Bir yanda, basımı ya da dağıtımı engellenen gazeteler, haklarında soruşturma açılan gazeteciler, “devlet büyükleri”ne hakaret etti iddiasıyla hedef gösterilip işten çıkarılan muhabirler, yayını durdurulan televizyon kanalları, programdan uzaklaştırılan haber spikerleri, paylaşımları yüzünden trollerin saldırısına uğrayan sosyal medya kullanıcıları…
Diğer yanda da, birbirleriyle aynı manşeti kullanan havuz gazeteleri, ziyafet ve davetlerden eksik olmayan yayın yönetmenleri, köşelerinden kan kusan yazarlar, ırkçı ve nefret dolu paylaşımlarıyla gündem oluşturmak için maaşa bağlanmış trol hesaplar...
15 Temmuz’a yaklaşırken medyanın genel hali az çok böyleydi.
Darbe planlı mıydı, kontrollü müydü tartışmaları hiç kesilmiyor; ama şu artık bir gerçek ki, böylesi bir “yetki devri” kimilerince arzulanan bir şeydi. İşte yandaş medyanın 15 Temmuz öncesi bir görevi de bu algının oluşmasını sağlamaktı. 15 Temmuz’un sonuçlarına bakılırsa, bunu ne kadar iyi yerine getirdiğini görmek mümkün.
Yandaş medyaya OHAL’den sonra verilen görevse, gün geçtikçe şiddetini artıran devlet zulmünün ve toplumun özellikle ezilen ve muhalif kesimine yansıyan adaletsizliklerin üzerini örtmek için sayfalarını ya da ekranını seferber etmek oldu. Gerçekten de seferber edildiler, çünkü artık her haber “darbecilere” karşı tam bir askeri zafer kazanılmış edasıyla sunuluyor, her bir sözcük kendinden olmayanı nefret ve düşmanlıkla linç ediyordu.
Bu kadarla da sınırlı değil. Gündemi yandaş medyadan takip edenlerin, ekonomik başarılar içinde yüzüldüğü, 1000 odalı sarayı kıskananların olduğu, ABD’ye ve Rusya’ya posta konulduğu, Fırat Kalkanı ile Suriye’nin ta ortalarına kadar ilerlendiği yanılsamasına kapılmış olmaları kuvvetle muhtemel! Zaten medyanın muhalifleri susturmaktan daha çok başarılı olduğu yer de burası; gerçeği tahrif ederek hiç de azımsanmayacak bir kesimi “resmi haber”lere inandırmak.
OHAL’in “başarılı” bir biçimde uygulanmasında doğrudan tetikçilik yapan yandaş medya kadar, doğrudan siyasi baskıyla muhalefet edemez, farklı bir yorum getiremez hale sokulmuş medya organlarının da payı var kuşkusuz. Oysa çok değil, daha bir önceki seçimde “OHAL kalktı, oyum AKP’ye” propagandası bu gazetelerin sayfalarını, televizyonların ekranlarını dolduruyordu. Şimdi ise OHAL’in ne kadar da zorunlu olduğu yineleniyor her an.
OHAL koşullarında referandum
Yandaş medya, geçtiğimiz referandumda da, kamuoyunu belirleme konusunda kendinden beklendiği gibi davrandı ve yayınlarını “evet” propagandasına çevirdi. Hemen her kanalda yer alan açık oturumlarda cevabı önceden belli sorularla zihinler bulandırıldı, oy vermeye işte bu tek kale maça dönen şovların etkisinde gidildi. Sonuçlar malum.
Özellikle bu dönemde medya patronları ve yayın yönetmenleri ile yapılan kahvaltılı toplantılar, aslında medyanın hareketlerini kontrol etmesine yönelik bir dizi talimat vermenin bir aracı oldu. Böylelikle yandaş medyada ne hayırcılara yönelik saldırılara yer verildi, ne de diğer OHAL baskılarına. Mecliste grubu bulunan HDP’nin grup toplantıları bile yayınlanmadı. HDP’liler çare olarak cep telefonu ile yayın yapma yöntemine gittiler.
OHAL adı altında topluma karşı bir savaş yürütülüyor
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesiyken KHK’yla ihraç edilen Funda Başaran, Sokak Akademisi’nde verdiği “OHAL’de Medya” dersinde, işte bu gidişe “topluma karşı savaş” diyor, ‘OHAL adı altında topluma karşı bir savaş yürütülüyor’. Peki, bu nasıl bir savaş? Funda Başaran devam ediyor: “İktidarın kendi çıkarlarını sürdürmesi üzerine kurulu bir savaş. Üstelik AKP’nin iktidara geldiği ilk günden itibaren medyayı kendine ilişkilendirmesinin bir sonucu olarak ve yasaklar, baskılar, sansür ve değişen sahiplik ilişkileri ile oluşturulan ortamda, bugün medya gerçek bir savaş aracına dönüşmüştür.”
