Dünya döndü döndü, soğudu ve kabuk bağladı. Okyanuslar ve denizler, bu kabuğun üzerindeki yerlerini aldı. Sığ sularda yaşam kıpırdanmaya başladı. Dünya dönmeye devam etti. Bitkiler, ormanlar, hayvanlar yerkabuğunun üzerinde büyümeye başladı. Milyarlarca yıllık bir dönüşün ardından, iki buçuk milyon yıl önce, yerkabuğu iki ayağının üzerinde duran bir canlıyla tanıştı: İnsan.
Her ne kadar “insanoğlu” diye anılsa da; insanlık başından itibaren hem erkek hem kadındı. Çağlardır süregelen bu macerada, her ikisi de başka bir ucundan tutmuştu yaşam kavgasını. Fakat bu hikaye, insanlık tarihi boyunca gittikçe görünmezleş(tiril)en kısmını; kadının kavgasını anlatacak sizlere.
Kadın ayaklarının üzerinde doğruldu. Artık elleri, içinde sakladığı tüm maharetlerini ortaya çıkarmaya hazırdı. Yürüdü kadın, yabani buğdayların arasında yalınayak. Başaklarını okşadı, tane tane topladı içinde yaşamı saklayan tohumlarını. Toprağa dokundu kadın, parmaklarıyla eşeledi toprağı. Yaşam veren köklerini buldu bitkilerin, topladı… Kuşları, sürüngenleri izledi. Yumurtalarını buldu, topladı. Arıları izledi, balı topladı. Balıkları avladı; kurbağaları, salyangozları izledi ve topladı onları da… Ve bütün topladıklarını hep birlikte yemek için taşıdı. Çünkü her şey birlikte tüketiliyordu ve topluluğun karnını doyuran, avcıya ava gidecek gücü veren onun getirdikleriydi.
Gözlemliyordu kadın, topladığı her şeyi tanıyordu yavaş yavaş. Kabuklu yemişler, tohumlar, mantarlar; hepsini biliyordu. Bazıları hoş kokulu, bazıları acıydı. Bazıları yaşam dolu, bazıları zehirli… Kadın hepsini tanıyordu. Av sırasında hayvanların saldırısına uğrayan erkekler ya da hastalar için gereken şifayı da bulup getiriyordu böylece. Hayvanları ve insanları gözlemleyerek, deneye deneye, yavaş yavaş biriktiriyordu bu bilgiyi.
Konaklanan ya da kışın geçirildiği yerlerde çevreyi gözlemleyen de oydu. Tohumların hepsini birden toplamaması gerektiğini biliyordu. Çünkü tohum toprağa düşüyor, bir sonraki sene aynı yerden yeşeriyordu. Tohum atmayı doğadan öğrenendi kadın.
Kadın toprağa dokunuyor, onu çok iyi tanıyordu. Serin ve yumuşak, kızgın ve sert, ıslak ve yapışkan her halini tanıyordu. Toprak kadına her halini, her sırrını fısıldamıştı nesiller boyunca. Toprağı yoğuruyordu kadın hünerli elleriyle, özenle şekil veriyordu çömleklere. Önceleri su kabağından, kafatasından, deriden yaptığı kapların yerini toprak çömlekler alıyordu. Ve bu çömlekler bir sanata dönüşüyordu kadının ellerinde. Tam bir sessizlik içerisinde yaratıyordu kadın, güneşte demlendiriyor ve kurutuyordu onları. Ve tek seyircisi küçük kızıydı. Böylece kadınlar arasında nesilden nesile aktarılan bilgi, yine nesilden nesile gelişiyordu.
