Bundan 10 sene ya da 20 sene sonra marketlerin şarküteri bölümlerindeki fiyat fişlerinde şöyle yazıların yazdığını görmek niçin şaşırtıcı olsun ki: “Yapay Dana: 20 Lira, Gerçek Dana: 60 lira, Organik Gerçek Dana: 100 lira”. Alın size, her cebe, her toplumsal sınıfa uygun yiyecek!
Teknoloji ve genetik bilimi yeni bir tartışma konusunu daha önümüze koydu. Son bir kaç yıldan beri, birtakım bilimciler “Kök Hücreden Yapay Et” üretmeye çalışıtılar ve görünüşe bakılırsa da her geçen gün daha da "başarılı” adımlar atıyorlar.
NASA, 2000’li yılların başlarında uzayda uzun süre kalacak astronotların beslenme ihtiyacını karşılamak için “Yapay Et” üretme projelerinin ilkini başlattı. Birkaç yıl önce de Google'ın kurucu ortaklarından Sergey Brin’in sağladığı 250.000 Euro’luk bir fonla Hollandalı bilimciler tarafından üretilen yapay et daha da geliştirilmek üzere “görücüye çıktı”. Nihayetinde 2016 yılında Memphis Meat adlı şirket, orjinal et hücrelerini kopyalayarak suni biftek yapmayı ve etin maliyetini 18.000 dolara kadar düşürmeyi başardı. Bununla beraber birçok farklı şirket bu meseleye yoğunlaştı ve bu konudaki çalışmalarını hızlandırdı. “Bu şey”in maliyeti şimdilik çok fazla olsa da belki de, beş on yıl içerisinde hem tat hem de maliyet açısından yeterliliğe ulaşabileceği söyleniyor.
Bu gelişmenin kendisi pek çok tartışmayı da beraberinde getirdi, kimileri bunu “Artık kimse ceset yemek zorunda kalmayacak” gibi bir argümanla müjdelerken, kimileri bunun dünyadaki açlık sorununu çözmek için büyük bir adım olduğunu söyledi. Başka bir kesim yapay etin lezzetinin tutturulup tutturulamayacağının endişesini taşırken, bazısı da bunun ne kadar sağlıklı olabileceği üzerine sorular sordu.
Endüstriyel Çiftlikler mi? Laboratuvarlar mı?
Pek çoğumuzun bildiği üzere, et endüstrisi hayvanlara yapılan işkenceyle, küresel ısınmaya yaptığı katkıyla ve su israfıyla kelimenin tam anlamıyla ekolojik bir felakettir. Fakat yapay et üretmek böyle bir felaketi sonlandırabilir mi? Pek mümkün görünmüyor. Çünkü burada doğayla kurulan o “tek taraflı” ilişki aynı kalırken, sadece onu kullanma yöntemi değişiyor. Yukarıda adını andığımız şirketler ve kurumlar, küresel ısınmayı, su israfını, hayvanların katledilip katledilmiyor oluşunu önemsedikleri için mi bu işe girmişlerdir, yoksa şirketlerinin geleceğini garanti altına almak, kar etmek ve yeni dönemde daha fazla güç kazanmak için mi? Bugünlerde ilkine inanmak en iyi ihtimalle saflıktır. Et endüstrisinin yaptığı şey; bir canlının sırf onu tüketmek ve onun üzerinden kar etmek için “üretiliyor” olması, ikinci durumda da değişmiyor. Yapay et üretme girişimleri, hayvanların ticari bir değer olarak görülmesinin ilk adımı olan endüstriyel et üreticiliğinin bir üst noktasıdır. Önce hayvandan daha fazla verim almak için hayvan şişirilir, daha rahat kontrol edilmesi için kapatılır, daha fazla süt vermesi için yavrusundan ayrılır... Nihayetinde biraz “daha dahası” için, niye hayvanın tümünü yetiştirmenin maliyetine katlanalım ki, sadece ihtiyacımız olan yerlerini yetiştirir, Churcill’in bundan yıllar önce dediği gibi “kanadını ya da göğsünü yemek için bütün bir tavuğu yetiştirme garipliğinden, bu parçaları uygun ortamlarda ayrı ayrı yetiştirerek kurtulacağız” denilir. Yani bu gariplikten doğadaki insan dışı varlıkları korumak kollamak için değil, işine öyle geldiği için kurtulmaya çalışılır.
Her Yapay Pazar, Kendi Organik Pazarını Doğurur
Endüstriyel tarım yöntemleri, endüstriyel hayvancılık, GDO’lu ürünlerin sofralarımızı işgal etmesi, organik/doğal tarım/besicilik gibi işleyişlerin ortaya çıkmasına neden oldu. Yediği şeyin lezzetsiz, yenilen şeyin kötü koşullarda yetiştiğini düşünen kent soylularının “pazar” olarak görüldüğü bu anlayış, endüstriyel üretimin daha pahalı bir versiyonu olarak hayatımıza iyiden iyiye girdi. Aynı senaryonun söz konusu mesele geçerli olabileceğini düşünüyorum. Bundan 10 sene ya da 20 sene sonra marketlerin şarküteri bölümlerindeki fiyat fişlerinde şöyle yazıların yazdığını görmek niçin şaşırtıcı olsun ki: “Yapay Dana: 20 Lira, Gerçek Dana: 60 lira, Organik Gerçek Dana: 100 lira”. Alın size, her cebe, her toplumsal sınıfa uygun yiyecek!
