Ortadoğu; dışarıdan bakanlar için, içinde ne olacağı tahmin edilemeyen bir kapalı kutudur. Burada hiçbir şey, Batı’dakine benzemez. Batı’nın rasyonel bakış açısıyla kavranamadığı gibi oryantalizm gibi bakışla da karikatürize edilemez. Burada her şey, aynı insanları gibi, iç içedir. Aşk da savaş da yaşam da acı ve sevinç de… Bu edebiyatta da böyledir. Burada bir aşk şiiri, asla sadece aşk şiiri olarak kalamaz, en kötü ihtimalle bir kelimesinde, coğrafyanın acı ve kanla yazılmış tarihinden bir iz bulunur. Kimi zaman yaşlı bir “dengbej”in yaşadığı hayatın kenarlarında yol yol iz yaptığı, ağzından dökülen kelimelere sinmiş sürgünü duyarız; kimi zaman Kahire’nin ara sokaklarındaki kahvelerde oturan Arapların sohbetine dâhil olur, Batı’yla dövüşen eski inanışların çelişkilerine şahit oluruz. “Bir Mesih’e inanmamanın, çaresizlik sayıldığı bir coğrafya…”da yaşama direnen insanların hayatlarına konuk olur, savaş koşullarının normal koşullar olarak sayıldığı bir kara parçasında yaşamla yüzleşiriz.
Hiç unutmadığımız hatta hep yakınında olduğumuz halkların savaşının yani bizim de olan bir savaşın ortasındayken, Ortadoğu’da savaşı yazan daha doğrusu Ortadoğu’da yaşamayı yazan yazarları tekrar hatırlamak, yaşadığımız gerçekliğin başka bir yönünü de görmek anlamına geliyor. Bugün Rojava, Filistin ya da Irak’ta kesilen kafaların, atılan bombaların ve boğulmaya çalışılan bir devrimin izi, muhakkak ki oranın edebiyatına sinmiş, bugünü hazırlayan koşulları geçmişte anmıştır.
Mehmed Uzun - Dicle’nin Sesi I - II (İthaki Yayınları)
“Bana gözlerini yurt eyle mültecin olayım, kendi adına bana kimlik çıkar ben biraz da sen olayım…”
Kürtçe, Türkçe ve İsveççe yazan Mehmed Uzun neredeyse hayatının tümünü, kopartıldığı coğrafyayı anlamaya ve onu anlatmaya harcadı. Bu üç dilde yazdığı onlarca roman ve hikâyenin ötesinde, Kürt dili, tarihi ve edebiyatı üzerine yaptığı çalışmalarla, Kürt kültürüne önemli katkılarda bulundu. Birçok kitabı yasaklandı, vatandaşlıktan çıkartıldı. Çok uzun süre İsveç’te yaşadı, 1992 yılında tekrar yaşadığı topraklara dönebilen Uzun, 11 ekim 2007’de Amed’de yaşamını yitirdi.
Dicle’nin Sesi I (Dicle’nin Yakarışı) kitabında Uzun, Dengbej Biro’nun ağzından Osmanlı’nın zulmü altında ezilen halkları anlatır. Kürtler, Ezidiler, Süryaniler, Yahudiler, Araplar ve Türklerin yaşamlarının nasıl iç içe geçtiğini; Ester ve Biro’nun aşkını, sürgün ve katliamları konu edinir. Anlatısına “Siz istediniz, ben de anlatacağım. Kandili yakın ve unutulmuşların sesine kulak verin öyleyse” diyerek başlayan Biro, kitabın ilerleyen sayfalarında şöyle devam eder: “Etrafınıza bakın, her yerden kan damlıyor. Toprak inliyor, su haykırıyor, rüzgâr uğulduyor. Niçin? Hep Fırat ve Dicle’nin sularıyla sulanan bu mübarek toprak, şimdi niçin bir taziye sessizliği içinde kanla sulanıyor?” Kendisini dinleyenlere adeta bugünü tariflermiş gibi seslenen dengbej, bugünün okurunu da, geçmişe götürerek bölge halkının maruz kaldığı ıstıraba ortak eder.
Dicle’nin Sesi II (Dicle’nin Sürgünleri), yine Dengbej Biro’nun sesinde ve şevbuherklerde hayat bulur. Biro bu sefer Osmanlı tarafından topraklarından edilenleri, nasıl yertsiz yurtsuzlaştırıldıklarını, kanın aka aka yer yaptığı yollardan hiçbir yere uzanamayan bir sürgün hikâyesini anlatır.
Selim Berekat - Sur’u Üfle (Aram Yayınları)
“Mülteci topraklarından başka bir şey görmemiş bir çocuğun bitmemiş hatırası…”
Selim Berekat, Adını Rojava kantonlarından biri olarak duyduğumuz Qamişlo’da dünyaya geldi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra doğan Berekat, döneminin tüm insanları gibi bunun ağırlığı ile yazdı ve yaşadı. Suriyeli bir Kürt olmasına rağmen Arapça yazdı. Bu yüzden birçok eleştirmen tarafından “Arapların Yaşar Kemali” olarak anıldı. Kürtçe yazmamasına rağmen genelde Suriye’de yaşayan Kürtlerin hikâyelerini anlattı.
