DEMOKRASİ VE MEŞRULUK

Sayı 27, Mayıs 2015

“Demokratik devlet terimsel olarak bir çelişkidir. Çünkü devlet asıl olarak tahakküm, otorite ve iktidar ile ilgilidir, zorunlu olarak toplumsal refahın ve egemenliğin eşitsizliğine dayanır.” -Michael Bakunin

DEVRiMCİ ANARŞiST FAALiYET’in 7 Haziran Genel Seçimlerine ilişkin hazırladığı metin.

Sadece seçim sürecinde değil, tüm siyasal süreçlerde, partilerin yoğunluklu olarak yaptığı ajitasyon demokrasi üzerinedir. En muhafazakarından en liberaline, demokrasi üzerindeki bu ajitasyon ortaklığı, seçimlerin ve temsili demokrasinin meşruiyet ihtiyacından kaynaklanır. Bu ortaklık, temsili demokrasinin, gerçek bir demokrasi olduğu yanılsamasını oluşturma çabasıdır. Yani seçimler, bu yanılsama içerisinde yapılmaya çalışılıyor. Seçimler üzerinden olabilecek bir galibiyet ya da yenilgi, bu yanılsamayla meşrulaştırılıyor. Öncelikle, hiçbir kesim tarafından sorgulanmayan bu yanılgıyı düşünmek gerekir.

MUALLAK BİR KAVRAM: DEMOKRASİ

Aslında “demokrasi” terimi ve bu terimin ifade ettiği toplumsal modelin neye tekabül ettiğine ilişkin muğlaklık aşikardır. Terimin içi boştur. Öyle ya da böyle tüm siyasal tartışmaların meşrulaştırıcısıdır. Her şey “demokrasi” için yapılır, her icraat “daha demokratik” olma vaadiyle desteklenir. Belki de son zamanlarda karşılaştığımız en büyük vaat ve icraat ise, ABD’nin “Demokrasi götürmek” için Irak’ı işgal etmesidir.

Bu muğlaklık, temsili demokrasinin dokunulmazlığını garanti altına alıyor. “Demokrasi için bir oy at” mottosuyla yapılan seçimler bütününde bu dokunulmazlıktan yararlanmaktadır. Özünde bir oy eşitliğine dayanan seçimler, aslında toplumsal refahın ve egemenliğin eşitsizliğini yaratan bir iktidar hilesidir.

Bu hile içerisinde seçimler, tabii ki demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olarak sunulur. Seçimler dışındaki her şey ya ütopik ya da despotiktir!

Demokrasi ve kapitalizm arasındaki ilişki, kavramı bu muğlaklığa zorlayan bir başka nedendir. Zira kapitalizmin siyaset üzerindeki ve küreselleşmeyle birlikte ortaya çıkan yeni iktidarların hükümetler üzerindeki belirleyiciliği giderek artmaktadır.

Bütün bu muğlaklığıyla demokrasinin parlamenter biçimi, mevcut siyasi ve toplumsal yapının iyileştirilmesine yani “iyi devlet”e odaklanmıştır. Bu siyaset tarzı, müzakereci ve reformcudur.

Ancak devrimci siyasetin hedeflemesi gereken, mevcut toplumsal yapının iyileştirilmesi değil, onun yıkılması ve yeni bir toplumsal yapının inşa edilmesidir. Özgürlüğü ilke edinecek devrimci bir siyaset tarzında, herhangi bir temsiliyete yer yoktur. Devrimciler, parlamenter demokrasiye özgü temsil alanı içerisinde yer almamalı; seçim, siyasi partiler, piyasa, medya ve şiddet aygıtlarının birlikteliği ile işleyen mekanizmaya katılmamalıdırlar. Öyle ya da böyle bu mekanizmanın içerisinde yer almak, onu meşrulaştırmak ve yeniden üretmektir. Parlamenter demokrasiyle amaçlanan da, her şeye rağmen bu mekanizmanın devamlılığını sağlamaktır.

OY ATMANIN TARİHİ KAZANIMLARIN DEĞİL, EZİLENLERİ OYALAMANIN TARİHİDİR

Oy hakkı, yurttaş olan her bireyin kendisiyle ilgili alabileceği kararları ve bu kararların uygulanma şeklini, yani kendi iradesini temsilcilere teslim etmesinin önünü açan bir ilkedir. Halkın siyasete katılımının yegane aracı olarak görülen oy hakkının evrimine bir göz atmak, bu işleyişin neyi gizlediğini anlamak açısından önem taşımaktadır.

Siyasete soylular dışındaki kesimlerin katılımı, Antik Yunan’dan Magna Carta’ya bir dizi siyasal süreçte de kendini göstermiştir. Ancak eşitlik, özgürlük ve adalet gibi kavramlar, 1789’dan sonra seçim meseleleriyle ilişkilendirilmeye başlanmıştır.

Antik Yunan’da şehir devletlerinde siyasete katılım “yurttaş”larca gerçekleştirilmekteydi. Ancak burada yurttaş kavramı, toplum içerisindeki herkesi değil, sadece reşit ve soylu erkekleri kapsamaktaydı. Kadın, köle ve yabancılar yurttaş olarak görülmüyordu.

Roma İmparatorluğu’ndan önceki cumhuriyet döneminde, senatoya yalnızca Cicero’nun “yönetime doğuştan yatkınlıkları olanlar” diye adlandırdığı soylular girebiliyordu, yönetilmeye yatkın olan ezilenler değil…

1215’te İngiltere’de, Magna Carta ile toprak ağaları siyasette söz sahibi olmaya ve politika yürütme hakkına sahip oldu. Bu yeni durum ezilenler lehine bir kazanım olarak, yani soyluların sahip olduğu siyaset hakkının dağıtılması olarak anlatıldı. Ancak değişen tek şey, siyasi iktidarın toprak ağaları ve aristokrasi arasında pay edilmesiydi.

İki yüzyıllık süreç boyunca siyasi ve ekonomik kazanımlarını arttıran ticaret burjuvazisi ise, 1688’de İngiliz Devrimi’nden sonra, avam kamarası aracılığıyla siyasi iktidara ortak olmuştur.

Gelişen ticaret, sanayi ve teknolojiyle zenginleşen burjuva girdiği iktidar mücadelesini, liberal demokrasi ile süslemiştir. “Evrensel oy hakkı” düşüncesi tam da böyle bir sürecin sonunda burjuvazinin gündemine girmiş, 1789 Fransız Devrimi’nin sonucunda evrensel oy hakkı tartışmaları başlamıştır.

1791 yılında özel mülkiyet sahibi olan kişilere oy kullanma hakkı veren bir anayasa kabul edildi. Bu anayasada yer almasına rağmen oy kullanma hakkı, ancak 1848 Devrimleri sonrasında kabul görmeye başladı.

