Bir bayrak olarak kullanıldığında iyi niyetin, saflığın ve temizliğin rengi olan beyaz renk, farklı kültürlerde masumiyeti temsil eder. Gözlerine aniden beyaz bir perdenin inmesiyle görme yetilerini kaybeden koca bir şehri (belki de ülkeyi) anlatan Körlük isimli kitaptan uyarlanan film, 2008 yılında Fernando Meirelles ve Don McKellar tarafından kameraya alındı. Dünyayı şekillendiren ahlak kurallarından mülkiyete, devlet otoritesinden militarizme dek birçok meselenin dolaylı yoldan sorgulanmaya başlandığı bir gelecek tasvir ediyor Körlük. Kimsenin göremediği bir dünyada çıplaklık, ayıp olarak nitelendirilmiyor artık. Mülk sahiplerinin işçilerini sömüremediği, el koydukları zenginliği koruyamadığı bu dünyada marketlerin yağmalanışı kimsenin umurunda olmuyor. Kimsenin binmediği arabalar, yerini sağdan soldan toplananların taşındığı market arabalarına bırakıyor.
Hikayenin odak noktasını görme yetisini kaybedenlerle temasa geçmesine rağmen gözleri görmeye devam eden ve bunu refleksif bir iyi niyetle göremeyenlerin gözü olarak kullanan kadın karakter oluşturuyor. Jose Saramago’nun yazdığı kitaptaki orijinal hikayede de olduğu gibi, karakterlerin isimlerini öğrenemiyoruz. Bu ayrıntı, hikayeyi kimliksizleştirdiği gibi anlatılmak istenenin de evrenselleşmesini sağlıyor.
Görme yetisini kaybedenler eski bir sanatoryuma kapatılıyor. Felaketten önce kendine entegre edemediği davranışlara sahip insanları hasta olarak nitelendiren, onları dört duvar arasına kapatan, tecrit eden, karantina altına alan devlet bu kez aynı yeri görme yetisini kaybetmiş insanlığın zindanına çeviriyor. Devletin tavrı birbirini çağrıştıran benzer her olayda bu illüzyonun aslında ne kadar dayanıksız, ne kadar hazırlıksız olduğunu kanıtlar bir niteliğe bürünüyor. Aynı çaresizliği yaşayan insanlar ortaklaştıkları zorluklar gibi ekmeklerini ve yaşama çabalarını da ortaklaştırıyor. Üçüncü koğuş yiyecekleri ele geçirip tabiri caizse pazarlamaya başlayana dek, herkes aynı masada, paylaşmayla yemekleri bölüşüyor, dayanışmayla işlerin üstesinden geliyor.
Bu kara ütopyada, hayal evreninde karakterler mesajın evrenselliğinin vurgulanması için özellikle farklı etnik gruplardan seçiliyor; kimisi Uzakdoğulu, kimisi siyahi... Ayrıca hem film de hem de kitapta dikkat çekici bir başka nokta ise, “Beyaz Körlük” salgını öncesinde halihazırda kör olan bir karakterin, yeni körler dünyasında bir gören olarak karşımıza çıkmasıdır. “Kör” olarak geçirdiği hayatında edindiği deneyimleri salgına maruz kalan insanlarla dayanışmak için kullanmayıp, sanatoryumdaki “üçüncü koğuşun liderleri” ile iş birliği yaparak, baştaki kadın karakterin aksine “kötülükten” yani efendilerden yana kullanıyor.
İktidar, adeta insanlık tarihinin bir panoraması gibi, şiddet yoluyla önce değişim mallarını sonra da artık işe yaramadığından cinselliğin ticaretini ortaya çıkarıyor. Üstelik en aşağılık ve en acımasız haliyle. Kadınlar, tarihin her döneminde olduğu gibi hem var olan adaletsizliklere rağmen besine ulaşılmasını sağlayarak yaşamın kaynağı olmaya devam ediyor hem de bu adaletsizliğe karşı ilk başkaldırıyı gerçekleştiriyor.
“Kim bu körlük örtüsüne tutunacak kadar ürkek olabilirdi ki? Kim içtenliğin yok olacağından korkacak kadar aptal olabilirdi?”
Tutsaklıktan kurtulan mahkumlar kapıları zorladıklarında bütün nöbetçilerin ortadan kaybolduğunu fark ediyorlar, biz ise kurtulma arzusunun olmadığı yerde kapatılmanın normalleştiğini görüyoruz. İnsanların dünyayı algılama şekilleriyle birlikte dini inançları da değişiyor. Göremeyenlerin dünyasında kiliselerdeki heykellerin gözlerine de beyaz bir bant çekiliyor.
“...İçindeki o isimsiz parçayı tanıyorum, bu gerçek kimliklerimizdir öyle değil mi?”
Hikayenin asıl yaratıcısı Saramago, “beyaz körlük” salgınıyla kapitalizmin ve iktidarlı ilişkilerin makyajını adeta söküp atıyor. “Beyaz körlük” salgınını bir metafor olarak kullanan yazar - ve dolayısıyla yönetmen- özünde körlüğün salgın başlamadan önce var olduğunu vurguluyor. Kapitalizmin içinde birbirlerine karşı duyarsız kılınan insanların “körlükle” beraber dönüştükleri “şey”i görmeye başladıklarından bahsediyor!
Bütünün içinde sadece küçük bir grup insanı izlediğimiz, diğerlerine ‘kör olduğumuz’ hikayede felaket gidip, gözlerin önündeki perdeler kalktığında hayatta kalanlar bencillikten sıyrılanlar oluyor. Buldukları silahla tehditler savuranlar, eski yaşamlarından kazandıkları kabiliyetlerini diğer insanları sömürmek için kullananlar değil; kendi bedenlerini diğerleri için siper edenler, etraflarındaki gerçekliğe dayanışmayla çözüm üretenler hayatta kalıyor.
Zeynel Çuhadar
Meydan Gazetesi Sayı 27, Mayıs 2015