Ayna’ya Bakmak
İnsan türü tarih öncesi çağlardan bu yana yansımasıyla ilgilenmiş, kendi suretini ilk olarak parlak taşlarda, sudaki yansımasında ya da metal aynalarda izlemiştir. Aynadan yansıyan görüntü ve aynanın kendisi ise birçok sanatçıya ya da filozofa da konu olmuştur. Aynaya bakmak kimisi için kibrin bir göstergesi, kimisi için ise kendini bilmenin bir aracı olmuştur.
Ayna metaforu psikanalistler tarafından da çokça kullanılmıştır. Lacan, bebeğin 6-18 aylık dönemine “ayna evresi” der. Bu dönemde bebek sırayla önce aynadaki görüntüyü fark eder, şaşırır ve sonra onunla özdeşleşir. Bu süreç bebeğin kendini bütünlüklü olarak algılamasının başlangıcıdır. Lacan’a göre bu özdeşleşme narsistik* egonun doğum yeridir.
Kendilik kavramını ortaya atan Heinz Kohut ise, “ayna”yı bir ilişki üzerinden tarifler ve bebeğin annenin gözlerinden yansıyanlarla (sevgi, hayranlık, şefkat, kayıtsızlık, küçümseme.. vs. ) bir “ayna aktarımı” aldığını ve bunun bebeğin kendine ve dünyaya bakışını belirlediğini söyler. Bireyin karakterinin temelini oluşturan, bu süreçte annenin ona yansıttıklarıdır. Kohut’a göre bu dönemde narsistik ihtiyaçları doyurulmayan bebek, büyüdüğünde beğenilme dürtüsüyle hareket edecektir.
“Kendi”nin Bir Yansıması: Selfie
Teknolojinin son sürat ilerlemesiyle cebimize giren akıllı telefonlar, çektiğimiz fotoğrafları her an paylaşabilmemizi mümkün kılan sosyal medya ve faturamıza eklenen birkaç GB’lık internet paketleri sayesinde, artık büyülü bir aynaya ihtiyaç duymuyoruz. Her cebe göre arka ve ön kameralar emrimize amade. Öyle ki kendi fotoğrafımızı çekmek için bir başkasından rica edip ilişkilenmeye bile ihtiyaç duymuyoruz. Geriye yalnızca gereken düzeltmeleri (saç-duruş vs.) yaparak o tek dokunuşu yapmak kalıyor, bir nevi tanrı edasıyla “ol” diyor ve olduruyoruz. Gösteren kendi, gösterilen kendi ve gösterileni gören kendi; “üçü bir arada” olarak bütün kontrolü bize verince; selfie bazen bir parmağın, bazen bir çubuğun ucunda yeniden yarattığımız “kendi”miz oluveriyor.
Fakat aslında bu imaj pek de kendimize benzemeyen “kendi(e)”miz oluyor. Yorgunluktan şiştikçe şişen gözaltı torbalarımızı, günlerdir yıkayamadığımız yağlı saçlarımızı, beyaz uçlu sivilcelerimizi her daim dışlayan, her zaman mükemmel ve ışıltılı olmak zorunda olan “kendie”miz. Bu görüntüye sıkışan, dolayısıyla bu imaja uymayan her yanını saklamaya çalışan, hatta yok sayan kendi(e)miz. Kendinin yontulmuş bir kopyası, bir kendicik. Kraliçenin büyülü aynasındaki gibi kusursuz, dolayısıyla kırılgan ve ufacık bir kusura tahammülsüz. Bu yüzden aslında gösterilen kendi(e); göründüğü mükemmelikte olmaya sıkışan, boğucu bir yansıma oluveriyor.
Sahte Kendi
Sosyal medya profilleri üzerinden oluşturulan imajlar, hayatların gösterilmeye değer olmayan her yanını dışlıyor ve yontuyor. Kişinin gerçekte kim olduğu, ne hissettiği, neye ihtiyaç duyduğu; nasıl göründüğünün gerisinde kalıveriyor.
