Çernobil'in Sabahında

Sayı 38, Nisan 2017

Güneşli, açık bir gün de olabilir bugün, yağmurlu karanlık bir gün de. Kar da yağabilir o gün her taraf bembeyaz olur; belki çiy de düşebilir o gün sabahında.

O günün sabahında, kahvaltımızı yapmış evden çıkmış olacağız. Kimimiz çocuğunu okula bırakacak. Kimimiz apar topar metroya, otobüse, vapura yetişmeye çalışacak. Kimimiz sofrayı toplayıp, ev işlerine girişecek.

Kimimiz vapurda ekmek atacak martılara, kimimiz otobüste koltuk altını burnumuza yaslayan adama söylenecek. Kimimiz kilitlenip kalmış trafikte donuk donuk bakarak her günkü bıkkınlığa dalacak. Gündelik meseleler, kredi kartı borçları, ev kiraları, ailevi ya da özel problemler ile meşgul olacak belki kafamız. Belki de akşam eve giderken kızımızın doğum gününde ona ne alacağımıza kafa yoracağız.

Dükkânın kapısı açılacak. Bir gökdelenin içindeki asansöre binilecek. İş güvenliği için kask takılacak. Sıkıcı bir dersi en az 40 dakika dinlemek için sıraya oturulacak.

Önce bir ışık göreceksin. Vakanın yaşandığı yere ne kadar yakınsın bilmiyorum ama çok çok yakın değilsen ve eğer hayatta kalabilirsen, bu ışık seni 45 dakika boyunca kör edecek. Vakanın yaşandığı yere çok yakın olanlar “Ani Nükleer Radyasyon”a maruz kaldıkları anda, oracıkta korkunç bir şekilde ölecekler.

Hemen ardından 300.000 °C’lik bir ısı dalgası yayılacak. Fakat buna ısı dalgası demek facianın boyutunu küçümsemek olur. Bir alev rüzgârı, inanılmaz bir güçle vakanın yaşandığı çok geniş bir alana yayılırken, bizimle beraber ilk 5 kilometredeki binalar, ağaçlar ve hayvanlar anında kül olacak. Mesafe arttıkça hızı saatte 470 km olan alev rüzgârı yavaşlayacak ve saatte 260 km’ye düşecek. Sırasıyla vücudumuzda 1., 2. ve 3. dereceden yanıklar oluşacak. Işığın kör edemediği gözlerimiz ısı ve radyasyon yüzünden kör olacak.

İlk alev rüzgârı geçtikten sonra, emme safhası denen bir basınçla karşılaşacağız. Kazara ayakta kalmış binalar köprüler, insanlar ve hayvanlar bu safhada açığa çıkan basınç nedeniyle yok olacak.

Hala hayatta mısın? Ailen, eşin, çocukların, iş arkadaşların, sınıf arkadaşların, ya onlar? Sakın! Olduğun yerde kal! Telefonuna, televizyona ya da bilgisayara davranman anlamsız. Hiçbiri çalışmayacak. Eğer hala yapmadıysan, ağzını ve burnunu bir mendille ya da kumaş parçasıyla kapat. Bir sığınak bulmak için 30 ila 60 dakikan var. Vücudunun açıkta kalan her yerini kapat ve sığınak aramaya başla!

Bazılarımız bunların hiçbirini yaşamayacak. Belki vakadan haberimiz olacak, belki de olamayacak -Böylesine büyük bir vakayı ne kadar gizleyebilirler bilmiyorum, ama bir yerlerde bunun günlerce, hatta kimilerinin yıllarca gizlenebildiğini okumuştum.

Daha önceden söylediğim gibi. Ne kadar yakınsın bilmiyorum, fakat hala ölmeyecek kadar uzaksan, ölümün seni es geçtiğini düşünme! Yüzlerce kilometreye yayılacak bir nükleer serpinti hepimizi bekliyor olacak. Bu dakikadan sonra aldığımız nefes ve içtiğimiz su bile ölüm kokacak!

Tahliye otobüsleri, koşuşturma, korku, panik, gaz maskeleri… Sonraki birkaç gün böyle geçecek. Radyoaktif serpinti anbean çok geniş bir çembere yayılırken, ilk hissettiğimiz şeylerden biri bulantı ve kusma olacak; sonra yavaş yavaş katarakt, saç kaybı, kan hücresi kaybı gibi belirtilerle karşılaşacağız. En nihayetinde, ölümcül hastalıklar ve vücut deformasyonları başlayacak.

“Tavukların ibikleri, kırmızıdan siyaha dönüşecek”, “Süt hiç ekşimeyecek; kuruyup, bembeyaz bir pudraya dönüşecek”. Her yeri keskin bir iyot kokusu kaplayacak. Ne yazık ki bununla da kalmayacak. Hayatta kalanların çocukları bu vakaya hiç şahit olmasalar dahi, bunun acısını yaşayacaklar. Sakat doğan çocuklar, deforme olmuş bedenler, nesilden nesile aktarılan genetik hastalıklar…

Günün hiç bitmediği, herkesin vızır vızır koşuşturduğu kentler, hayvanların otladığı meralar, köy kahveleri, mesire alanları her şey; her yer büyük bir sessizliğe gömülecek… Yıllar sonra bilimciler, buralarda 900 yıl boyunca tekrar yerleşimin olamayacağını ve radyasyonun hala çok yüksek olduğunu söyleyecekler. Şehirlerin ve köylerin bu terk edilmişliği; bu ıssızlığı, yıllar sonra insanları hüzünlendiren ya da içlerinde bir boşluk duygusu uyandıran bir “facebook albümüne” dönüşecek.