Bu tarihsel süreç karşısında, oy hakkının ezilenler için mücadeleler sonucu elde edilmiş olduğu kabulünü tekrar düşünmek gerekiyor. Ezilenler, bu toplumsal hareketliliklerde tabi ki yer almışlardır. Ancak, ezilenlerin bu süreçlerdeki talebi ne siyasal iktidar, ne de oy hakkı olmuştur. Buna rağmen burjuvazi, siyasal iktidarı ele geçirdikten sonra özgürlük, adalet ve eşitlik sağlayacağı vaadinde bulunmuş, iktidara yerleştikten sonra ise bu iktidarını paylaşmayacağını her fırsatta göstermiştir. 1848 Devrimleri süreciyle oluşan devrim süreci, burjuvaziyi korkutmuş olacak ki, 1791 yılında sadece özel mülkiyet sahiplerine ayrıcalık olarak tanınan oy hakkının çapı genişletilmiş ve genel oy hakkı kabul edilmiştir. Esasen burjuvazi, bu siyasi hamlesiyle ezilenlerin isyanını oy sandıklarıyla manipüle etmeye ve bu şekilde pasifize etmeye çalışmıştır. Bu hamlesini ezilenlerin lehine “ilerici” ve “demokratik” bir gelişme olarak nitelendirmiştir.

Bütün bu “ilerici” hamlelere rağmen, 1871’de Paris halkının monarşiye karşı öz-örgütlülüğüyle yarattığı Paris Komünü, ne oy hakkı ne de temsil sistemiyle ilgisi olmayan bir başkaldırının sonucuydu.

Avrupa, Liberal demokrasinin “bahşettiği” genel oy hakkıyla genel olarak 20. Yüzyılın ortalarında tanıştı. Unutulmaması gereken, kazanım diye gösterilen burjuva aldatmacalarına rağmen halkın Paris Komünü’ne benzer deneyimlere giriştiği ve ezilenlerin gerçek kazanımlarının ancak bu tür başkaldırılar soncunda elde edildiği gerçeğidir.

İlerici ya da demokratik kazanımlar diye ifade edilen genel oy hakkının, ezilenlerin mücadeleleriyle ilişkisinin anlaşılması, bu ikisinin özdeşmiş gibi algılanmaması gerektiğini göstermektedir.

BURJUVA DEMOKRASİSİ

Devlet ve demokrasi arasındaki ilişkiyi biraz daha gözler önüne sermek için, Bakunin’in devlet üzerine düşüncelerine bir göz atmakta fayda vardır.

Bakunin öncelikle devleti baskıcı sınıf ya da seçkinlerin faydasına toplumu denetleyen toplum karşıtı bir aygıt olarak tanımlar. Temelde şiddet üzerine inşa edilmiş olan devlet, politik baskı aracılığıyla bu eşitsizliğin devamını sağlamakla ilgilenen bir kurumdur. Sürekli bir bürokrasinin varlığına dayanır. Ki bu, yönetenler yönetilenler ikililiğini ortaya çıkarır.

Devletin toplumsal refahın oluşturulması için gerekli olduğu iddiası devletin bir tahakküm mekanizması olduğu gerçeğini gizlemekte kullanılan bir maskedir. Bu mekanizma içerisinde yapılacak yönetici seçimleri, bu gerçeklikten uzak düşünülemez. Birkaç yılda bir halktan, kimin yöneteceğini belirlemek üzere oy kullanmaları istenir. Oy kullanan insanların bir şekilde sistemin çalışmasının kontrolünü elinde bulundurduğu illüzyonu sayesinde sistem meşruiyet kazanır.

Bakunin, aslında parlamenter demokrasiyi iki şekilde ele alır. Birincisi parlementarizmin burjuva demokrasisi anlamına geldiği, bir diğeride iktidarın kaçınılmaz olarak iktidarı elinde bulunduranları yozlaştırdığı üzerinedir.

Parlamenter demokrasi daha dünya üzerinde ender olarak var olduğu bir zamanda Bakunin gibi yoldaşlar bu meselenin yaratacağı yanılsama üzerinde durmuş ve toplumun farklı kesimleri arasında eşitlik hissi uyandıracağına ilişkin uyarılarda bulunmuşlardır. Parlamenter demokrasilerde yaygın olarak karşılaşılan asıl aldatmaca “halkın kendini yönettiği” aldatmacasıdır. Parlamenter demokrasi kaynağını bir kurgudan alır. Halkın oylarıyla seçilerek iş başına getirilen yasal ve idari yapılar, halk iradesinin temsiliyetine odaklanır. Böylece siyasal işleyişte halkın doğrudan katılımının engellenmesi özgürlüğümüzün reddedilmesi anlamına gelir. Toplumsal işleyişte adalet ve özgürlük ancak, bireylerin karar alma süreçlerindeki doğrudan katılımı ve kontrolü ile sağlanabilir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, parlamenter demokrasinin işlediği farklı coğrafyalarda gerçek bir halk denetiminin olmadığı ve olamayacağını görebiliriz.

Parlamenter demokrasi, devrimci eylemin belirleyici gücünü göz ardı etmeye çalışır. Bu ikisinin yan yana gelmesi olanaksızdır. Çünkü devrimci eylem parlamenter demokrasi yönetilen toplumsal yapıyı yıkmayı hedeflerken parlamenter demokrasi ise kendini devamlı olarak “bu tip” tehditlerden korumaya çalışır.

19.yüzyılın başlarında tesis edilen “oy hakkı” aracılığıyla halka özgürlük sağlayacaklarını vaat edenler, halkı aristokrasinin iktidarını devirmeye yönelttiler. Ancak sonrasında iktidarın büyüsüne kapılmaktan kendilerini alamadılar.

Bu büyü ile beraber, güce kavuşup kendilerini toplumun üstünde görmeye başlayan siyasi iktidar pozisyonundakilerin, dünyaya bakış tarzları da değişir. “Yönetim işiyle ilgilenen bir işçiler parlamentosu olsa bile sömürücü ve tahakkümcü hale gelir, kararlı aristokratların, otorite ilkesinin tapıcıları meclisine dönüşür.” Dahası yöneticiler, ezilenlerce seçilseler bile yönetici olmadan önce seçmenlere verdikleri her türlü sözü seçildiklerinde unutur, siyasi iktidarın sanal gerçekliğinde kaybolup giderler.

Demokratik düşüncelerinden ve amaçlarından bağımsız olarak, tüm yöneticiler iktidarlı konumlarından elde ettikleri üstünlükle, aynen bir kralın tebaasına yaptığı gibi halka üstten bakar. Parlamenter demokraside yöneticilerin konumlarında ve bakış açılarında değişiklikler meydana gelmiştir. “Kurumlaşmış konumlar ve bu konumlarla gelen ayrıcalıklar, herhangi bir bireyin nefretinden veya kötü niyetinden çok daha güçlü motivasyon oluşturur.”

