Köpeğe F Tipi Domuza Linç

Sayı 24, Şubat 2015

Kent Çıkmazında “Canlı” Olmak

Bildiğimiz anlamda kentler, kapitalizminin bir projesi olarak ortaya çıkmıştır ve zaman içerisinde, sistemin ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürülerek çeşitli şekillere sokulmuştur. Kimi zaman fabrikaların etrafında kurulan şehirler, kimi zaman tüketim mabetleri merkeze alınarak, biçimlendirilmiştir. Özellikle son yıllardaki kentsel dönüşüm projelerinde; üretilen projelerin dışında kalan “canlı yaşam”ı, hep şehrin dışında, merkezden uzakta tutulmaya çalışılmıştır. İşçiler, işsizler, çocuklar, kadınlar, suçlular ve sokak hayvanları çeşitli yollarla çeşitli yalıtım alanlarına taşınmıştır. Avrupa tarzı banliyöler, tımarhaneler, hapishaneler ve hayvan barınakları bu yüzden kentin ötesindedir ya da ötesine taşınmaya çalışılmaktadır. Çünkü sterilizasyon, kapitalizmin yeni yüzünün olmazsa olmazıdır!

İstanbul’da, sokak hayvanlarını şehir dışına atmak için yapılan Kısırkaya Hayvan Barınağı ve Samsun’da, aç kaldığı için şehre inmek zorunda kalan bir hayvanın taşlanması olayı, kapitalizm tarafından biçimlendirilen yaşam alanlarından ve yine aynı beyinlerin ürettiği insan merkezci bakış açısından ayrı düşünülemez. Her iki vaka da, kapitalizmin tahakkümcü algısının sağladığı elverişli ortam sayesinde var olan, insanın diğer insanlarla ve insanın insan dışı canlılarla kurduğu gerilimli ilişkilerinin yansımalarıdır.

Eski Bir Hikaye ya da Sokak Hayvanlarının F Tipleri

1800’lü yıllarda nüfusu 60 bini bulduğu belirtilen İstanbul’un sokaklarında “başıboş” köpeklerin şehrin bir parçası olarak kabul edildiği sık sık söylenir. Osmanlı’nın modernleşme ve batılılaşma sürecine girmesiyle İstanbul’un şehir hayatı değişirken, bu şehrin köpeklerinin de konumu değişti. Mahalli sınırların birbirine karışması sonucunda köpekler artık istenmeyen hayvanlar olarak görülmeye başlandı. Daha Avrupalı görünme kaygısıyla batılı örneklerinden etkilenerek, 1910 yılında köpekler için sürgün kararı alındı. Bundan birkaç gün sonra neredeyse 80 bin köpek mavnalara yüklenerek, Marmara Denizi’nin İstanbul’a yakın tarafında bulunan ve köpeklerin yiyecek bulmasının mümkün olmadığı bir kayalıktan oluşan Hayırsız Ada’da ölüme terk edildi. Köpekler kısa bir süre içerisinde açlıktan birbirlerini parçalamaya başlayınca, İstanbul sahillerinin adaya yakın kısmında yaşayanlar, köpeklerin acı dolu uluma seslerini duyduklarını ifade etmişlerdi.

Sokak hayvanlarıyla beraber yukarıda adları anılan biz ötekiler 1800’lü yıllardan bu yana, yaşadığımız daha doğrusu “atlattığımız” bilmem kaçıncı “batılılaşma”, “modernleşme” ve “uygarlaşma” hamlesinden sonra, bugün de benzer bir hamleyle karşı karşıyayız. Şehirleri kapitalizmin yeni yüzüne uygun hale getirmek için yapılan “kentsel dönüşüm projelerinden”, sokak hayvanlarının payına düşen, “modern hayvan barınakları”, başka bir deyişle sokak hayvanlarının “F Tip”leri oluyor!

“Beş yıldızlı otel gibi köpek barınağı” açıklamalarıyla medyaya servis edilen Kısırkaya, Sarıyer’de 720 hektarlık bir alanda 20 bin sokak köpeği kapatabilecek bir kapasiteye sahip. Dar hücrelerin ve kimi koğuşların olduğu yapıya ulaşım neredeyse imkansız. Deniz kıyısında dik bir yamacın üzerine kurulmuş olması da, yağışlarda su baskını ve sel riskini arttırıyor. Yani kurulan tesisin 5 yıldızlı otelle tek ortak noktası deniz kıyısında olması iken, onu bir toplama kampından tek şeyse gaz odalarının ve fırınlarının olmaması!

Tarih boyunca, fiiliyata bakmaksızın varoluşları devletler ve kapitalistler tarafından bir suç unsuru olarak görülen birçok topluluk ve birey vardır. Muhalifler, deliler, Yahudiler, Romanlar, Kürtler, Ermeniler, eşcinseller gibilerin yalıtılması için bir göz önünde olmaları yeterlidir. Bu ötekiler, toplama kamplarına, sınır ötelerine, tımarhanelere ya da F Tiplerine kapatılıp varlıklarının “topluma zarar vermesi” engellenmiştir. Bugün de benzer bir şey, herhangi bir fiiliyatta bulunmamalarına rağmen sırf varlıkları insan merkezci ve kapitalizmin steril algısına uymadığı için sokak hayvanlarına uygulanmaktadır.

