman “umutsuzluğun tiyatrosu” olarak anıldığını da anlayabiliriz. Bu yakıştırma çok yanlış olmamakla birlikte zaman zaman bir yanlış anlaşılmaya da dönüşmüştür. “Umutsuzluğun tiyatrosu”, umutsuzluğu bir çözüm ya da nihai bir sonuç olarak ortaya koymaz, umutsuzluk bir kırılma, bir tıkanma ya da bir çıkış noktasıdır.
Distopyanın Sahneye Yansıması
Absürd tiyatroda karakterler dış dünyadan kopmuş, yalnız, en iyi ihtimalle bir diğer karaktere bağımlıdır; diyaloglar birbirinden kopuktur, aslında var olmayan bir iletişim varmış gibi görünür, oyun parçalanmış, alışıldık bir ilerleyişten yoksundur. Örneğin Beckett oyunlarında, oyunlar çok kez aynı hareketlerin tekrarı ile ilerler ve oyun bir yere gitmez. Oyun bittiğinde bile sanki ışık tekrar yanacak ve bazen bitmeyen bir kâbus gibi yine kaldığı yerden devam edecekmiş hissi yaratır. Kurulan dünya insancıl ilişkilerden çok uzaktır, ilişkiler çıkarlara göre şekillenir, aldatma ya da bencillik bu dünya içerisinde normalleşmiştir. Absürd oyunlarda izlediğimiz “yaşanan bir yaşam” değil “bir yaşamın” yansımasının yansımasıdır. Kişiler edilgendir, hayatlarını ellerine almaktan çok uzak, kendi hayatlarında özne değil birer seyircidir. Hayat onlar planlar yaparken akıp giden zamandır. “Sanki yokmuşuz, hiç olmamışız gibi” der Eugene Ionesco. Krapp’ın Son Band’ında Krapp sadece kendi sesine değil kendi geçmişine ve yaşamına da yabancılaşmıştır. Onun için hayat uzak bir geçmişte kalmış bulanık bir hatıradan ibarettir.
“Umutsuzluğun tiyatrosu” gerçekten de seyirciyi birçok oyunda umutsuzluğun en keskinleştiği noktaya taşımaktadır. Ancak bu nokta bir kırılma noktası da olabilir. Absürd oyunlardaki sonsuz döngü Sysphos’un bir kayayı sonsuz kez tepeden yukarıya itmesine benzer. Zirveye vardığında kendi ağırlığıyla aşağı yuvarlanan kayayı yeniden düştüğü yerden zirveye kadar taşımak Sysphos’un sonsuz direnişidir. Oyunlarda tekrar tekrar karşımıza çıkan bencil ve çıkarcı karakterler, gündelik hayatlarda görmezden gelinebilen ya da küçümsenerek kabul görebilen tüm bencil ve çıkarcı bireylerin bir temsili olarak, oldukça acımasız ve somut bir şekilde seyircinin yüzüne çarpar. Ya da kendi hayatlarına seyirci kalan bireyler, yine oyun içinde kendi edilgenlikleriyle karşı karşıya bırakılırlar.
Absürd oyunlarda resmedilen son hızla yok oluşa doğru giden dünya, kaçınılmaz son olan bir distopyadan çok, var olan gerçeklik içinde “görmezden gelinenin” abartılı bir çarpıtmasıdır. Diğer taraftan ise bu “dünya” fantastik bir kurguyla anlatılan gerçekliğin kendisidir… Samuel Beckett’in en çok sahnelenen ve en çok tartışılan oyunlarından biri olan Godot’u Beklerken‘in, San Quentin Cezaevi’nde sahnelenmesinin ardından mahkûmların “kendi öykülerini anlattığını söylemesinin altında yatan tam da bu gerçekliktir. Bu yüzden “umutsuzluğun tiyatrosu” tanımını kullanırken Bakunin’in umutsuzluk hakkında söylediklerini de hatırlamak gerekir: “...bir duygu var ki, insanı çileden çıkarıp isyan ettirebilir, en azından isyan etme ihtimalini artırabilir: umutsuzluk. Keskin, tutkulu bir duygudur bu. İnsanı ağır, acılı uykusundan çekip alır, ona, en ufak bir ulaşma umudu olmasa bile; daha güzel bir dünyanın var olabileceğini hatırlatır.”
Özlem Arkun
Meydan Gazetesi Sayı 19, Haziran 2014