Siyasi iktidar egemenlikten ve hegemonyadan başka bir anlama gelmez. Bu ikisinin olduğu yerde yöneticilerin iktidarına zorla boyun eğen halk vardır. Yönetici olanların varlığı devam ettikçe bu zulümden rahatsızlık da devam edecektir. Yöneticiler de daha baskıcı tedbirlerle halka boyun eğdirmeyi sürdüreceklerdir. Siyasi iktidarın doğası budur. Politik kurumlar ne kadar eşitlikçi olursa olsunlar, yöneten hep siyasi, ekonomik ve sosyal iktidarlar arasındaki denge olacak ve kanunlar bu dengeye göre yapılacaktır.

KAZANDIĞINI ZANNETMEK

Eğri oturup doğru konuşalım. Toplumsal muhalefetin parçası olan kesimlerin meclisteki çoğunluğu elde edip rejimi değiştirmek gibi bir hedefi olamaz. Kötünün iyisini hedefleyenler, fark etmeden devletli sistemin aldatmacasına dahil olurlar ve bu andan itibaren bir aldatmacanın içinde olduklarını algılayamazlar. Toplumsal muhalefet, bu seçim aldatmacasının dışında varlığını sürdürmesi gerektiğinin farkında olmalıdır. Çünkü bu seçimde kazanmak yoktur. Kazandığını zannetme vardır. Her seçimde yükselen oylar, başarı olarak görülür. Meclisteki sandalye sayısındaki artış “kazanım”dır. Toplumsal muhalefet, yükselen oyları başarı artan sandalye sayısını kazanım olarak görüyorsa bu aldatmacanın kendisine hapsolmuştur, artık kendisine toplumsal demesine de gerek yoktur.

Devletin seçim aldatmacası sanal bir gerçeklik üzerine kuruludur. Bu sanal gerçeklikte kazanım yoktur. Bu aldatmacaya dahil olan herkesin gözüne bir perde iner ve bu körlük içerisinde kazanım elde ettiğini düşünenler yanılırlar. Çünkü bu aldatmacada kazanan ya da kaybeden yoktur. Her zaman aldatmacanın kendisi kazanır. Ekonomik, siyasi ve sosyal baskıya sürekli olarak maruz kalan ezilenler de bir oy atarak bu aldatmacanın içine çekilirler. Atacakları bu oy ile içinde bulundukları ekonomik ve sosyal pozisyonu değiştirebilecekleri yanılgısına itilen ezilenlerde kısmi bir rahatlama amaçlanır. Aldatmacanın kazanımı tam da budur. Ezilenleri ezilen olma durumundan kurtaracak olan aldatmaca içerisinde kime oy verdiği değil bu aldatmacanın dışına çıkmasıdır.

Ancak zaten seçimlere dahil olmanın içerisindeki alt metni de iyi okumak gerek. Seçimlere girmeyi, ehveni şer olarak düşünen mantık, zaten bu aldatmacada dahi yenik başlamıştır. Siyasi, ekonomik ve sosyal iktidarların konumlarının değişmez olduğunu kabullenen bu zihniyet, kendisini bir kaybediş içerisinde gördüğünden varlığını sürdürebilmek için, uygun bir pozisyonda konumlanmaya çalışır.

Kazanım olarak ortaya koyulan hedefler, iktidarlar arasındaki savaşta “bize ne düşerse” mantığıyla şekillenir. Seçimlerin ve oy vermenin tarihinde olduğu gibi, bu mantık aristokrasiyle savaşa tutuşan burjuvazinin kazanımlarını kendi kazanımları gibi görmüş, böylelikle toplumsal devrimden ezilen kesimleri uzaklaştırabilmiştir.

Siyasi iktidarı ele geçirenler ister askeri darbeler aracılığıyla ister parlamento seçimleriyle olsun, yöneten ve yönetilen ayrımını ortadan kaldırmayı hedeflemediklerinden dolayı, hiçbir koşulda ezilenlerin çıkarlarına uygun hareket etmeyeceklerdir. Bu doğrultuda gerçekleştirilecek dönemsel hamleler, ezilenlerin lehine gibi geçici durumlar yaratsa da siyasal iktidarın -kendinde kötü olan- karakteri buna engeldir.

SYRİZA SOKAĞI DÜŞÜRÜYOR

Seçim kazanımları, sokağı düşürüyor. Çok fazla oy demek, çok fazla insanın sokağa çıkması demek değil. Syriza, Yunanistan’da sağcı ANEL ile hükümet kurduktan sonra beklenti çok büyüktü. IMF ile ekonomik ilişkilerden, Avrupa Birliği’yle siyasal ilişkilere kadar herkes tam bir özgürleşme, rest çekme, bu kapitalist güç odaklarından tamamen kurtuluş bekliyordu. Syriza, son on yılda Yunanistan’daki sokak muhalefetinin, genel grevlerin taleplerinin firesiz uygulayıcısı olarak görüldü.

Ancak gerçek bundan çok uzaktı. Kimse Syriza’nın PASOK’laşacağını düşünmezken, önce IMF ve AB ile ilişkiler, “karşıyız ama bir de siyasal gerçekler var” ilkesiyle baştan konuşulmaya başlandı. Öte yandan, Rusya gibi “antikapitalist” devletlerle “kapitalist olmayan” ticaret ve enerji görüşmeleri yapıldı.

İç siyasette herkes, Yunanistan’daki ekonomik krize bir çözüm noktasında Syriza’ya bu kadar bel bağlamışken, Syriza hükümeti de “elinden gelenin en iyisini” yaptığını iddia ediyor. Yunanistan’da sokak muhalefeti Syriza ile beraber farklı bir biçim kazanıyor. Syriza ve parlamenter çözümden medet umanlar, Syriza’ya şimdiden zaman tanımak gerekliliğini vurgulamaya başladı bile.

Ancak bu zaman tanıma sürecinin sınırılarının ne olacağını tahmin etmek çok zor değil. Syriza, Yunanistan’da sokak hareketleriyle, doğrudan eylemlerle, özyönetim ve özörgütlenme pratikleriyle toplumsal devrime odaklanılan bir ortamda, dolaylı ya da doğrudan bir hedef yanıltma rolü üstleniyor. Syriza hükümet olmadan önce sokaklardaki hareketliliğin parçası olan kesimler, Syriza’nın çıkaracağı yasalara, ekonomi ve siyasi politikalarına bel bağlamış durumda.

Tıpkı 1968 yılında Fransa’da oluşan sokak hareketlerinin ve Taksim-Gezi Direnişi’nde yükselen toplumsal muhalefetin, seçim aldatmacasına kanalize edilmek istenmesi gibi.