Türkçeye çevrilen kitaplarından biri olan “Sur’u Üfle” en dikkat çekici eserlerinden biri. Kitapta, kendi çocukluk anılarından yola çıkarak, Suriye Kürtlerinin çektiği acıları, kahkahalarını, kendilerini bu cendereden kurtaracak olan bir Mesih bekleyişlerini ve içinde yaşadıkları coğrafyaya saplanıp kalmış şiddet sarmalını zaman zaman mizahi, zaman zaman hüzün dolu bir dille anlatıyor.
Necip Mahfuz - Kahire Üçlemesi (Hitkitap)
“Ben, borçlarını ödeyebilmek için insanların açlık sınırında yaşamak zorunda kaldığı bir dünyadan geliyorum.”
Necip Mahfuz, Ortadoğu edebiyatının en bilinen simalarından biri olmakla beraber, Mısır’da son dönemlerde yaşananları gerçekçi ve sade bir dille anlatmayı başaran ender yazarlardan. Sokaktaki insanın gündelik yaşamını ele aldığı kitaplarında bir yandan Mısır’ın çalkantılı siyasi yaşamını resmederken, diğer yandan, bizi kadim bir kültüre, Mısır şehirlerinin ara sokaklarına doğru “gerçekçi” bir yolculuğa çıkarıyor.
30’u aşkın kitabı arasında, en büyük etkiyi yaratan çalışması ise “Saray Gezisi”, “Şevk Sarayı”, “Şeker Sokağı” kitaplarından oluşan “Kahire Üçlemesi”dir. Üçleme, Birinci Dünya Savaşı’yla açılıp Nasri Darbesi’yle devam eden süreci, Kahireli tüccar bir ailenin 3 kuşak hikâyesini anlatarak veriyor. İlk kitap Saray Gezisi’nde, geleneksel değerlere sıkı sıkıya bağlı, evde güçlü bir otoriteye sahip olan Ahmet Abdülcevat ve ailesinin hikâyesini anlatır, arka planda ise Birinci Dünya Savaşı sonrası, İngiliz sömürgeciliğinden kurtulmaya çalışan bir halkı okuruz. İkinci kitap, Şevk Sarayı’nda ise, ailenin ikinci kuşağının hikâyesi anlatılır. Artık yavaş yavaş güçten düşmeye başlayan fakat ailesinin üzerindeki gücü hala kaybolmayan Ahmet Abdülcevat, bu kitapta biraz daha geri planda kalırken, çocukları Yasin, Kemal, Hatice ve Ayşe’nin hikayesiyle beraber 1920’lerin Kahiresi romanın merkezinde yer alır. Üçüncü ve son kitap olan Şeker Sokağı’nda, artık torunların hikâyesi anlatılmaktadır, Abdülcevat iyice elden ayaktan düşmüş, çocuklar ve torunlar daha rahat hareket edebilme imkânı yakalamışlardır. Batılılaşma dönemine giren Mısır’da hayat yavaş yavaş değişmeye başlamış, eski ile yeni, doğu ile batı ve ezen ezilenin yarattığı çelişkiler Mahfuz’un kaleminden güçlü ama sade bir dille anlatılmıştır.
Gassan Kanafani - Filistin’in Çocukları: Hayafa’ya Dönüş ve Diğer Hikâyeler (Otonom Yayıncılık)
"Bildiğimiz tek şey, yarının bugünden daha iyi olmayacağı ve nehir kıyısında, asla gelmeyecek bir gemiyi özlemle beklediğimiz. Her şeyden koparılma hükmünü giydik; kendi yok oluşumuz dışında her şeyden.”
Kanafani, Filistin’de sadece yazdıklarıyla değil yaptıklarıyla da direnişin önemli simgelerinden biri haline gelmiştir. Bir dönem FHKC’nin de sözcülüğünü yapan Kanafani’nin, 18 kitabı, Filistin ve direniş üzerine yayınlanmış birçok makalesi bulunmaktadır. Hayatını özgür Filistin davasına adayan Kanafani, henüz 36 yaşındayken katledilmiştir.
Filistinli çocuklar anlatılır bu hikâyelerde; yerlerinden, yurtlarından edilmiş, mülteci kamplarında yaşayan ya da kendi topraklarında dahi “uygunsuz misafirler” olarak anılan Filistinli çocukların hikâyeleri anlatılır. Kendisinin de birebir maruz kaldığı acı ve sıkıntıları keskin gözlem gücüyle çocukların gözünden aktardığı kitabında tüm yaşamları “savaş koşullarında” geçen bir toprağın insanını da derinlemesine inceler. Kitabın giriş kısmında anlatılan bir hikâye Filistin gerçeğini ve yazarın keskin kavrayışını iyi özetler aslında: “... Kanafani, öğretmenin çocuklara muz ve elma resmi çizmeyi öğretmesinin istendiği resmi müfredat programına uygun bir ders veriyordu. Bu meyveleri tahtada çizerken birdenbire bu çocukların hayatlarında hiç elma veya muz görmediklerini düşündü; bu tür yiyeceklerin yaşadıkları hayatta gerçek bir karşılığı yoktu. Bunun üzerine çizdiklerini silip onlardan mülteci kampının resmini çizmelerini istedi. Sonraları ‘Tam o anı, hayatım boyunca başıma gelen her şeyden daha net biçimde anımsıyorum’ diyerek bu olayı hayatında ‘kesin bir dönüm noktası’ olarak tanımlayacaktı.”
Hakan Aktuğ Gültürk
Meydan Gazetesi Sayı 22, Ekim 2014