OHAL medya havuzunu büyüttü
OHAL’le birlikte ardı ardına açıklanan KHK’larla kapatılan gazete ve tv’ler, yandaş medya patronlarının eline geçti. Daha önce Gülenci şirket ya da vakıflara ait olan bu kuruluşlar, çok küçük bedeller karşılığında, yandaşlıkta kusur etmeyen iş çevrelerine devredildiler. Böylece havuz medyası büyüdükçe büyüdü. Bu devirler sonrası ya çalışanların yeni yönetime biat etmesi istendi ya da topluca işten çıkarmalar yapıldı. Son bir yılda medya kuruluşlarından çıkarılanların toplam sayısı, KHK’larla doğrudan açığa alınan medya çalışanlarıyla beraber 10 bini aşıyor.
Sosyal Troller
Darbe gecesi Tayyip Erdoğan’la yapılan ve canlı yayınlanan görüntülü telefon görüşmesinin, hiç bir plandan haberi olmayan insanları sokağa çıkarmak için yetmiş de artmıştı. Ama darbe taşları yerlerine oturup bir de OHAL ilan edilince, sosyal medya da yasaklama ve engellemeyle karşı karşıya kaldı. Üstüne, trol hesaplardan yayılan yalan bilgilerle sosyal medya da devletin propaganda alanı haline geldi. Özellikle Reina saldırısı öncesi ve sonrası IŞİD’i öven sosyal medya paylaşımlarının serbest olması dikkat çekiciydi. Burada yapılan hedef göstermeler mahkemelerde delil olarak kabul edilip gözaltı ve tutuklanma gerekçesi yapıldı.
Kürtler için her gün OHAL
Yazılı ve görsel medyada az da olsa gerçeği dillendirme çabaları, yine AKP’ye bağlı yargının hakimlerince daha başından engellenmeye çalışıldı. TCK kapsamında “örgüt”, “terör” veya “devlet büyüklerine hakaret” bahaneleriyle haklarında dava açılan gazeteci sayısında artış yaşandı. Rakamla vermek gerekirse, OHAL sonrası soruşturmalar ve davalar sonucu 778 gazetecinin basın kartı, 46 gazetecinin pasaportu iptal edildi; 3 gazeteci “devletin güvenliğine ilişkin belge yayınlamak”tan 12 yıl 6 ay; 2’si “örgüt üyeliği”nden 55 yıl hapse mahkum edildi. 2016 sonu itibariyle 73 gazeteci (38’i Özgür Gündem dayanışmasından) toplam 547 yıl 6 ay hapis istemiyle yargılanıyordu.
Geçtiğimiz Ocak ayında, Ankara’da yapılan Uluslararası Hukuk Konferansı’nda bir konuşma yapan DİHA editörlerinden Kenan Kırkaya, Sur, Cizre ve Nusaybin’deki katliamlara hep birlikte karşı çıkılabilseydi, OHAL’in batıdaki etkileri bu kadar şiddetli olmayabileceğini ifade etti. Bunu söylerken pek de haksız değil. Kısacası, Kürt olmak hele de Kürt bir gazeteci olmak bu topraklarda hiç de kolay olmadı. 30 yıldır geleneğini sürdüren Kürt basını ve Kürtler için her gün OHAL’di desek yanlış olmaz.
Ağıta da tahammül yok!
Hepsi bununla da kalmıyor. Geçtiğimiz aylarda yayınlanan bir KHK’yla televizyon yayınlarına yeni bir OHAL tehditi getirildi. Bu kararnamedeki “terörün amaçlarına hizmet edecek sonuçlar doğuracak yayın” ifadeleri ile yeni bir suç daha yaratıldı. Bu yasağa uymayan televizyonlar kapatılacak. Bu KHK’ya göre, oğlunu ya da eşini kaybetmiş annelerin ağıtları ya da iktidarı eleştiren feryatları televizyonlardan yayımlanamayacak.
Devlet hep ölümden, acıdan, katliamdan yana. Medyası da öyle. İktidar, kendi isteği dışında bir sesin çıkıp ezberleri bozmasını istemiyor. Elinde tuttuğu onca medya desteğine rağmen bir ananın feryadına bile tahammül gösteremiyor. Onu bu feryatların yıkacağını biliyor ve korkusu da, OHAL’i de bundan.
Nedim Ciran
Meydan Gazetesi Sayı 39, Temmuz 2017