SEÇİLMİŞ CUMHURBAŞKANI’NIN SİYASET ÜSTÜ KONUMU

Son üç yılda AKP, devletin tüm mekanizmalarından aynı anda yararlanma stratejisine yönelik yürüttüğü siyaseti başarıyla sürdürüyor. Ekonomik ve siyasi çıkarları için bu mekanizmaları istediği gibi kullanan AKP’nin başarısı tabi ki biz ezilenlerin aleyhine olacaktır. Aynı zamanda da bu başarı AKP’nin, şiddet tekeli olan devletin tüm mekanizmalarını kullanarak ekonomik, siyasi ve sosyal sömürüyü daha fazla arttırmasını sağlayacaktır.

AKP diğer yandan yeni ve mutlak bir hiyerarşi de tanımlamaktadır. Bu hiyerarşinin en tepesinde bulunan Tayyip Erdoğan, zaten fiili olarak işlettiği başkanlığını kılıfına uygun hale getirmeye çalışmaktadır.

Genel seçim, ya da başka seçimlerin Tayyip Erdoğan’ın mevcut konumunu sarsmayacağı aşikar.

Aslında bu genel seçimlerin de Tayyip Erdoğan’ın siyasetler hiyerarşisindeki konumunu değiştirmeyeceği açıktır. Çünkü yasal dayanağı olsun/olmasın ya da nasılsa sonrasında bu dayanak oluşturulur mantığıyla hareket eden Tayyip Erdoğan’ın pozisyonunu, yasama yürütme erkini seçecek bir seçimin de, yargı erkini seçecek seçimlerin de değiştirmeyeceği aşikardır.

Ekonomiden iç ve dış siyasete birçok alanda hükümet üstü davranarak müdahil olan Tayyip Erdoğan bu pozisyonunu, sağlamlaştırarak bu davranışını sürdürümeye devam ediyor.

Tayyİp Erdoğan “Seçİlmİş Cumhurbaşkanı”

İktidar kurumlarının ısrarlıca vurguladığı bir durum önemlidir. Bu da seçilmiş cumhurbaşkanı olma meselesidir. Seçilmişlik üzerinden kendini meşrulaştıran Tayyip Erdoğan’ın devlet kurumları arasındaki pozisyonu önemli bir yerde durmaktadır.

Tayyip Erdoğan’ın seçilmiş cumhurbaşkanı olduğu vurgusu, devletin sözcüleri tarafından her fırsatta dile getirilerek milli irade vurgusu yapılmakta; iktidarda olanın halkın istediği kişi olduğu iddiasıyla bir mantık kurulmaya çalışılmaktadır. Bu mantığın medya aracılığıyla toplum içerisinde yer ettiği doğrudur.

Ancak seçilmişlik hikayesi parlamenter demokrasinin en belirgin hilelerinden biridir. Seçimlerle “seçilmiş” olma durumunun iktidar yapılanmasına nasıl yardım ettiğini, cumhurbaşkanlarının sözcülerinden her fırsatta duymuyor muyuz? Seçimin yarattığı “meşruiyet”in nelere yol açtığını görmek açısından bu durumu iyi irdelemek gerekiyor.

GENEL SEÇİMLERİN ELEŞTİRİSİ

İradenin Teslimi, Özgürlüğün Yitirilmesi

Anarşizmin üzerinde en fazla durduğu kavramlardan biri de özgürlüktür. Toplumsal adaletsizliğin özünü özgürlüğün yitimine koyan anarşizm, tahayyülünü kurduğu yaşamda en büyük değer olarak özgürlük üzerinden bu tahayyülü somutlaştırmaya çalışır.

Kapitalist ve devletli sistem içerisinde yaşam, tamamıyla bireyin iradesinin teslimine dayanır. Hep daha iyi bilen, daha iyi yapan, daha iyi yönetenler tarafından belirli özgürlükleri ellerinden alınmış bireylere, bu durum normalmiş gibi gösterilir. Bu durumu normalleştirmeye çalışan, bireyin yerine karar verebilme ve bu yetiden güç alarak uygulatabilme iktidarına sahip yönetenlerdir.

Düşündüğünü gerçekleştirebilme durumu, bireyin özgürlüğü ile doğrudan ilintilidir. İrade tesliminde, özgürlük için zorunlu olarak birarada olması gereken bu iki durum, yani düşünme ve düşündüğünü gerçekleştirme birbirinden ayrıştırılır. Düşünme işi, bir başkasına ya da başkalarına bırakılır.

Bu düşünme sürecinin siyasi süreçle ilişkisi, toplumsal organizasyonun nasıl şekilleneceğine ilişkin akıl yürütmeyi kimin yapacağı ile ilgilidir. Temsili sistemde bu akıl yürütme işi, bir coğrafyada yaşayan halkın yerine bir takım uzmanlar yani siyasetçiler aracılığıyla yapılır. Bu toplumsal organizasyonda kolaylık yaratan bir durum gibi gözükse de aslında yaratılan, herkes yerine, herkes için, düşünecek bir azınlığın oluşturulmasıdır.

Parlamento Seçimleri Merkeziyete Yol Açar

Genel seçimler, belli bir coğrafyada yaşayan halkın bir sonraki seçimlere kadar, onların yerine karar alacak, neyin iyi neyin doğru olduğunu söyleyecek, alınan kararlarla hiç de ezilenlerin çıkarına olmayan durumlara yol açacak bir sisteme dayanır.

Seçim sistemi devletin hegemonyasını sürdürdüğü alanda yaşayan halkın, belirli bir süre boyunca yöneticilerini seçmesine dayanır. Gelecek seçimler açısından düşünürsek 80 milyon insanın beş yıllık tasarrufunu hazırlayacak 550 kişilik bir gruptan bahsediyoruz. Hele bu azınlık grubun geleceğinin belirlenmesi yasalar tarafından güvence altına alınmışken… Devletin hegemonya sınırları dahilindeki herkesin ve her şeyin bu azınlık grubu tarafından belirleniyor oluşu merkeziyetçiliğin belirtisidir.

814.578 kilometre karelik bir alanda kimin neye nasıl ihtiyacının olduğunu, bu ihtiyacının nasıl karşılanacağının belirlenmesinin yetkisi de bu azınlık grubunun kararıdır. Hükümet programlarının ve yasa koyucular tarafından ortaya atılan önerilerin dikkatlice incelenebilmesi için gerekli bilgi ve zaman hiçbir zaman halka verilmez. Benzer şekilde bütün devletlerdeki toplumsal düzenlemeler ve planlamalar bu şekilde yapılır. Bu merkezlerden çıkan mutlak kararlarla tüm siyasi ve idari işleyiş sürdürülür. Ya da sürdürülemez.

