15 Temmuz darbe girişiminin ardından TL’deki değer kaybı; OHAL ilanı, operasyonların toplumun tüm kesimlerine yayılması, basın-yayına yönelik baskıların artması ve TC’nin Suriye’deki savaşa müdahil olması gibi etkenlerle hızlanarak devam etti.
Moody’s, Fitch, S&P gibi uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının 2016 yılı boyunca TC’nin kredi notunda negatif yönde değişikliklere gitmesi sonucu, yabancı yatırımcının TC pazarından uzaklaşmasını da beraberinde getirdi. Bunun sonucu olarak piyasadan ciddi bir döviz çıkışı gerçekleşti. Erdoğan ve hükümet yetkilileri, bu kuruluşları objektif olmamakla suçladı.
TL’deki en büyük değer kaybı, HDP’li vekillerin tutuklanmasından sonra oldu. ABD başkanlığına, piyasaları heyecanlandıracak büyük vaatleri bulunan Trump’ın seçilmesi ise buna tuzla biber oldu. Trump’ın başkanlığı tüm gelişmekte olan ülke para birimlerini olumsuz etkiledi ancak diğer para birimlerine oranla en çok değer kaybeden TL oldu. Bunda şüphesiz Erdoğan’ın dayattığı ve AKP-MHP işbirliğiyle sürdürülen başkanlık gündeminin büyük etkisi var.
Aralık ayının ortasında Amerikan Merkez Bankası FED’in faiz arttırması, buna karşın, Erdoğan’ın faiz artırımına karşı olması nedeniyle, TCMB’nin beklentilerin tersine faiz arttırmaması da sürpriz bir gelişme oldu. Erdoğan’ın ekonomi politikaları konusunda Merkez Bankası ve Maliye Bakanı ile hemfikir olmadığı öteden beri biliniyor. Ancak bu kez Erdoğan, Ekonomi Koordinasyon Kurulu toplantısına katılarak ekonomi konusundaki inisiyatifi de kendi eline aldı.
Ekonomi yetkililerinin yaptıkları açıklamalarda döviz kuruna klasik anlamda müdahale edilmeyeceği söylense de, Katar’dan Birleşik Arap Emirliklerinden getirilen uçak dolusu paralarla kura müdahale edildiği herkes tarafından bilinen bir gerçek. Bu şekilde TL’deki ani değer kayıpları önleniyor ve uzun vadede kaçınılmaz olan değer kaybı kademeli olarak gerçekleşiyor.
TL’de değer kaybının kaçınılmaz olduğunu gören Erdoğan, çare olarak, vatandaşın ve kamu kurumlarının ellerindeki doları TL’ye ya da altına çevirmeleri, ithalat ve ihracatta ödemelerin yerel para birimleri ile yapılması için Rusya, İran gibi ülkelerle görüşülmesi gibi çağrılarda bulundu. Merkez Bankası piyasaya sürülen dolarla yanı sıra ithal ettiği parayı da kura müdahale etmede kullandı. Merkez Bankasının döviz rezervi de bu dönemde sürekli azaldı. Bu adımlarla TL’deki düşüş azalmadı ama yavaşladı. Yani değer kaybı zamana yayıldı.
Faiz lobisi söylemiyle başlayıp bugün gelinen noktada vatandaşa döviz sattırmak, Katardan ihale karşılığı uçakla para getirmek gibi ekonomik tedbirleri içeren ekonomi yönetimi, “Trumponomics”e paralel olarak bir “Erdoğanomics” akımının devreye sokulduğunu gösteriyor.
Bu akımın, son gelişmelerle birlikte piyasaya sürdüğü bir başka araç ise rakamların manipüle edilmesi olarak karşımıza çıkıyor. TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) ekonomik verilere ilişkin istatistiklerde hesaplama değişikliğine gitti. Bu değişikliğin, özellikle uluslar arası kredi ve derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin notunu sürekli düşürdüğü bir dönemde olması, bu değişikliğe yönelik şüpheleri de beraberinde getirdi.
Yeni hesaplama yöntemine geçilmesinin ardından TÜİK tarafından yapılan ilk açıklamada, milli gelirin şimdiye kadar yaklaşık %20 eksik hesaplandığı iddia edildi. 2015’te 718 milyar dolar olarak ifade edilen Türkiye ekonomisi bir gecede 857 milyar dolar olarak güncellendi. 2015’te 9 bin 257 dolar olan kişi başı gelir, 12 Aralık günü açıklanan bu rakamlara göre 11 bin 82 dolar oldu. Açıklanan rakamlar sonucunda, cari açıktan dış borcun milli gelire oranı kadar birçok veride sanal bir iyileştirme sağlanmış oldu.
Yapılan bu değişiklikle, derecelendirme kuruluşlarının TC’nin kredi notunu yükseltmesi bekleniyor olmalı. Ancak işsizlik rakamları, ithalat-ihracat rakamları gibi verilerle uyuşmayan bu rakamlar ekonomi çevreleri tarafından da pek inandırıcı bulunmadı. Yapılan bu değişikliğin ekonomideki kötüye gidişi perdeleyerek psikolojik bir rahatlama yaratmaya yönelik olduğu düşüncesi hâkim.
Tüm bu adımlar, yerli ve yabancı yatırımcıyı ürkütmemeye, dahası korumaya yönelik adımlar. Buna karşın ithalat ve ihracat üzerine kurulu, bu nedenle de döviz fiyatlarından ciddi etkilenen bir ekonomide, döviz artışından kaynaklanan farkın tüketiciye yansıtılacağı açık. Bu nedenle orta vadede, hatta yılbaşı bahanesiyle kısa vadede dahi zamların kapıda olacağını söyleyebiliriz.
Öte yandan maliyeti azaltmak için işten çıkarmaların da yaygınlaşması söz konusu. Uzun süredir tek haneli rakamlarla açıklanan işsizlik rakamları, 2016 yılında tekrar 2 haneli rakamlara yükseldi. TÜİK tarafından açıklanan Ağustos-Eylül-Ekim 2016 aylarına dair işsizlik rakamlarına göre resmi işsizlik oranı %11,3 oldu. Tarım dışı işsizlik oranı ise %13,7 olarak açıklandı. Sadece Eylül ayı içerisinde işini kaybedenlerin sayısı ise 420 bin olarak açıklandı.
Gerçek işsizlik rakamları, şüphesiz resmi rakamların çok üzerinde. DİSK’in Temmuz ayına ilişkin açıklamasına göre gerçek işsizlik oranı yüzde 18,9 iken, işsiz sayısı 6 milyon 342 bin.
Devlet, patronları koruma noktasında gerekli önlemleri alıyor elbette. Ancak her zamanki gibi emarelerini gördüğümüz ekonomik krizin faturası halka kesilecek gibi gözüküyor. Patronlar sendikası olan TİSK, Asgari Ücret Tespit Komisyonu toplantılarında masaya, asgari ücrette herhangi bir artış olmaması yönünde önerisiyle oturdu. Yani 2017 yılında da asgari ücretin 1.300 TL olarak kalması öngörülüyor.
Bugün yüksek sesle dillendirilmese bile, burada saydığımız ve sayamadığımız birçok veri, yeni bir ekonomik krizin kapıya dayandığını gösteriyor. Şimdiye kadar izlenen politikalar, gelmekte olan krizin faturasını şimdiden işçilere yükleme amacını taşıyor. Bu politikalara karşı tabandan verilebilecek en güçlü yanıt ise, işçilerin öz-örgütlü mücadelesi olacaktır.
Meydan Gazetesi Sayı 35, Aralık 2016