Okuyup beğendiğimiz bir kitabı arkadaşlarımıza da öneririz, beğenmiyorsak da tavsiye etmeyiz. Hiç aklımıza yayınevine gidip bu kitapları imha etmek gelmez. Beğenmediğimiz bir müzik grubunu en fazla dinlemeyiz, prova yaptıkları yere gidip enstrümanlarını parçalamayı düşünmeyiz. Bir tiyatro oyunundan hoşlanmamış olabiliriz, bütün bir festivali yaptırmamayı aklımızın ucuna getirmeyiz. Yani “hayatın olağan akışı”na uygun davranırız.
Oysa, insan ilişkilerinin üzerindeki nesnel bir biçimlenme olarak tarif edebileceğimiz devlette, bu beklenmez. Devlet olağan olarak! bu olağan akışın dışında olarak var eder kendini. Devlet beğenmediği bir kitabı yasaklar, beğenmediği bir heykeli yıkar, beğenmediği gazeteciyi hapse atar. Üstelik bu yaptırımlarını yalnızca kültür-sanat alanında değil, her alanda yapma zorunu elinde tutar.
15 Temmuz bahane edilerek ilan edilen Olağanüstü Hal, devletin bu zor tekelini daha da genişletmesine imkan sağladı. Bir önceki dönemde göstermelik de olsa açık tutulan hukuki sürecin, OHAL’le birlikte ortadan kaldırılması, kültür sanat üreticilerinin, bu engelleme ya da yasaklama kararlarına itiraz ya da hak arama yollarını da bütünüyle kapattı.
Üstelik OHAL’i bir kılıç gibi elinde tutan iktidar, içinde en ufak eleştiri öğesinin bile bulunduğu eserleri yasaklamanın da ötesinde, sokağa bıraktığı fanatik yandaşları tarafından piyano konserlerine satırla saldırı, sergideki eserleri dağıtmak gibi artık dönemin olağan sayılabilecek uygulamalarına başladı.
Kayyumların eliyle birçok kültür sanat merkezi kapatıldı ve çalışanları işlerinden atıldı, birçok festival yasaklandı, gösterim ve etkinlik iptal edildi, biri Roboski anıtı olmak üzere 2 anıt yıkıldı. KHK’larla gazete ve dergiler kapatıldı, yazarları ve çalışanları gözaltına alındı, tutuklandı. 14 yıldır yayınlanan Kürtçe-Türkçe kültür sanat ve politika dergisi Tîroj ve 25 yıldır yayınlanan Evrensel Kültür dergisi 29 Ekim KHK’sıyla kapatıldı. Aralarında pek çok yazar ve sanatçının da olduğu 1128 akademisyen, imzacısı oldukları “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiri yüzünden işlerinden atıldı, açığa alındılar ya da haklarında disiplin işlemi başlatıldı. Akademisyenlerle dayanışma için hazırlanan yeni bildiriye imza atan yüzlerce sinemacı ve tiyatrocuya da soruşturma başlatıldı. Bunların arasında gazetemiz sinema yazarı Gürşat Özdamar da bulunuyor. Ayrıca gazetemizin Sorumlu Yazı İşyerleri Müdürü Hüseyin Civan, gazetede yayınlanan bazı yazılarda “terör örgütünü övme” suçlamasıyla yargılandığı mahkemece 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Özellikle Kürt kurumları, birinci yılını dolduran OHAL’in her zaman hedefinde oldu. Özgür Gündem gazetesi daha OHAL’in ilk ayında kapatıldı. Gazeteyi basan polis karikatürist Doğan Güzel’i darp ederek gözaltına aldı. Bu görüntü, Kürtleri nasıl bir OHAL’in beklediği ile ilgili bir ipucuydu. Gene aynı baskında gazetenin Yayın Danışma Kurulu üyelerinden yazar Aslı Erdoğan ve dilbilimci/yazar Necmiye Alpay “silahlı terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla gözaltına alındı ve hemen tutuklandılar. Haklarında ağırlaştırılmış müebbet hapis istendi.
Camus ve Spinoza “Bölücü Örgüt Üyesi”
Aralarında Mezopotamya Kültür Merkezi, Kürt Yazarlar Derneği, Dicle Fırat Kültür Derneği, Seyr-i Mesel Sanat Atölyesi Derneği ve BEKSAV’ın olduğu kurumlar kapatıldı. Kapatılan Özgür Gazeteciler Cemiyeti Eş Başkanı Nevin Erdemir’in defterine not ettiği Albert Camus ve Baruch Spinoza isimleri iddianamede “bölücü örgüt üyeleri” olarak yer aldı. “Başkaldıran İnsan” kitabının yazarı Camus, iddianamede sözü edilen “bölücü örgüt” kurulmadan çok önce, 1960 yılında hayata gözlerini yummuştu. Spinoza ise, Descartes ve Leibniz ile birlikte 17. yüzyılda yaşamış önemli bir felsefeciydi.