Aslında çoğu kez sürdürülemez. Çünkü yerele özgü çözümler, merkezi karar mekanizmalarından çıkarılamaz. Merkezin siyasi, ekonomik ya da toplumsal çıkarlarından bağımsız kararlar alınamayacağından, işleyiş de buna göre planlanacaktır. Bu teknik çıkmaz, bugün ulus devleti, yerel yönetimlere daha fazla sorumluluk vererek çözümler bulmaya yöneltmektedir. Devlet varoluşsal olarak merkezi bir yapılanma olduğundan, bu teknik çıkmazın üstesinden gelemez.

Seçime Girmek İktidarı Olumlamaktır

Atılan her oy, boş oylar da dahil olmak üzere, sistemin olumlanması anlamına gelir. Hemfikir olmadığımız bir siyasi pratiğe zorlanarak, bizim irademizi teslim alacak olanları seçmenin bir mantığı yoktur. Bu mantıkla düşünecek olursak oy kullanmak, her zaman daha iyi çobanların olabileceğine inanmaktır.

Şimdiki hükümet nasıl kendi çıkarları doğrultusunda davranıyorsa, bu davranışın boyutlarını yasalarla güvence altına alıyorsa, yetkiyi fütursuzca kullanıyorsa seçimlerle ve atılan her oyla bu potansiyel başka bir çıkar grubunun ellerine teslim edilir. Yani seçimlere katılmak ve oy kullanmak kime oy verdiğinden bağımsız olarak bu işleyişin sürdürülmesini sağlar. Çünkü parlamenter siyasetin doğası gereği, bu durum kişiye ya da gruba özel değişiklik göstermez. Kim daha fazla otoriteye sahipse ya da kim daha çok bu otoriteyi isterse ona hizmet eder.

DOĞRUDAN DEMOKRASİ ISRARI

Doğrudan demokrasi salt bir örgütlülüğün işleyiş tarzı olarak algılanmamalı, aynı zamanda bireyin yaşama biçimi olarak da ele alınmalıdır. Ezen (yöneten), ezilen (yönetilen) ayrımının olmadığı bir yaşamı ve ilişki biçimini yaratmak, şimdiden böylesi bir yaşamı kurmak ve böylesi ilişkileri gerçekleştirmekle mümkündür. Toplumu yönetenlerin, hükümetin daha ötesinde devletin, biz yönetilenler üzerinde aldığı kararları uygulaması ve temsili demokrasi çerçevesinde bizi bu yönetime müdahil oluyormuşuz gibi göstermesi bir demokrasi aldatmacasıdır.

Bu koşullarda doğrudan demokrasi kendini bize zorunlu olarak dayatmaktadır. Yaşamları boyunca toplumsal kararlarda edilgen olan birey, doğrudan demokrasiyle toplumsal kararlarda etken hale gelir. Doğrudan demokrasi, merkeziyetçi olmayan, karar almada herkesin dahil olabileceği ve sonsuz söz hakkına sahip olduğu ikna ilkesini benimseyerek işleyişini sürdüren bir yöntemdir. Doğrudan demokrasi, yönetenlerin temsili demokrasisinin, parlamentonun, politikacıların, seçimlerin ve oy pusulalarının oluşturduğu merkeziyetçi, bireyi edilginleştiren ve bütünüyle iradenin teslimiyetine dayanan aldatmaca karşısında bireyin etkenleştiği kendi iradesini teslim aldığı bir yöntemdir. Böylelikle yöneten ve yönetilen arasındaki muğlaklık kendini netleştirir. Yani temsili demokraside bireyin yönetime katıldığı aldatmacası doğrudan demokrasiyle bireyin yönetimde etken bir özneye dönüşmesiyle açıklanabilir.

Paylaşma ve dayanışmayla dolu özgür ilişkilerin doğrudan demokrasi ile işleyen karar alma süreçlerinin sonsuzluğuna kazanım derken, böylesi önemli bir deneyimi yine temsili demokrasinin muğlaklığına geri çekerek sandıktan birinci parti çıkmaya indirgemek, böylesi bir özgürlüğü hiçleştirmekten başka bir şey değildir.

Bu hiçleştirmenin karşısında yakın zamanda ezilenlerin katılımıyla deneyimlediğimiz Taksim-Gezi İsyanı ve yaşamakta olduğumuz Rojava Devrimi vardır. Bu deneyimlerle birlikte herhangi bir rejimin sonlandırılması herhangi bir hükümetin istifası ile gerçekleşmedi. Ezilenlerin katılımıyla ve kendi irademizle gerçekleşen bu deneyimler karşısında şimdi tekrar irademizi temsili demokrasinin sandığına mı sıkıştıracağız? Paylaşma ve dayanışmanın gücüyle kendi yaşamımız adına karar alabilmenin çabasını sarf etmişken kazanılmış bu günlerden sonra yine biz ezilenler adına kararlar alacak, biz ezilenler adına bu kararları uygulayacak en kötü rejimden, en kötü hükümetten daha az kötüsü yeni bir rejimin ve hükümetin sadece bir oyuna mı indirgeneceğiz! Bu devrim ve isyan süreçlerini görmezden gelerek gücüne güç katmak isteyen ya da bu süreçleri bir iktidar değiş tokuşu nasiplenmesi olarak gören partiler şunu bilmelidirler ki, başlangıcından bugününe sürmekte olan şeyi anlamamışlardır!

Taksim-Gezi İsyanı ve Rojava Devrimi sırasında alışkın olmadığımız yeni bir anlayış örgütlendi. Direniş ve isyan süreci özellikle yaşan siyasi baskıya rağmen sokaklara çıkan, slogan atan ve karşı koymanın coşkusuyla direnen insanlar yarattı. Ancak yaşanan tüm bu süreçlerden sonra yenilenen bu yaşamlar nasıl bir yaşamsal ve siyasi mücadele sürdürecekler, bu sorunun cevabı çok önemliydi. Çünkü gelecek günlerde seçimlerle birlikte göreceğiz ki tüm bu süreçlerin ezilenler açısından en önemli kazanımlarından birisi olan doğrudan demokrasiyi anlayamayan zihniyet, hep bildiği ve uyguladığı yönteme yeniden dönecektir. Devrimin ve isyanın mücadelesini verenler, yaşamdaki çatlakları derinleştirirken; bunu anlayamayan zihniyetse STK’larına gönüllü, partilerine üye, sandıklarına seçmen aramanın peşine düştüler düşecekler. Unutmayalım bu süreçlerin ezilenlere yaşattığı gerçek şudur: Biri ya da birileri bizim adımıza karar vermeden, şimdi, şu anda her şeyi değiştirebilecek gücümüzün olduğu.

DEVRİMCİ ANARŞİSTLER

Devrimci anarşistler parlamenter demokrasinin seçim sistemini, toplumsal adaletsizliklerin çözümü olarak görmez, çünkü;

-Toplumsal devrimle hedeflenen, bütünüyle gönüllü örgütlenmelerden oluşan devletsiz bir toplumdur. Yani zora dayalı olmayan ve otoritenin olmadığı bir öz-örgütlülüktür.