Ezilenin Ezilene Duyduğu Nefret ya da Domuzu Taşlama

Geçtiğimiz günlerde Samsun’da yaşanan ve bir grup insanın, aç kaldığı için şehre inmek zorunda kalan domuzu taşladığı, tekmelediği, üzerine basıp fotoğraf çektirdiği bir olay, ilginç bir enstantane olmasıyla, “cahil”, “cani”, “trajik”, ve “komik” sıfatları ile beraber ana akım medyada kendisine yer buldu. İnsan ile doğa ve insan ile insan arasında üretilmiş gerilimin şiddetli bir yansıması olduğu gün gibi açık olan bu olay, daha kılcal bir yerden ele alınırsa farklı bir noktayı da işaret edebilir diye düşünüyorum. Şöyle ki, aynı efendiler tarafından yaşamları ve yaşam alanları tarumar edilen iki türün arasında doğan tahakküm ilişkisi; yani ezilenin ezilene uyguladığı şiddet ya da duyduğu nefret.

Howard Zinn, ABD Halklarının Tarihi adlı kitabında, Amerika’da mülk sahibi kolonicilerden bahsederken, kılcal bir noktaya değinir. Mülk sahipleri, siyahi kölelerle Amerika’ya yeni gelmiş beyaz işçiler arasında kendilerine karşı bir ittifak olabileceğini sezerler ve ezilenlerin tarihinde çoğu zaman bir kırılma yaratabilmiş bir yöntemi devreye sokarlar. Ezilenleri, birbirine kırdırmak ya da başka bir deyişle daha az ezilenin, daha fazla ezilen üzerinde, en güçlüden referans alarak tahakküm uygulaması. Mülk sahipleri, beyaz işçilerin ücretlerinde küçük bir zam yapmış ve onların siyah köleler üzerindeki denetim alanlarını çoğaltarak, onlara bir paye vermiştir. Beyaz işçiler, siyahların üzerinde patronlaşıp, daha özgür ve mutlu olduğunu düşündükleri patronlarına bir adım daha yaklaşmışlardır!

Meseleyi biraz daha açacak olursak: Pastadaki payı arttırılan ezilen, büyük şölenin zengin konukları arasında biraz daha öneminin arttığını düşünür. Pastadaki payları, aşağıdan yukarıya doğru incelen bir piramidin hiyerarşisine uygun olarak, azar azar arttırılan her birey patronlaştırılır (bu pay kimi zaman parayla, kimi zaman da mekan sınırları dahilinde iktidar alanının genişletilmesiyle sağlanır). Kendisi üzerinde tahakküm-otorite uygulanan birey, bu durumun kendisine üzerinde yarattığı tahribatı onarmak için iki yoldan birini seçer: ya bu durumu kabullenmeyerek isyan edecek ya da kendisine bulaştırılmaya çalışılan iktidar hastalığına yenik düşüp bunu kendisinden daha zayıf olanlara uygulayacaktır. Bu şiddeti onlara da bulaştırırken geçici bir rahatlama yaşayacaktır!

Samsun’da karşılaştığımız manzarayla Kısırkaya arasında ciddi bir fark vardır. Kısırkaya’da projeyi üretenler ve uygulamaya koyanlar, devlet ve onun tahakkümcü kurumlarıdır. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Devlet ve kapitalizmin doğasında yok etmek, tüketmek ve talan etmek vardır. Fakat mesele, Samsun’da yaşanan olaya gelince, kılcallaşır ve karmaşıklaşır. Ekonomik anlamda hiç de patron ya da kapitalist gibi görünmeyen, aksine kuvvetle muhtemel birer ezilen olan bir grup insan, yaşam alanları yok edildiği için şehre inmek zorunda kalan ve bu anlamda yine başka bir taraftan “ezilen” bir hayvana “bütün hınçları” ile saldırıyor; hayvana adeta linç uygulanıyor. Meselenin derinleştiği yer de tam burada başlıyor. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi birilerinin iktidarına maruz kalıyorsak, önümüzde iki seçenek vardır; ya bu duruma isyan eder bu durumu değiştirmek için mücadele ederiz ya da buna boyun eğip, bizim üzerimizde uygulanan iktidarı bizden daha güçsüz olanın üzerinde uygularız. İşte Samsun’da tamda böyle bir durumla karşılaşıyoruz. Domuzu büyük bir hınçla taşlayan insanların domuzu yakaladıktan sonra üzerine basıp zafer fotoğrafları çektirmeleri bir iktidar refleksidir! Ne yazık ki, gündelik hayatta hepimizin karşı kaşıya olduğumuz iktidardan kurtulmak ve maruz kaldığımız şiddetin etkisini hafifletmek için girdiğimiz çıkmaz bir yoldur.

Tarih boyunca iktidarlar ve iktidarlı ilişkiler hep şiddet üretmişlerdir. Bu şiddet kimi zaman kadını, kimi zaman çocukları kimi zaman işsizleri ve işçileri hedef alırken belki de en çok insan dışı canlı yaşamını hedef almıştır. Bugüne kadar farklı şekillerde uygulana gelen şiddet, kimi zaman Kısırkaya’da olduğu gibi hayvanları yalıtmış, kimi zaman da canlıların yaşam alanları üzerine yapılan HES’lerle yok etmiştir. Bazen de iktidarlar yaydıkları nefret tohumları ile hastalıklarını ezilenleri bulaştırarak, Samsun ve benzeri bir sürü vakanın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Fakat şunu unutmamak gerekir: iktidarın bulaştırmış olduğu hastalıktan kurtulmanın yolu onu ötekinin üzerinde kullanmak değil, bu hastalığın bizde uyandırdığı öfkeyi bu hastalığı yaratanlara yöneltmektir!

Özgür Erdoğan

Meydan Gazetesi Sayı 24, Şubat 2015

Paylaşın