Amed, Batman ve Hakkari’de belediyelere bağlı tiyatrolar dağıtıldı. Amed Tiyatro Festivali, oyunlarını başka kentlerde oynamak durumunda kaldı.
Batman’daki Yılmaz Güney Sineması’nın başına ise gelmeyen kalmadı. Önce belediyeye kayyum atandıktan sonra kapatıldı, bir süre sonra “şüpheli” bir yangınla kullanılamaz duruma geldi, nihayetinde dozerlerle tamamen yıkıldı. Böylece Yılmaz Güney gibi “yerli ve milli” olmayan bir simge silinmiş oldu!
Peki bunun sonucunda ne gördük? Yerli ve milli kültür-sanat!
Yerli ve Milli Kültür-Sanat
Devlet Tiyatroları’nın “milli, manevi duyguları pekiştirmek için hümanist vatan milliyetçisi sanatçılar olarak vatan bütünlüğüne, birliğine katkıda bulunmak amacıyla” yeni sezonunda “Türk” olmayan yazarların oyunlarını sahnelemeyeceğini açıklanmasıyla, “yerli ve milli” kavramı iyice ete kemiğe büründü. Yani artık ne Shakespeare, ne de Çehov “yerli ve milli” olmadıkları için sahnelenemeyecek. Zaten bundan kısa bir süre önce Şehir Tiyatroları’nda da bir kıyım yaşanmış, 6 oyuncu kurumdan uzaklaştırılmış, ardından da “performans düşüklüğü” gibi bahanelerle 20 oyuncu görevden alınmıştı.
İşte bu baskıcı ortamda nitelikli ve eleştirel kültür sanat ürünlerinin artık yapılamaması yüzünden yalnızca suya sabuna dokunmayan ya da doğrudan iktidara övgüler düzen işler yapıldı. 15 Temmuz hikayeleri, OHAL sonrası edebiyatın da, sinemanın da, müziğin de ana eksenine oturdu. Böylece, bir süredir dillendirilen “yerli ve milli” kavramı, bu alanda kendine bir gerçeklik bulmuş oldu.
Sarayın Soytarıları
Bir sarayın, kraldan, imparatordan ya da başkandan daha vazgeçilmezi nedir derseniz, ben soytarısıdır derim. Çünkü koltuk sahibi değişir, biri gelir biri gider ama işini iyi yapan bir soytarı, alkışlamayı, şakşak yapmayı iyi becerebilen bir soytarı, her daim kalıcısıdır sarayın. İsterse bir önceki dediğinin tam zıttı bir şey söylemiş olsun baştaki, soytarı için bu fark etmez, bu yeni sözü de alkışlar.
Mısır’da, Roma’da ya da Osmanlı’da, ister krallık olsun, ister imparatorluk ya da başkanlık, herhangi bir sarayda hep soytarılar bulunmuş, üstelik o soytarının çevresindekiler de bu duruma ses çıkarmamış, hatta onlar da çeşitli çıkarlar uğruna bu şakşaka dahil olmuştur.
Bunlar geçmişte kaldı derseniz yanılırsınız. Günümüzde de saraylar var, üstelik eskinin ihtişamını! hiç de aratmayacak, hatta onlardan daha çok odalı, daha çok masraflı. Elbette sarayın içinde konum almaya çalışan ya da sarayın sözünü hiç sorgulamadan alkışlayacaklar da var. Özellikle de sanatçılar arasında var. Her yazıda, her dizide, her filmde, her tiyatroda, her müzikte onlar var. Üstelik iktidarı övmek ve alkış tutmak karşılığında sarayın sanatçısı olma şansı da verildi kendilerine. Birçoğu yollarından döndü, saraya saptı.
Olsun, dönen dönsün! “Biz dönmeyiz yolumuzdan” diyenler de var. Doğruyu ve gerçeği her zaman dillendirme inat ve kararlığında olanlar. Bu boyalı günler gelir geçer. Akar maskeler. Gün gelir, bir söz yırtar sessizliği, kral çıplak diye haykırır ve dağıtır korku bulutlarını. O zaman ne saray kalır ne de soytarısı. O halde, vazgeçme!
Didem Deniz Erbak
Meydan Gazetesi Sayı 39, Temmuz 2017