572 asker, 50 tank, F-16 uçakları, kameralar, fotoğraf makineleri, patlayan flaşlar... 22 Şubat günü, T.C devletinin “Türkiye toprakları dışında sahip olduğu toprak parçası” olan Süleyman Şah Saygı Karakolu ve Türbesi’nin taşındığı operasyon, bu toprakların tek gündemi oldu.
Sınıra 37 km uzaklıkta olan Süleyman Şah Türbesi’nin bulunduğu bölge, uzun zamandır IŞİD tehdidindeydi. Giderek artan tehdit sebebiyle, türbede nöbet tutan askerlerin görev yerleri 6 aydan bu yana değişmiyordu. Hükümetse hem bu sebeplerden dolayı, hem de türbede bulunan tabutları güvenli bir bölgeye almak için bir güvenlik operasyonuna girişti. Söz konusu operasyonla türbede bulunan tabutlar, "tehdit "bölgesinden uzaklaştırıldı; IŞİD’in kontrolüne geçme ihtimali düşünülen bina bizzat askerler tarafından patlatıldı; kusursuz bir şekilde işlediği iddia edilen bu operasyonun ardından hükümet “kutsal vatan emanetimizi kurtardık” yayınları yaptı. Yükseltilen “başarı” söylemleri karşısında, muhalafetin söyleminde bu operasyon bir fiyasko oldu. Kemal Kılıçdaroğlu hükümeti vatan toprağını terk etmekle suçladı; Devlet Bahçeli ise yapılan operasyonu bir korkaklık örneği olarak adlandırdı. Tüm bu tartışmalar sürerken; operasyon içinde yaşanan bir “detay” satır aralarına sıkıştırıldı.
Devletin kutsal addettiği üç tabutun nereye, ne şekilde taşınacağı tartışılır, operasyon “bir kahramanlık örneği” gibi ekranlara yansıtılırken; bir başlık neredeyse hiç yaşanmamış gibiydi: Operasyon sırasında bir trafik kazası yaşanmış, araç içerisindeki bir asker yaşamını yitirmişti. Söz konusu kazada yaşamını yitiren Halil Avcı’nın ölümü, her zaman olduğu gibi yine “şehitlik” söylemleri ardına gizlendi.
Devlet, korumaya giriştiği üç tabutu taşırken, bu operasyondan bir tabut daha çıkardı. “Kutsallığın” gölgesinde kalan bir can, bir yaşam, bir insan değil; bir tabut oldu. Üç tabut için resmi-dini törenler peşi sıra geldi; trafik kazasında yaşamını yitiren askerin ölümüyse hükümet-muhalefet tartışmalarına, “şan”ını kurtarmışçasına şahlanan devletin ölüm listesine eklendi. Halil Avcı’nın ailesi, “üç tabut almaya giden” oğullarını bir tabut içinde geri alırken, anlatılanlar ne operasyonun şanından ne de başarısındandı. Tabut almaya giderken tabutla dönen oğullarıydı ve bu ölümün hiçbir açıklaması yoktu.
Hükümet, daha yakın zamana kadar “düşman” ilan ettiği Kobane halkına kapılarını kapatırken, aynı kapıları IŞİD çeteleri için ardına kadar açmış; bölgedeki direnişte hakim rolü olan YPG-YPJ’yi terör örgütü ilan etmiş, Kobane’deki direnişi yeni bir yaşama olan inançla sahiplenen herkese saldırmış, gözaltlarıyla tutuklamalarıyla direnişin sesini susturmaya çalışmıştı. Tüm bu süreçlerin ardından aynı hükümet, operasyonunu gerçekleştirmek için YPG’nin oluşturacağı güvenlik koridoruna muhtaç kaldı; tabutlarını aynı koridordan, YPG’nin sağladığı güvenlikle Kobane’ye taşıdı. Şimdilerde Şah Süleyman’ı güvence altına almış olmanın verdiği rahatlığına güvense de iktidar, ortaya çıkan manzara aslında hiç güvenilir değil. Zira aynı emanet için “Gerekirse Suriye’ye dört adam gönderip, Türkiye’ye sekiz füze attırıp, Süleyman Şah’a saldırtıp savaş çıkartmayı konuşanlar” için bu ihtimal hala mümkün.
Unutmayalım ki güvenlik için türbeyi taşıyanlar, bu kez de türbenin bulunduğu Kobane’ye “adamlarını gönderip” sınırın bu yana bomba attırmanın derdinde olabilir. Ki böyle bir dert, zaten vakti zamanında tezkeresini de çıkartmış bir devletin sınır ötesine yapacağı bir saldırı için, “en meşru” sebebidir.
Merve Arkun
Meydan Gazetesi Sayı 25, Mart 2015