Suriye’nin kuzeyinde oluşacak bir Kürt bölgesi, Irak’ın kuzeyi ile birlikte düşünüldüğünde; Türkiye’deki Kürtlerin konumunu her açıdan güçlendiriyor.
Temmuz ayında, Kahire’de düzenlenen Suriyeli Muhalifler Konferansı’nda T.C. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Türkiye’nin Suriye Politikası’nı açıklarken yine aynı ayın sonuna doğru Suriye’de yaşanacak gelişmeleri hesaplamıyordu.
Davutoğlu “Türkiye’nin Suriye Politikası açıktır. Haklı demokratik taleplerde bulunan Suriye halkının yanındayız.” demişti. T.C. bu açık politikasıyla Suriye’de sünni Müslüman Kardeşler’in iktidarını destekliyor ve bu desteği Arap Birliği içindeki Katar ve Suudi Arabistan’ın yaptığı gibi sadece ekonomik tutmuyor. Sınırından Suriye’ye soktuğu muhalif ordunun askerleriyle lojistik, teknik ve taktiksel yardımlarla bu iktidar için ne kadar samimi olduğunu gösteriyordu.
Esad rejiminin iktidarı kaybetmeme dürtüsüyle halka karşı giriştiği ölüm politikası; rejim karşıtlarının hepsini kamuoyunda meşru gösteren bir tabloya sokuyordu. Özgür Suriye Ordusu, Esad diktatörlüğüne karşı girişilmiş mücadelede özgürlük savaşçıları olurken; T.C. bölgedeki adalet bekçisi; BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’ye ambargo kararı alan devletler de Ortadoğu’dan yükselen çığlığa kulaklarını tıkamayan batılılar rolüne bürünüyordu.
Uluslararası siyasi arenada, Rusya ve Çin’in vetosu nedeniyle Suriye yönetimine karşı yaptırım kararı alamayan batılı devletler; T.C.nin bölgedeki bu “yapıcı” rolünü desteklediklerini her fırsatta dile getiriyorlardı.
T.C “Açık Suriye Politikası” işletirken, Jet Kriziyle açığa çıkan ve tarafları neredeyse savaşacak noktaya getiren durum, T.C.’nin bu politikasını uluslararası siyasi düzlemde bir kez daha meşru kılmasına yol açtı.
Suriye coğrafyasının, gerçekte bu “Açık Dış Politika”nın bu kadar rahat uygulanamaz doğası, belki de hesaba katılmamıştı. Başından beri karşısında olunan Esad rejimi, aslında yalnız “Esad”dan oluşmuyordu. Esadlı Suriye rejimi bölgedeki zincirin bir parçasıydı. Bu zincirin bir ucunda İran, öteki ucunda Lübnan’da giderek güçlenen Hizbullah vardı. İran devleti, Hizbullah ile arasındaki ilişkiyi Suriye üzerinden gerçekleştiriyordu. Dolayısıyla Şii Esad rejimine karşı girişilmiş bir çaba bu zinciri kırabilirdi. İran bu süreçte muhaliflere karşı tutumunu, Esad rejimine yaptığı mali ve silah desteğiyle gösterdi.
Öte yandan sadece Sünni Müslüman Araplara verilen destek, Suriye gibi farklı mezhep ve kimlikleri içinde barındıran bir coğrafyada hiç de bütünleştirici gözükmüyordu.
22 Temmuz’a kadarki süreçte Suriye coğrafyasında yaşananlardan, tüm bu siyasi gerilimlerin T.C dış politikasını etkilemediği gözlemleniyordu. Derken 23 Temmuz’da Kürtler, Amude, Derik, Lorani ve Afrin’i ele geçirerek, ne Esad’ın ordusunu ne de Özgür Suriye Ordusu’nu bu kentlere sokmayacaklarını açıkladılar.
Kürtlerin Suriye’deki Durumu
Aslında Suriyeli muhalifler, Esad rejimine karşı bir ayaklanmaya girişmesinden çok öncesinde Kürt grupları Suriye’deki en önemli muhalefet durumundaydı. %10-15 (2 Milyon civarı) nüfusuyla Kürtler Suriye’de en büyük kimlik konumunda. 2005’teki Damascus Demokratik Değişim Kongresi’nde oluşan Kürt Partileri Blok’u Suriye muhalefetini belirlemede önemli yer teşkil etmişti.