-Bireysel iradenin temsilciler aracılığıyla teslimiyetine dayanan temsili demokrasi başta olmak üzere, anarşizm demokrasinin birçok biçimini reddeder.

-Temsilcilerin belirlenmesi, bireysel inisiyatifin denetlenmesinin imkansız olduğu bir üst organa devredilmesi anlamına gelir. Bu fiilen bireyin özgürlüğünün yadsınmasıdır.

-Oy hakkı, siyasal ve ekonomik eşitliğe ulaşmak için kullanılamaz. Çünkü bu burjuvazinin diktatörlüğünü destekleyen bir araç olarak kalmaya mahkumdur.

-Seçimler sınırlı bir özgürlük alanıdır ve reformlarla, iktidarların verdiği küçük tavizlerle sınırlıdır.

-Mevcut siyasal hukuksal düzeni içselleştiren, “demokratik haklar” talep ederek radikal taleplerle başkaldırma potansiyelini yitiren muhalefet, sorunlarını uzlaşma yoluyla çözme arayışındadır.

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız pratikler ezilenlerin 1930’lu yıllarda, İberya’da CNT-FAI’nin(Ulusal Emek Konfederasyonu-İberya Anarşist Federasyonu) öz-örgütlülüğü ile Katalonya ve Aragon başta olmak üzere, İberya genelinde; Mahnovistlerin Ukrayna’nın Golya-Polye bölgesinde Özgür Topraklar deneyiminde, Güney Amerika’da örgütlenen Zapatist köylülerin, doğrudan demokrasi ve özyönetim örneklerinde olduğu gibi yüzümüzü döndüğümüz, yaratmaya çalıştığımız doğrudan demokrasi deneyimleridir.

Bugün Kürdistan coğrafyasında gerçekleşmekte olan Rojava Devrimi ile oluşturulmak istenen deneyim yukarıdaki anarşist deneyimlerle benzerlikler taşımaktadır. Rojava’da bu süreç halkın doğrudan karar alma süreçlerine dahil olduğu, bölgede ekonomik, siyasi çıkarı bulunan devletlere, şirketlere ve iktidar odaklarına karşı girişilmiş büyük özyönetim deneyimidir.

Devrimci anarşistlerin, devrimci siyasal süreçlerden kastı, bu deneyimlerdir. Bu deneyimlerin hiçbirisinde devletin temsiliyet kurumları yoktur. Halkın doğrudan katılımı vardır ve yine halk alınacak tüm kararların uygulayıcısıdır. Doğrudan demokrasi ve öz-yönetimin uygulandığı bütün bu deneyimler, “yönetici” sınıfın ortaya çıkmasını engellemek amacıyla oluşturulur.

Seçim ismi verilen siyasal sürecin, toplumun siyasi, sosyal ve ekonomik ihtiyaçları için organize edildiği iddiasının gerçek olup olmadığının anlaşılmasında, bu gerçekliğin içindeki siyasal öznelerin kim ya da kimler oldukları ve bu siyasal öznelerin faaliyetlerinde neyi nasıl yaptıklarının anlaşılması önemlidir.

Parlamenter sistem, kendini seçmene göre ayarlayamaz. Günümüz kapitalist sistemi gibi parlamenter sistem de, ihtiyaçların azaldığı bir seyirde değil, tam tersine ihtiyaçların çoğaldığı bir seyirde meşrulaşır. Yani seçmenin ihtiyaçlarına göre değil, seçmen adına sonsuz bir ihtiyaç belirleme yöntemi izleyerek meşrulaşır.

Parlamenter demokrasiye inananlar, biz devrimci anarşistler oy kullanmadığımızda ve “oy kullanmayın” dediğimizde, bireyi önemsizleştirdiğimizi ve edilgenleştirdiğimizi söyleyerek, bizi siyasal etkisizlikle eleştirebilirler. Daha da ötesinde kandırmaca kampanyalarını, çalınan-yakılan oyları, tüm entrikaları anlattığımızda bizi siyasetsizliğin aşırı şüpheciliğiyle suçlarlar. Biz ise aslında herkes tarafından görülen ama her seçim dönemi görülmüyormuş gibi davranılan gerçekleri söylemeyi sürdürürüz.

Devrimci anarşistlerin yaratmaya çalıştığı siyasal gerçeklikle, devletin ve kapitalizmin siyasal gerçekliği zıttır. Dolayısıyla, devrimci anarşistlerin seçimlere katılmaması siyasetsizlik değil, ilkesel bir tavırdır. Oy verip/vermemeyi siyaset karşıtlığına indirgemek parlamenter demokrasiyi olumlayarak devletin kendi adaletsizliklerini gizlemeye yarayan bir yöntemdir.

Örneğin vereceği bir oy ile patronuyla kendini eşitleyen bir işçinin bu geçici politikleşmede kendi geleceğine dair iradi bir eylem içinde olduğunu zannetmesi, kapitalizmin adaletsizliklerinin olağan algılamasıyla sonuçlanabilir. Her yeni seçim döneminde değişen, adaletsizlikler değil; sadece seçilenler olacaktır ve bu hep böyle tekerrür etmiştir, edecektir.

Siyasal olanla yaşamsal olanın ayrıştırılması, devletin ve kapitalizmin istediği bir ayrıştırmadır. Ezilenler bu ayrışma nedeniyle gündelik yaşamın içerisinde karşı karşıya kalınan adaletsizlikleri siyasi bir tavırla karşılamaktan yoksun kalıyor. Çünkü temsili demokraside siyasal olan seçim süreçlerinde herhangi bir partiye oy atmaktır.

Devrimci anarşistler için yaşamsal olan siyasal, siyasal olan yaşamsaldır. Birey, içerisinde bulunduğu topluluğun kendisidir. Alınacak ve uygulanacak kararlarda edilgen değil doğrudan etkendir. Pasif siyasal bir özne değil, aktif siyasal bir öznedir.

Anarşizmin tarihine bakacak olursak birbirinden değerli birçok deneyimde de böyle olmuştur. Anarşistler, siyasal alanda doğrudan demokrasinin işletildiği karar alma süreçlerini, kimi zaman mahalle ya da halk meclisleri, kimi zaman da kooperatifler ve sendikalar içinde deneyimlemiştir. Aynı zamanda yaşamsal olanı da yine bu deneyimlerin içine yedirerek gerçek kılmışlardır. Örneğin CNT sadece siyasal alanda mücadele eden bir sendika değil, üyesi olan işçinin yaşamsal dönüşümüne dair pratikleri olan bir örgütlenmedir. Devrimci anarşistler bugüne değin toplumsal ihtiyaçlar ile alakalı, öz-örgütlülüğe dayalı sosyal, ekonomik ve siyasal birliktelikleri savunmuşlardır.

