Uyan ey kadın! Usun alarm çanları tüm evrende yankılanıyor; haklarını bil!
Kadın kimliği, erkek egemen zihniyetin bir ürünü olan iktidarların başlangıcından bu yana, erkek kimliğine bağlı olarak tanımlanır. Erkek aklın, gücün ve otoritenin temsilcisi olarak görülürken; kadın baskı altına alınması gereken, eğer alınmazsa bütün kötülüklerin ve erdemsizliklerin sorumlusu olan bir varlık olarak anlatılır. Toplumun her alanına hakim bu algı, kadının varlığını ancak erkeğin yanında destekleyici bir rol ile şekillendirir. Felsefenin tarihsel çizgisinde de durum aynıdır. Felsefenin erkek tarihi boyunca kadınlar yok sayılmış, aşağılanmış, hatta katledilmiştir.
Bu yok sayma, tarihin eski çağlarından günümüze kadar gelir. Antik Yunan’da kadının temsil ettiği iki rol vardır: Bereket ve kötülük. Kadını değerli yapan doğurganlığıdır, bereketidir. Doğurganlık, erkek olan iktidarın taşıyıcısı yani devamlılığı olacağından dolayı kadın bereketlidir. Yunan mitolojisinde anlatılan bir başka hikayeye göre Zeus, Epimetheus’a ceza olarak Pandora’yı kötülük dolu bir kutuyla eş olarak ona gönderir. Pandora merakına yenik düşer ve kutuyu açar. İşte bu şekilde kötülük tüm evrene yayılır. Antik Yunan’da arzu, tutku, merak, hırs ve kötü olarak kabul edilen kavramlar kadının varlığına atfedilir.
Ortaçağ’da devlete ve iktidarı elinde bulunduranlara itaat etmeyen, kendi iradesiyle hareket eden kadınlara cadı denmiş, bu kadınlar işkencelerle katledilmiştir. Hangi zaman diliminde olursa olsun kadın erkeğe hizmet ettiği, ihtiyaçlarını karşıladığı, ona çocuk verdiği ölçüde değerlidir. İtaat altına alınmayan kadın felaketi getirir; erkeğe, iktidara, otoriteye tehdit oluşturur. Gerçekten de öyledir. İsimlerini bilmediğimiz pek çok düşünür; felsefenin erkek tarihine, erkek otoritesine karşı çıkmış, onların felaketi olmuştur.
“Uyan ey kadın! Usun alarm çanları tüm evrende yankılanıyor; haklarını bil! Doğanın heybetli krallığını artık ön yargılar, fanatizm, batıl inanç ve yalanlar kuşatmıyor. Hakikatin meşalesi bütün aptallık ve kibir bulutlarını dağıttı…” Bu söz, düşünce alanındaki erkek hakimiyetine, iktidarlara ve devlete isyan eden kadına, Olympe de Gouges’e aittir. Olympe de Gouges belki de ismini duymadığımız bir düşünür ve tiyatro yazarıdır. Fakat 1780 yılından itibaren kadın mücadelesi veren, ataerkiye karşı görüşleri ve kaleme aldığı yazılarıyla o, her ne kadar yok sayılsa da kadın mücadelesinde oldukça önemli bir yere sahiptir.
Olympe, Marie Gouze adıyla varlıklı bir ailenin kızı olarak dünyaya gelir. 17 yaşındayken evlendirilen Olympe, 18 yaşında eşinin evinden kaçarak Paris’e gelir. İsmini değiştirip okuma-yazma öğrendikten sonra düşünce alanında yoğun olarak çalışmaya başlar. Evlilik dışı ilişkiler, boşanma hakkı, kadının özgür iradesi, kadın-erkek eşitliği, insan ve düşünce özgürlüğü onun çalışmalarının temelini oluşturur. 1774 yılında köleliğe karşı “L’Esclavage des Nègres” (Siyahilerin Köleliği) oyununu kaleme almıştır. Bu oyununda Olympe, kendi çocukluğunda ona öğretilenlerden ve deneyimlerinden yola çıkarak, devletin siyahilerin köleleştirilmesinin meşru olduğunun propagandasını yaptığından, fakat ırkçılığın da köleleştirmenin de bireylerin özgürlüğünü yok saydığından bahsetmiştir.
Ancak bu eseri, konusundan ve yazarının kadın oluşundan dolayı 1789 Fransız Devrimi’ne kadar basılmamıştır. Olympe, Fransız Devrimi’ne ilk başta olumlu ve umutla bakarken, daha sonra toplumda kadının yerinde hiçbir değişiklik olmadığını fark eder. Eşitlik, kardeşlik, özgürlük nidalarıyla yükselen Fransız Devrimi’nin aslında toplumdaki adaletsizliklerin temelinde, özellikle de kadının toplumdaki ezilen konumunda kökten bir değişim yaratmadığını anlar. 1791 yılında kadın özgürlüğü için mücadele eden “Cercle Social” adlı gruba katılır.
Yaşamının bu döneminde söylediği bir söz ileride çok ünlenecektir: “Kadına darağacına çıkma hakkı tanınıyor; öyleyse kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır.” Aynı yıllarda meclis tarafından yayınlanan “Erkek ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”ne cevap niteliğinde “Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”ni yazar. Bu bildirgede Olympe, maddeler halinde kadınların sahip olması gereken hak ve özgürlükleri detaylı olarak anlatır. Görüşlerini sert bir dille savunan Olympe’nin yazıları, zaman içinde gittikçe sertleşir. Yazıları sertleştikçe yöneticiler baskı ve şiddetini kadınlar üzerinde daha da arttırır. Baskıya rağmen mücadele etmeyi sürdüren Olympe, 1793 Temmuz ayında tutuklanır ve aynı yılın Kasım ayında giyotinle idam edilir.
Erkek egemen algının ürünü olan otorite ve iktidarlar; düşüncelerini yüksek sesle söyleyen, özgürlük için mücadele eden kadınları her alanda taciz etmiş, baskı altına almaya çalışmış, onları katlederek seslerini kısmaya ve mümkünse onları dilsizleştirmeye çalışmıştır. Fakat bizler biliyoruz ki, bu kadınlar katledildikçe onların sesi çoğalacak, sesleri her kadının sesi olacaktır. Felsefe dünyasında yok sayılan, adları bilinmeyen tüm kadın düşünürlerin isimleri her ne kadar silinmeye, unutturulmaya çalışılsa da; o isimler bugün kadın mücadelesinde biz kadınlara ilham vermektedir.
Zeynep Coşkunkan
Meydan Gazetesi Sayı 25, Mart 2015