Mart 2011’de çıkan ayaklanmalara Kürtlerin tepkisi biraz geç oldu. Bu ayaklanmalarda Nisan aynın sonuna gelene kadar net bir pozisyon almadılar. Kürt Siyasi Partilerinin Ulusal Hareketi’ne dönüşen önceki blok, Suriye’de Esad rejiminin tek parti diktasına karşı eşit, anayasaya dayalı, laik bir devlet talebinde uzlaştı.
Hemen sonrasındaki aylarda Suriyeli muhaliflerin Antalya ve İstanbul’daki kongrelerini boykot ettiler. Buna rağmen 54 Kürt temsilci, Antalya’daki kongreye katıldı. 16 Haziran’da İstanbul’da gerçekleşen muhaliflerin kongresinden, “Suriye Arap Cumhuriyeti” söylemine karşı olduklarından dolayı Kürt gruplar ayrıldı.
Buna karşılık muhalifler de Kürtleri Esad rejiminin yanında olmakla suçladı. Suriye Ulusal Konseyi, Esad rejimiyle işbirliği içinde olanların, Esad sonrası dönemde var olamayacağı gibi tehditkâr bir açıklama yaptı. Suriye Ulusal Konseyi’nin bu açıklaması, Kürt kimliğini başından beri kabul etmeyen politikalarıyla uyum gösteriyor.
2011 Ekim’ine gelindiğinde Kürtler, Barzani’nin desteklediği Suriye Kürt Ulusal Konseyi; T.C., Arap Birliği ve Batı destekli Suriye Ulusal Konseyi; PYD’nin içinde bulunduğu Gençlik Koordinasyon Konseyi arasında kendilerini ifade etmeye çalıştılar.
2012’nin Temmuz ayına gelindiğinde, Esad güçleri kentleri halk meclislerine terk etmek zorunda kalmadan önce 2 kişiyi öldürerek toplumsal muhalefeti bastırabileceğini düşündüyse de bir katliam gerçekleştirmeden karşısındaki muhalefeti bastıramayacağı gerçeğiyle yüzleşti. Arkasından kentlerde kurulan halk meclislerinde amacın “Suriye’nin bütünlüğü çerçevesinde, demokratik hakların geliştirilmesi” olduğu söylendi.
Suriye’nin Kuzeyi, Türkiye’nin güneyi
Suriye ile arası “Kürt meselesi” açısından hiç de iyi olmayan T.C., Adana Protokolü ile Suriye’nin PKK’ye lojistik desteğini engellemiş ve protokol sonrasında kendi Kürt politikasına uyumlu bir süreç geliştirebilmiştir.
Kürtlerin, T.C. sınırına yakın bölgelerde elde ettiği yerleşim alanları, sadece T.C’nin “Açık Suriye Politikası”nı zedeleyen bir durum değil. Aynı zamanda, Suriye’nin kuzeyinde oluşacak bir Kürt bölgesi, Irak’ın kuzeyi ile birlikte düşünüldüğünde; Türkiye’deki Kürtlerin konumunu her açıdan güçlendiriyor. Aynı zamanda halk meclisleri aracılığıyla gerçekleşen bu özyönetim pratiği bölgeyi farklılıklarıyla bütünleştirmek ve çizilen sınırları anlamsızlaştırılarak – yeniden çizilerek değil – beraber yaşayabilme amacını taşımaktadır. Bu demokratikleşme durumu “demokrasi savunucusu” T.C.nin üstünde daha fazla baskı oluşturacağa benziyor.
Yani Suriye’de bu iktidar kavgası kolay kolay biteceğe benzemiyor, bir yanda iktidarını kaybetmek istemeyen Esad ve Esad’ın arkasındaki Şii Koalisyon, diğer tarafta Şii iktidarına karşı birleşmiş gibi görünen neoliberal politikaların Ortadoğu yürütücüsü Müslüman Kardeşlerle Selefiler ve bu Sünni Koalisyon’u destekleyen küresel kapitalistler var. Bir de Suriye’deki iktidar kavgasına dahil olmadan, kendi yaşadıkları topraklarda özgürce yaşamak isteyen Kürtler var. Ve atlamamak gerekir ki bölgede hiç bir şekilde Kürtlerin özgürleşmesini istemeyen ve bölge üzerindeki iktidarını kaybetmek istemeyen T.C. var.
Adana Protokolü:
20 Ekim 1998 yılında Suriye Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafınca imzalanan antlaşma, Suriye’nin su sorununu ile Türkiye’nin de PKK sorununu gidermesi üzerinden devletlerarası bir uzlaşıydı.
Meydan Gazetesi Sayı 2, Ağustos 2012