Belki de bir eş, bir anne yıllar sonra yaşadıklarını şöyle anlatacak gelecek nesillere:

“...her şeyden çok sevdiğim insan, onu kendim doğurmuş olsam daha fazla sevemeyeceğim insan gözlerimin önünde bir canavara dönüşerek öldü. Lenf bezlerini aldıkları için dolaşımı bozulmuştu, burnu bir yana kaydı, üç misli büyüdü. Gözleri iki yana bakmaya başladı, içlerinde farklı bir ışık vardı. Daha önce görmediğim ifadeleri görüyordum. Artık burada değildi sanki, yine de gözlerinde bakan birileri vardı. Sonra bir gözü tamamen kapandı. Tek korktuğum şey kendi halini görmesiydi. Sonra benden el işaretleriyle aynayı istemeye başladı. Unutmuş gibi yapar mutfağa kaçardım. İki gün boyunca onu atlatmayı başardım. Üçüncü gün not defterine “Aynayı getir” yazıp sonuna üç ünlem işareti koydu. Fısıldamayı bile başaramadığı için kalemle anlaşıyorduk… Sonunda en küçük aynayı getirdim. Kendine baktı ardından kafasını yatağa vurmaya başladı. Onu avutmaya çalıştım… Sıradan bir kanser değildi bu, Çernobil kanseriydi. Doktorların dediğine göre, tümörler vücudunda metastaz yapsaymış kısa sürede ölürmüş. Oysa yavaş yavaş vücudu boyunca, yukarıya yüzüne doğru ilerlemiş. Yüzünde siyah bir şey oluştu. Çenesi kayboldu, dili dışarı çıktı. Damarları dışarı çıktı, kanamaya başladılar. Boynundan, yanaklarından, kulaklarından, her yerinden… Soğuk su getirip onu ıslak bezlerle sarardım, ama hiçbir faydası olmazdı…”

Vakadan herkes etkilenecek, ama olan yine bizlere olacak. Devlet adamları ve zenginler özel jetlerine atlayıp oradan uzaklaşacaklar. En korunaklı elbiseleri giyip en az kirli olan yemekleri yiyecekler. Ama sen ben ve diğer tüm öteki ezilenler, ölüm için daha kolay lokma olacağız.

Bir keresinde bir yerde okumuştum. Bu tarz vakaların yaşandığı yere ilk gönderilenler robotlarmış. Fakat robotlar bozulunca, evsizler, itfaiyeciler, işçiler gönderilmiş hep buraları temizlemeye.

Bu özel jetleriyle buralardan kaçanlar, halihazırda uzak olan zenginler ve devlet adamları yüzleri hiç kızarmadan kürsülere çıkıp, alçakça konuşmayı sürdürecekler. Belki olağanüstü hâl ilan edecekler. Günah keçileri bulup, onları suçlayacaklar. Evsiz, yersiz, yurtsuz kimsesiz kalan insanlar sokaklara döküldüğündeyse, sanki soludukları zehir yetmiyormuş gibi, bir de onları gaza boğduracaklar.

Bu yaşam düşmanları bir bir televizyona çıkıp, üzüntülerini belirtecekler. “Kader…”, “fıtrat…”, “takdiri ilahi”ler havada uçuşacak... Ve gözlerimizin içine baka baka “kaza” diyecekler. KAZA... Bu bir nükleer KAZA… Ölülerimize bakıp bakıp, can çekişen hastalarımıza bakıp bakıp, KAZA diyecekler. BU BİR NÜKLEER KAZA...!


O günün sabahında ya da ertesi günün sabahında güneşli açık ya da yağmurlu kapalı bir güne uyanabilmek için. Yağan karı ve her yerin bembeyaz olduğunu görebilmek için. Çimenlerin üzerindeki çiy tanesini görebilmek için…

Bu coğrafyanın en güzel sesli çocuklarından birini saçları dökülmüş bir şekilde uğurlamamak için, çocukların, hayatın, arkadaşların, sevgilin ve tanımadığın bir dolu insan için…

Ağaçlar, kuşlar, kediler, köpekler dahası tüm bir yaşam için…

Koşullar ne kadar kötü olursa olsun ertesi gün uyanabilecek gücü sana veren yaşama sevgin için...

Ne Mersin’de Ne Sinop’ta ne de dünyanın herhangi bir yerinde nükleere izin verme, yaşama yapılan bu saldırıya baş eğme!

NOT: Tırnak işareti içine alınmış bölümler Svetlana Aleksiyeviç’in “Bir Nükleer Felaketin Sözlü Tarihi: Çernobil’den Sesler” kitabından alınmıştır.

Özgür Erdoğan

Meydan Gazetesi Sayı 38, Nisan 2017

Paylaşın