OY KULLANMAYA KARŞI OLMAK DEĞİL OY KULLANMAMAK

Seçim çalışmalarına yönelik doğrudan ithamlar (bunlar hırsızdır, bunlar yalancıdır…) basit eleştirilerdir. Gerçek nedenlere odaklanmalıyız. Çünkü bu basit eleştiriler, eleştirinin muhatabını parlamenter sistem olmaktan çıkararak kendisini, siyaset yapanla özdeşleştirmek gibi bir hataya dayandırır. Kaldı ki bu tarz eleştiriler parlamentoda siyaset yapanların işidir.

Seçim süreçlerinde oy kullanmama çağrımızın nedenlerinden biri, devlete karşı mücadele çağrısı yapmaktır. Bu ilkesel olarak devlete karşı olmamızla ilintilidir. Diğer yandan oy kullanmama çağrımızın başka nedenlerinden biri de kapitalizme karşı mücadele çağrısı yapmaktır. Bu da ilkesel olarak kapitalizme karşı olmamızla ilintilidir.

Seçimler, bizi somut olandan uzaklaştırır. Biz ezilenleri belirli bir sürece hapseder. Bu sürecin kendisi tamamıyla bir illüzyondur. Bu illüzyonu layığıyla yerine getiren parlamenter demokrasi, onun uygulayıcıları devletin ve kapitalizmin içindeki çözümlemeleri halkın talepleriymişçesine uygular ve dillendirirler. Ekonomik ve sosyal sömürüyü bu talepler çerçevesinde farklı söylemlerle meşrulaştırırlar. Seçim dönemi boyunca verilmiş tüm bu vaatler bir süreliğine yaratılan bu illüzyonda bir çözüm olarak sunulur. Halbuki devletin ve kapitalizmin seçim dönemleri dışındaki adaletsizlikleri, bu kısa süreli illüzyonda görünmez kılınır. Kapitalizme ve devlete karşı verilen mücadelenin bütünlüklü verilmesi gerektiğini düşünen biz devrimci anarşistler, bu yüzdendir ki ilkesel olarak seçimlere katılmayız ve oy kullanmayız.

Biz devrimin genel seçimlerle geleceğini düşünmüyoruz. Devrime giden yolda seçimleri, “ilerici” ya da “demokratik” bir aşama diye de nitelendirmiyoruz. Devrimden anladığımız, bütünlüklü bir mücadele ile yaratılacak olan toplumsal devrimdir. Yoksa meclistekilerin bir kısmının değişmesi ya da meclisteki hangi koltukta kimin oturacağını belirlemek değildir.

Farklı düşüncelerle anayasayı değiştireceğini ve devletin yapısını düzelteceğini vaat ederek başa gelenlerin bugünkü durumunu düşünelim. Bütün bu koşullarda meclise girip de yasalarla işi düzelteceğini söyleyen muhalefete de hatırlatalım: Siyaset üstü statü, hukuk üstü uygulamalar, askeri ve idari bürokrasi ve tüm benzeri uygulamalar her ne olursa olsun hiçbir iktidar adayının değiştirebileceği bir durum değildir. Çünkü parlamenter siyaset koltuğu kapan her iktidar için bu uygulamaları bir gereksinim olarak dayatır.

Bu değişmez iktidar yapılanmasıyla mücadele, yukarıdan aşağı inen yasalarla değil gücünü ezilenlerden alan toplumsal devrimle olur. Yüzümüzü dönmemiz gereken yer meclis değil ezilenlerin yaşam alanlarıdır. Ezilenlerin örgütlenmesinde de bu anlayış yıkılmadığı sürece yerine konabilecek yeni bir deneyimin üretilmesi mümkün değildir. Yaşadığımız coğrafyada toplumsal devrim iddiasındaki öz-örgütlülüklerin bu düşünceyle yakın ve uzak dönem stratejilerini belirleyip, buna uygun pratikler oluşturması gerekir. Biz devrimci anarşistlerin iddiası budur.

SEÇİMLERİN BİR BAŞKA TARAFI HDP

Yerel seçimler sürecinde vurguladığımız gibi, otuz seneyi aşkın bir süredir Kürt halkının özgürlük mücadelesindeki öznenin kim olduğu gerçeğini tekrar ve tekrar hatırlamak gerekir. Hatta Rojava Devrimi süreciyle bir kez daha düşünmek gerekir. Bu siyasal özne, halkın haklı mücadelesidir.

HDP’nin şu an içinde bulunduğu düzlemin arka planını iyi okumalıyız. Kürt halkının haklı mücadelesinde halkın öz örgütlülüğünün etkisi aşikardır. Otuz senelik savaş sürecinde verilen azimli mücadele ve bu mücadelede yaşanan kayıplar, bugünkü toplumsal mücadelenin meşruluğunun kaynağıdır. HDP’nin siyasal meşruluğu, başarılı siyasetçilerinin stratejilerine değil, Kürt Özgürlük Hareketinin tüm coğrafyaya yayılan toplumsal etkisine ve bu meşruluğun ardındaki halkın öz-örgütüne dayanır. Yine bu siyasal meşruluk parlamentoya değil, “terörist” yaftalamalarına rağmen sürdürülen mücadeleye dayanır.

Bugün HDP’nin “ilerici” ya da “demokratik” diye ifade edilen konumun ardında, devlet manipülasyonlarıyla inkar ve imha edilen, katliamlarla yok edilen bir halkın somut mücadelesi vardır. Seçim sonuçlarında oluşacak bir sihirbazlığın karşısında ilk dikilecek olanlar da, dünden bugüne bu şiddet mekanizmasına karşı mücadele eden halkın örgütü olacaktır. O halde kabul etmek gerekir ki; seçim siyasetinin ötesinde ve onun öncülü olan bir siyasal gerçeklik vardır. Bu siyasal gerçeklik, devrimci siyasetin gerçekliğidir. Bu siyasal gerçeklik kendi siyasal alanlarını oluşturur ve bu siyasal alan içerisinde kendini gerçekleştirir; devletin siyaset alanlarında değil.

Bizim kabul ettiğimiz bu siyasal gerçekliğe karşın, devlet mekanizması ve farklı ekonomik ve toplumsal çıkar grupları, kendi gündemleri doğrultusunda sürekli bir “sivilleşme” vurgusu yapmakta, tek muhatap olarak HDP’yi işaret etmektedir. İktidar kendi siyasi gerçekliği içerisinde hareket eden, hareketleri bu siyasal alan çerçevesinde sınırlı olacak bir muhalefet istemekte ve bunu demokrasinin şartı olarak göstermektedir. Üstelik “demokrasi için” öne sürülen bu şartlar, devletin saldırılarının ve katliamlarının sürdüğü bir ortamda dillendirilmektedir. Bu, devletin korkusunun devam ettiğini gösteriyor. Devletin korkusu, kendi siyaset alanının dışında hareket eden ve bu nedenle kontrol edemeyeceği bir toplumsal hareketin varlığına dayanıyor.