Psikanalist Donald Winnicott kendiliği tanımlarken ikiye ayırır: Gerçek kendi ve sahte kendi. Sahte kendi’yi, bazı durumlarda yoksunluğu dondurarak kişinin bu durumla başa çıkabilmesini sağlayan bir kendi diye açıklayabiliriz kabaca. Fakat burada kritik olan bir nokta vardır. Bazı durumlarda bu sahte kendi, kişinin gelişim sürecinde ön plana çıkabilir. Bu durumda yaşam sahteleşir, anlamsızlaşır, umutsuzluk ve boşluk duygusu ortaya çıkar. Kişi -mış gibi bir hayat yaşadığı hissine kapılır. Sahte kendinin baskınlaştığı karakterler, deneyimlerini kendiliklerine katmak yerine; kendiliklerini dış dünyanın dayatmalarına göre şekillendirirler. Bu durumda, yaşama arzusu ortadan kalkar.
Sosyal medya profillerinde gösterdiğimiz “Kendie”ler ise bizden beklenenleri yansıtırken, bu beklentileri karşılamak için çaba sarf eden birey, kafesteki tekerleği döndüren fareler gibi, hiçbir yere varmayan bir yolu koşar. Çünkü insan, kendini değerli hissetmediğinde beğenilmek ve onaylanmak, kişinin yaşantısını ve arzularını belirleyen yegane şeye dönüşür ve trajik bir şekilde beğenilmek için gösterilen çaba ne kadar büyük olursa olsun, kişi ne kadar çok beğenilirse beğenilsin, kaç like kaç retweet alırsa alsın; asla tatmin olamaz.
Sirk Aynasında Kendine Bakmak
“Narsizm Kültürü” kitabında Cristopher Lasch; her toplumsal sistemin, “kendi yapısına ve işleyişine uygun kişilik örgütlenmesine ihtiyaç duyduğunu ve kendi kültürünü başta aile olmak üzere, okul ve diğer karakter oluşturucu sosyalleştirici kurumlar aracılığıyla bireyde kişilik biçiminde yeniden ürettiğini” belirtir.
Narsizm; 20. yüzyılın ortalarından bu yana sık karşılaşılan sorun olarak karşımıza çıkar. Bu elbette tesadüflerin değil; sosyolojik, teknolojik ve kültürel değişimlerin bir yansımasıdır. Bireyselliğin, rekabetin tek geçer akçe olduğu, kişilerin arzularının tüm medya araçları tarafından -tükettirmek için- kırbaçlandığı, herkesin herkesle savaş halinde olduğu, herkesin zararsız hobiler ve kişisel gelişim zırvalıklarıyla yalnızca kendini mutlu kılmaya çalıştığı bir kültür, kaçınılmaz olarak narsist bir toplumu üretecektir.
Bu koşullarda, kapitalizmin ve sosyal medyanın sirk aynasında kendimizi seyretmek ya da başkalarının izini sürmek elbette bizi tatmin etmeye yetmeyecektir. Bu yüzden şunu unutmamak gerekiyor; “zaman tünelinde” ya da “duvarınızda” birbiri ardına görünüp kaybolan ışıldayan ve gülümseyen yüzler, bizden hep bir şeyler saklar. Ne icra kararları, ne hayal kırıklıkları, ne yalnızlık asla yansımaz o sirk aynasından. İnsan başkalarını hep olduğundan daha mutlu zanneder. Kendi hayatlarımızı kusurlarıyla yaşarken mutlu olmak zor değil, ama ne kadar çabalasak da başkalarından daha mutlu olmak imkansızdır.
**Narsistik:* Yunan mitolojisinde, Narcissus sudaki yansımasına aşık olur, yemeden içmeden kesilir. En sonunda suya düşerek boğulur. Bu kendine hayranlık hikayesi, daha sonra psikanalizde kendine hayranlığın patolojisine adını verir.
Özlem Arkun
Meydan Gazetesi Sayı 31, Şubat 2016