“Açlık Sorunu Miti”
Geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletlerin Güney Sudan’da kıtlık ilan ettiğini hatırlarsınız. 100.000 insanın açlıkla sınandığı ve 1.000.000 insanın kıtlık koşullarında yaşadığı Güney Sudan’da, kimi yardım kuruluşları çocukların ölmemesi için tüm dünyadan yardım talep etmişti.
Sudan örneğinde gördüğümüz gibi, özellikle Afrika Kıtasında, her 3- 5 senede bir kıtlık ilan ediliyor. Vakıflar ve dernekler yardım çağrıları yapıyor. Oyuncusundan, bürokratına; dünyanın önde gelen isimleri Afrika’da açlıktan midesi derisine yapışmış çocuklarla poz veriyor. Fakat midesi derisine yapışmış bu çocuklar açlıktan iki büklüm kalıp başlarındaki akbabanın kendilerini yemesini beklemeye; onlarla yüzlerle binlerle ölmeye devam ediyorlar. Bütün çabalar nedense “sonuçsuz” kalıyor. Sonuçsuz kalıyor çünkü herkes sonuca odaklanıyor, kimse aslında birçoğumuzun bildiği “neden”e odaklanmıyor.
Özetle, dünyada açlık sorunu yoktur, sorun adaletsizliktir! Sorun kapitalistlerin, devletlerin savurganlığında, orta sınıfın konformizm tutkusundadır. Açık ve samimi olalım, eğer dünyada gerçekten bir açlık sorunu olsaydı dünyanın yarısı çok yemek yemekten diğer yarısı da yemek yiyememekten ölür müydü?
Açlık sorununu, laboratuvarlarda değil, sokaklarda bizi açlıkla sınayanlarla kavga ederek çözülebilir. Bunun, laboratuvarlarda, şaibeli kaynaklar tarafından fonlanan bir takım bilimciler tarafından çözüleceğini düşünmek acizliktir. Kaldı ki, tarih bu tür deneylerin başarısızlıklarıyla doludur. Unutmayalım ki GDO’lu gıdalar ve soyadan üretilen et ve kıymanın da açlık sorununa çözüm olacağı söyleniyordu. Şimdi bu ürünler hakkında ne söylendiği herkes tarafından biliniyordur sanırım.
Daha Kökten Bir Eleştiriye Doğru
Yukarıda saydığımız endişelerin dışında, bu meselelere yönelik kökten eleştiriler de bulunmaktadır. Yapay et, yapay deri, yapay organ ve nihayetinde yapay insana evrilmesi muhtemel olan bir sürecin, insanların ve doğanın git gide birileri için robotlaştırılacağına dair endişeleri açığa çıkardığını görüyoruz. Aslında, bu endişeler çok da yersiz değildir. Günümüz teknolojisi ile kapitalizm akrabadır. Atom bombası, envai çeşit hastalık ve buna benzer birçok şey bu ortaklığın ürünüdürler.
Öte yandan herkes bilir ki, en iyi beslenme yerel beslenmedir. Kapitalizmin tarihi, bu beslenmenin kaynaklarını belirli merkezlere çekerek bu en temel ihtiyacı kontrol etmek üzerine kurmuştur. Sebzeler seralara, hayvanlar üretim çiftliklerine ve öteki yiyecekler için kullanılan “hammadeler” de yeni bir ürüne dönüştürülmek üzere fabrikalara toplanmıştır. Gıdanın üretimi tam olarak merkezileştirilemese bile dağıtımı ve işlenmesi belli başlı kişilerin, şirketlerin keyfine kalmıştır. Herhangi bir gıdanın laboratuvar koşullarında üretiliyor olması ise, bu merkezileşme hamlesinin doruk noktasıdır. Artık her şey kontrol altındadır.
Peki kimler kontrol etmektedir bunu? Sen ben ya da bir lisede biyoloji dersinden duydukları ile genetiği tanımlayan sıradan insanlar mı, yoksa genetik biliminin karmaşık yapısına hakim olan bir grup “elit” ve onları bu alanda çalışmaya teşvik eden bir grup kapitalist mi? Halihazırda, gündelik hayatta kullandığı teknolojik aletlerin nasıl açıldığı ve bozulursa nasıl tamir edilebileceğini bilmeyen ve bu yüzden teknoloji şirketlerinin bağımlısı haline gelmiş günümüz insanının; yapılma, işlenme ve üretilme sürecinden bihaber olduğu besinlerin yiyecek olması ve beslenmede ilerleyen süreçlerde bu şirket ve gruplara bağımlı kalacak olması sizleri de endişelendirmiyor mu?
Teknoloji ve bilim dünyasında yaşanan bu gelişmeler kapitalizmin dünyayı sürüklediği uçurumlardan bağımsız düşünülemez. Dünyanın sürüklendiği bu yolun taşları da kapitalizm ve iktidarlar tarafından her adımda yaşamın içi boşaltılarak, her varlık teker teker nesneleştirilerek, metalaştırılarak özenle dizilmiştir. Yani kimilerinin iddia ettiğinin aksine, bu tarz çalışmalar bir yaratma ya da can verme eylemi değil, canlının anlamından ve köklerinden kopartılmasıdır. Çünkü canlılık yalnızca bir kas ve sinir dokusuna sahip olmakla açıklanamaz.
Aysel Özdemir
Meydan Gazetesi Sayı 37, Mart 2017