Devrimci anarşistlerin seçim süreçlerindeki ilkesel ve pratik tutumları, bu siyaset alanının dışına çıkmakla ilgilidir. Bizler -devrimci bir siyaset tarzını savunan her toplumsal muhalefetin yaptığı gibi- kendi siyasal alanlarımızı ve süreçlerimizi kendimiz yaratırız.

Anarşizmin tarihi boyunca halkların özgürlük mücadelelerindeki rolü, halkların öz-yönetimiyle oluşturduğu öz-örgütlülüklerle kurduğu dayanışma ilişkisinde belirginleşmiştir. Biz devrimci anarşistlerin de, her alanda yan yana olduğumuz Kürt halkı ve halkın öz örgütüyle kurduğumuz dayanışma ilişkisi ortadayken, HDP’ye oy vermek ya da oy vermemek ikilemi üzerinden yapılacak bir değerlendirmenin anlamı yoktur. HDP’ye Oy verme-oy vermeme ikiliği üzerinden şekillenen tartışmaların altı boştur.

İçinde olduğumuz seçim sürecinde, meseleyi sadece oy vermeye indirgeyenler, tam da iktidarların siyaset diliyle konuşmakta ve anarşizmin ideolojisinden habersizce tartışmaktadır. Anarşizmin seçimlere dair ortaya koyduğu; iradenin teslimi, özgürlüğün yitirilmesi, merkeziyet, iktidarı olumlamak, otorite, toplumsal muhalefetin alanının daraltılması ve siyasetin seçime indirgenmesi gibi eleştiriler önemsenmeden; yine anarşizmin orta koyduğu “doğrudan demokrasi” ilkesi ve yakın zamanda Rojava’daki devrim gibi toplumsal hareketliliklerin seçimlerle ilgisizliği göz ardı edilerek anarşistlere yöneltilen eleştirilerin de altı boştur.

Gerçekçi konuşalım, parlamenter demokrasi daha önce de vurgulandığı üzere “iyi devlet”i hedefler. Anarşizmse iyi devleti değil, devletsizliği hedefler. HDP’yi oluşturan muhalif kesimlerin içerisinde “devlet” mekanizmasının kendisiyle sıkıntısı olmayan kesimlerin “iyi devlet” hedefleri olabilir, hatta bu “iyi devlet”i seçimler yoluyla kendilerinin kuracağını savunanlar da olabilir. Bu kesimlerin siyasal perspektifleri ve stratejilerinin, biz anarşistlerin perspektifi ve stratejisiyle benzeşmeyeceği aşikardır. Bu aynı zamanda ideolojik bir ayrımdır.

KAZANILABİLİR KAZANIM SİYASETİ

HDP’nin şimdiki konumundaki bir gerçeklikten bahsetmek zorunludur. Muhalefet, uzun süredir parlamento başarısı görmediğinden bir “kazanım”a odaklanmış durumda ve bu noktada HDP’nin barajı aşması, kazanım olarak görülüyor. Bu “kazanılabilir kazanıma” odaklanmak “gerçekçi” olma gerekliliğiyle savunuluyor. Ancak gözardı edilmemesi gerekir ki, “kazanılabilir kazanıma” odaklanmış bir toplumsal muhalefet, devletin müsaade ettiği alanda top koşturmaya mahkumdur. Toplumsal muhalefetin buraya sürüklenmesi demek; “gerçekçi olmayan” Taksim-Gezi İsyanı’nı ıskalamak, “gerçekçi olmayan” genel grevler yerine iş mahkemelerinde “sınıf mücadelesi” yürütmek, 1 Mayıs’ı devletin bahşettiği alanlarda “kutlamak” demektir. Bizler biliyoruz ki, devletin hukuku adaletsizliğin kurallar haline getirilmiş biçimidir. Bu adaletsizlik mekanizmasının kazanılabilir kıldığıyla yetinmek ve onun hukuk kuralları içerisinde hareket etmek bize bir şey kazandırmaz. Zira, kazanılabilir olan ezilenlerin lehine olsaydı, devlet onu kazanılabilir kılmazdı.

Ezilenlere kazandıracak tek siyaset, meşruluğunu haklılığından alan sokak siyasetidir. Sokak siyasetinin, sokağın meclise siyasetçi göndermesi demek olmadığını söylemeye gerek yok sanırız. Halkın kendi öz örgütlenmeleriyle oluşturduğu siyaseti yaratmasıdır sokak siyaseti. Meşruluğunu sokaklardan; ezilenlerin yaşam alanlarından alan muhalefetin temsiliyet tuzağına düşmemesi önemlidir. Toplumsal muhalefet açısından gerçek kazanım, sandıkta alınan oy sayısıyla ölçülmemelidir. Yunanistan’daki muhalefetin “seçim başarısı” tam da bu gerçeği göstermektedir. Syriza, temsiliyet tuzağına yukarıda da belirttiğimiz gibi düşmüş ve tam da kazandığını sandığı yerde kaybetmiştir. HDP’nin barajı aşmasını kazanım ölçütü alan muhalefet kaçınılmaz olarak Syriza’yla aynı yanılgıya düşecektir.

Bütün bunlar biz devrimci anarşistlerin parlamenter demokrasinin yarattığı durumdansa mevcut hükümetin baskısını ve iktidarını pekiştirdiği bir dikta rejimini tercih ettiğimiz anlamına gelmez. Bizim vurgulamaya çalıştığımız şudur; ekonomik ve siyasi adaletsizlikler üzerinden yükselen bir işleyişte parlamenter demokrasi ve seçimler, ezilenler için bir aldatmaca ve tuzaktan başka bir şey değildir. Demokrasi ve adalet örtüsü altındaki bu sistem, siyasi ve ekonomik iktidar konumunda bulunanların, yani ezenlerin, ezilenler üzerinde kurduğu hegemonyanın, ezilenlerin özgürlüğünü yok etmek için kalıcılaşmasından başka bir şey değildir. Parlamenter demokrasi ve seçimlerin, ekonomik ve siyasi adaletsizliği ortadan kaldırmak için ezilenler tarafından kullanılabileceğini reddediyoruz. Parlamenter demokrasi ve seçimlerin, her koşulda halka düşman olan ekonomik ve siyasi iktidarların açık ya da gizli diktatörlüğünü, fiili olarak destekleyen bir araç olacağını düşünüyoruz.

Devrimci Anarşist Faaliyet

Meydan Gazetesi Sayı 27, Mayıs 2015

Paylaşın