Bir sabah, her sabah olduğu gibi, en yakın arkadaşınla kadın kadına koşuya çıkıyorsun. Dönüş yolunda, her sabah uğradığınız kafeye uğruyorsunuz kahve almak için. Her sabah size servis yapan kadın, artık orada çalışmıyor. Her sabah orada olmayan, o sabah olan erkekler spor taytlarınıza kınayarak bakıyor. Kafenin yeni erkek çalışanı sana kötü davranıyor, küfrediyor. Kartını uzatıyorsun ödeme için, “Banka yanıt vermiyor.” diyor erkek görevli. Tekrar deniyorsun, olmuyor. O sabah, içinde yaşadığın Gilead’deki bütün kadınlar aynı cevabı alıyor: “Banka yanıt vermiyor.” Çünkü bir gece önce kadınların banka hesaplarına el konmuş ve kartları iptal edilmiş, bütün maddi varlıkları eşlerine, babalarına ya da aileden bir erkeğe aktarılmış, kadın tamamen erkeğe tabii kılınmış.
Aynı gün içinde, işinden sadece “kadın olduğun” için kovulduğunu öğreniyorsun, artık gece dışarı çıkamayacağını, kılığının kıyafetinin sınırlanacağını. Ve anlıyorsun, başına gelecekler bu kadarla kalmayacak…
“Hiçbir şey anında değişmez. Derece derece ısınan bir küvette farkında olmadan haşlanarak ölürsün.”
Margaret Atwood’un 1981 yılında yazdığı The Handmaid’s Tale – “Damızlık Kızın Öyküsü” adlı distopya romanı, geçtiğimiz aylarda yine aynı isimle diziye uyarlandı. İlk 10 bölümü yayınlanan dizi, biz kadınlara yaşatılan distopyayı anımsatması açısından oldukça beğeni topladı.
Atwood, kadının savaşmak ya da ucuz iş gücü için gerekli insan yavrularını basan bir makine, bir çeşit damızlık bir hayvan olarak algılandığı, aslında öyle ya da böyle içinde yaşadığımız sistemi yazmıştır. Hayvanların damızlık olarak tanımlanması ya da evcilleştirilmesi ile doğduğunu söyleyebileceğimiz bu muamelenin kadınlara yönelik de yükseltildiği, eskiden ABD olan bölgede karanlık ve yakın gelecekte yaşananları yazmıştır.
Özellikle kadınlara yönelik baskılar çeşitli uygulamalarla arttırılır. Yaşamın her alanına müdahale eden yasalar çıkarılır. Başkan öldürülür. Ordu yönetime el koyar. Terör saldırıları gerekçesiyle anayasa askıya alınır. Hükümet farklı bir yapıya evrilir, Gilead (Yakup’un Oğulları) Cumhuriyeti çıkar ortaya. Bunlar farklı günlerde, farklı aylarda, toplumun desteği alınarak sırayla gerçekleştirilir. Sonunda baskı zirveye çıkar. Bu sırada ekolojik yıkım, hastalıklar ve radyasyon sebebiyle dünya kadınlarının doğurganlıkları neredeyse sıfıra yaklaşmıştır. Doğan az sayıdaki çocuğun çoğu ise sakat olduğundan imha edilmektedir.
Başta bahsedilen o gecenin ardından, insan ırkının devamlılığı bahanesiyle, “doğurganlık özelliğini kaybetmeyen kadınlar” bir bir toplanırlar devlet tarafından ve yeni yönetimin komutanlarına damızlık olarak verilirler.
“Yürüyüşler yapıldı elbette, bir alay kadın ve biraz da erkek. Ama sayıları düşünebileceğinizden daha azdı. Sanırım insanlar korkmuştu. Polisin ya da ordunun ya da her kimseler, yürüyüşler daha başlar başlamaz ateş açacağı duyulunca, yürüyüşler durdu.”
Bütün kadınlar kategorilere ayrılmıştır. Toplumun en üst tabakasında olanlar, yani önemli görevlerdeki erkeklerle evli olanlar mavi giyinirler. Yeşil elbiseli olanlar, doğurgan olmayan kadınlardır, ev işleriyle ilgilenirler. Damızlıklar baştan ayağa kırmızı giyinenlerdir, kendilerine ait isimleri bile yoktur. Damızlığa, kölesi olduğu komutanın adı Fred ise “Offred” (Fred’inki), Warren ise Ofwarren (Warren’ınki) diye seslenilir.
Damızlıkları eğiten ve kahverengi giyinen “teyze”ler vardır. Henüz regl olmamış damızlık adayları ise beyaz giyinirler. Eğer bir kadın bu sınıflardan hiç birini beğenmezse kolonilerden birine gidip ağır işlerde çalışmak, kirlenmiş hava ve toprak yüzünden yavaş yavaş “ölebilmek özgürlüğü”ne de sahiptir ya da Jezebel olarak anılan, komutanların yasa dışı partilerinde “seks köleliği yapabilmek şansı”na da sahiptirler. Bu kadınların hepsi “Göz” adı verilen gizli polislerce gözlenirler.
“Özgürlük, başka her şey gibi görecelidir.”
Reagan ve Thatcher’in “Kadınlar eve dönsün, çoluk çocuklarına sahip çıksınlar” dediği dönemde kaleme almıştır Margaret Atwood bu romanı. ABD ve Avrupa’da dini kisve altında güçlenen muhafazakarlığın kadınların kazanımları açısından ne kadar ciddi tehdit oluşturduğunu, bu korkuyu yaratarak göstermek istemiştir. Damızlıkları eğiten korkunç teyzelerden Lydia der ki romanda; “Birden fazla özgürlük çeşidi vardır. Bir şeyler yapma ve bir şeylerden sakınma özgürlüğü. Eskiden, bir şeyler yapma özgürlüğü vardı. Şimdiyse size sakınma özgürlüğü veriliyor. Azımsamayın bunu sakın.” Muhafazakar-tepeden inmeci zihniyetin gün geçtikçe daha fazla kabul görmesi, tutuculuğun güçlenmesi ve özgürlük gibi kavramların içini boşaltılması… Senaryo gittikçe daha da tanıdık geliyor, değil mi?
“Susturulanlar duyulmak için yaygara koparacaklardır.”
Sustukça, kabullendikçe, sessiz kaldıkça, boyun eğdikçe daha da yakınlaştığımız kapkara bir distopyanın habercisi aslında bu roman ve dizi. Eleştirilecek yanı yok mudur, elbette vardır ancak bu yazının konusu değildir.
Günümüzde erkek devletin erkek iktidarlarının dillendirdiği en az 3 çocuk – 5 çocuk söylemleri, kürtaj yasaları, kadınlara doğum izni uygulamaları, kadın katillerine uygulanan tahrik ve iyi hal indirimleri, yasalarla düzenlenen yaşamlarımız; sustukça, kabullendikçe, sessiz kaldıkça, boyun eğdikçe daha da yakınlaştığımız kapkara bir distopyanın ta kendisi!
(Alıntılar Damızlık Kızın Öyküsü’ndendir.)
Mercan Doğan
Meydan Gazetesi Sayı 39, Temmuz 2017