Alet yapmayı öğrendikçe kadın ve erkek, çeşitlendi hayat. Bıçaklar, baltalar, çapalar herbiri birbiri ardına eklendi. Ve bunların arasında iğneyi keşfetti kadın, terzilik de onun işleri arasına girmişti artık. Yine onun parmaklarının arasında birleşmeye başladı deriler, kürkler, boncuklar…
Doğanın bütün nimetlerini inceledi kadın. Pamuğu, keteni yünü fark etti. Bunları ipliğe çevirebileceğini gördü ve kirmanı buldu. Kadınların parmakları arasında dokundu ilk kumaşlar. Kirman, kadın öldüğünde bile onun yanındaki yerinden ayrılmaz, sahibiyle birlikte gömülürdü.
Kadın hayvanları da tanıyordu; gebeliklerine, emzirmelerine, oyunlarına tanıklık ediyordu. Bu yüzden erkeğin yakalayıp getirdiği hayvanlara bakıp onları beslemek de kadının işiydi. Kadının topluluğun doyurulmasında üstlendiği sorumluluk bunu gerektiriyordu. Elbette kadın hayvanın karnını doyuruyor, onun sütünden ve yününden faydalanıyordu. Bu karşılıklı ilişki içerisinde kadın bazen, annesiz kalan yavruları emziriyordu.
Toprağı işleyerek çömlek yapan, yünü ve pamuğu işleyerek kumaş yapan kadın; buğday ve arpayı işleyerek ekmek yapmayı, sütü mayalayıp yoğurt, peynir yapmayı, eti kurutarak saklamayı da biliyordu. Ve kadın bütün bunları birbirine dönüştürürken, bir doğa bilici, şifacı, terzi, dokumacı, çömlekçi gibi meziyetlerinin yanına, aslında mistik bir gücü, bir sihri de ekleyiveriyordu.
Kadın ve doğanın anlaşılmazlığı iç içeydi. Erkeğin doğuma katkısının net bir şekilde bilinmediği bu dönemde, kadın bir bebeğe hayat veriyordu. Bu doğanın mucizevi ve anlaşılmaz olaylarından biriydi. Kadına saygı duyuluyordu, çünkü yeni katılan bireyleri besleyen, koruyan ve onlara zor koşullarla başa çıkmayı öğreten yine oydu. Bu yüzden bu dönemde “baba”nın çocuklar üzerinde hiçbir hakkı ve nüfuzu yoktu. Klanlar hiçbir kadını başka bir klana vermiyor, “evlilik”ler erkeklerin klan değiştirmesiyle gerçekleşiyordu.
Toplumda böylesine etkin bir birey olan kadın, dinsel bir kavrayışta da bir “Tanrıça” olarak yerini alıyordu. Fakat tanrıçalar otoriteyi değil; aydınlığı, üretkenliği, sevgiyi ve koruyuculuğu temsil ediyordu. Çünkü kadın ekonomik olarak baskın olsa da, toplumsal ilişkiler içerisinde baskın ve hükmedici değildi. Her ne kadar anaerkil olarak adlandırılsa da bu dönem, aslında kurumsal bir “erk”in olmadığı bir dönemdi.
Bugün bu tarih; antropolojinin, arkeolojinin, tarihin erkek süzgecinden süzülüp geliyor ve bugün var olan otoriter, adaletsiz, erkek egemen sistem hep varmış ve başka türlüsü de olamazmış gibi anlatılmaya çalışılıyor. Oysa bizler milyonlarca yıldır tohum tohum ektiğimiz yaşamı, ilmek ilmek dokuduğumuz dayanışmayı taşıdık o günden bu güne. Sabırla kardığımız çamuru şekillendirmeyi, bereketle yoğurduğumuz hamuru pişirmeyi unutmadık. Ne doğanın bize verdiklerini, ne de ondan öğrendiklerimizi bir kenara atmadık. Yeri geldi nesilden nesile taşıdık, yeri geldi demlendirdik. Bugün yüzbinlerce yıl sonra bize unutturulmaya çalışılsa da tüm bunlar, doğadan mayaladığımız, içimizde taşıdığımız bu gücün ortaya çıkması için küçük bir çatlak yetiyor.
Şeyma Çopur
Meydan Gazetesi Sayı 32, Mart 2016