Toprağın üzerinde çıplak ayak koşuyordu. Soğuk, tenine değmeden sıyrılıp geçiyordu sanki. Uzaklarda güneş batıyordu. Gitmeden, dağların eteklerinde yok olmadan yakalamak istiyordu onu. Koştu. Koşarken yoruldu, susadı, uykusu geldi, büyüdü. Ama hiçbiri alıkoyamadı yolundan. Şimdi gözlerinin kıyısına yerleşen dikenli teller vardı. Olmasaydı güneşe dokunacağına inanmıştı. Telin olduğu yer sanki çelikten bir kapı gibi geliyordu ona. Öyle korkuyordu ki telin diğer tarafına geçmekten, kendini telin koca bir duvar olduğuna öyle inandırmıştı ki elini koyup üzerinden atlayacak güce sahip olduğunu unutmuştu. Üstelik bu tellerin kıyısında biten hayat hikayelerini de biliyordu. Geri döndü. Geri dönerken telin iki tarafını düşünüyordu. İki tarafta da aynı çiçeklerden vardı. Tel niye vardı anlayamıyordu. Teli kim örmüştü bilmiyordu. Bu tellerden her yerde vardı. Kafes gibi göründü gözüne.
Sanki kafesin içinde yaşıyorlardı; telin bu tarafındakiler de, diğer tarafındakiler de. Toprağı, gökyüzünü, yıldızları, güneşi çizgilerle ayırmanın hiçbir anlamı yoktu. Düşündükçe çıkamıyordu işin içinden. Silah sesleri kulağını yırtmasaydı çıkamayacaktı. Hızla eve koştu. Dona kaldı gördükleri karşısında. Gözleri kocaman olmuş, gördüklerine isyan eder gibi yüzünü terk etmiş, ayaklarının ucuna düşmüştü sanki. Yerde yatan cansız bedenler, hala dinmeyen silah sesleri, cansız dikenli telleri korumak için canlı bedenleri katletmenin sesini duyuruyordu tüfeklerin ucundan çıkan duman. Vatanı, devleti oluşturan insanlarken; onların vatan, devlet, bayrak için neden hiç düşünmeden öldürüldüğünü düşündü. Annesini, kardeşini, babasını düşündü. ”Büyük adam”ların düşünmesi gereken her şeyi ve herkesi düşündü. Yıkılan evinin tuğlaları arasında gezinirken yemeye kıyamadığı çikolatasını gördü. Açmamıştı bile henüz. İçinden O’nu Charlie’nin Çikolata Fabrikası’na götürecek biletin çıkacağını hayal ediyordu. Dikenli tellerin kıyısında yaşayan bir çocuk için imkânsız bir hayaldi belki de. Ağlayan anneler, annelerini arayan küçükler. Hayal kurmak yasaktı dikenli tellerin kıyısında. Parmak ucundan saç telinin en ucuna kadar nefretle doldu. Sanki az önce güneşi yakalamaya çalışan çocuk değildi, büyümüştü. Birden koşmaya başladı. Rüzgâra değmeden uçuyor gibiydi. Gözleri yaşlarla dolmuştu. Gözyaşlarının içinde nefreti saklanıyordu.
Telin önünde durdu ve var gücüyle tekmelemeye başladı. Üzerinden atladı ve koşmaya devam etti. Güneş gözlerini yakıyordu. Meğerse daha yitip gitmemişti dağın eteklerinde. Gözlerini yumdu ve koştu. Canı çok acıyordu. Öfkeliydi. Her sabah önünde durup birilerini memnun etmek ister gibi okuduğu marşa, bayrağa, sınırlara, yasaklara, devlete, vatana. Öfkeliydi. Karşısında duran boşluğa var gücüyle bir taş attı, bir şeyleri ateşler gibi. Yere düştü. Sakladığı gözyaşı süzüldü yanağından. Toprağı kokladı ve gözlerini kapattı. Çünkü küçük bedenine “büyük adamların uşaklarının” bir hediyesi vardı: Küçük bir kurşun.
Gizem Şahin
Meydan Gazetesi Sayı 3, Eylül 2012