“Evlilik Devlet’i ve Kilise’yi her yönüyle besleyen bir kurumdur; hayatın insanları geliştirip incelten bir alanda tuzağa düşürmek için, hem Devlet’in hem de Kilise’nin eski çağlardan beri hiç bıkmadan peşinde kovaladığı bir av olmuştur. Aşk, ezelden beri insan ilişkilerinin en güçlü faktörüdür; aşk, insan eliyle yapılan her türlü yasadan üstün gelmiş ve kiliseyle ahlakın dayattığı demir parmaklıkları her çağda kırıp atmıştır.” - Emma Goldman
Evliliğin Tarihsel Gelişimi
Kadın ve erkek yüzyıllardır birbirini tamamlayan iki unsur olarak anlatılır. Çağlar boyunca kimi zamanlarda değişkenlik gösteren cinsiyet rollerine rağmen kadın ve erkek hep bir aradadır. İlkel topluluklarda avcılıkla uğraşan erkek ve toplayıcılık yapan kadın, yaşamın sürdürülmesinde zorunlu bir ilişki halindedir. Bu zorunlu ilişki aynı zamanda ruhsal ve bedensel birleşmelerle soyun devamlılığını sağlamak için sürdürülmüştür. İlkel toplumlardan günümüze farklılık gösteren bir çok ritüel, tören, seremoni ile kadın ve erkek birbirine bağlanmıştır. Günümüzdeki anlatımıyla evliliğin tarih, antropoloji, ve sosyoloji gibi alanlarda ne zaman ortaya çıktığına ilişkin tartışmalarsa uzun yıllardır incelenmektedir.
İlkel toplulukların yerleşik yaşama geçişiyle, devletsi yapılar beraberinde mülkiyet ilişkisini getirmiş ve hiyerarşik ilişki biçimleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Toplumsal ilişkilerin değişmesine neden olan yerleşik yaşam, kadın ve erkek arasındaki toplumsal roller üzerinden başka bir hiyerarşiyi de açığa çıkarmıştır: Erkeğin üstün konumda bulunduğu bir hiyerarşi. “Yabanıl toplumlarda toplumsal ve cinsel ilişkilerin, ortaklaşa üretim ve ortak mülkiyet uygulaması sonucu eşitlikçi bir nitelik gösterdiği görülür. Bu özellikler özel mülkiyete ve sınıf ayrımına dayanan çağdaş toplum anlayışına ters düşmekteydi. Demek ki kadınlara onurlu bir yer veren anasoylu klan dizgesi, her iki cins insanında eşitlik içinde yaşadığı, baskı ya da cins ayrıcalığı görmediği bir ortaklaşmacı (kolektivist) düzendi.” (Evelyn Redd, Kadının Evrimi)
Yerleşik yaşamda çeşitli madenlerin bulunmasıyla da birlikte, avcı olan erkek, diğer avcı olan erkeklerle yarışmaya başlamıştır. Bedensel gücü ve avlanmak için kullandığı silahlar bir başka erkeğe veya bir başka kabileye yönelmeye başladıkça; gücün belirlediği iktidar ve iktidarlı ilişki biçimleri açığa çıkmaya başlamıştır. Kadın ise, gezer-göçer oldukları dönemde daha fazla söze sahipken, yerleşik yaşamla beraber ev ve evin çevresindeki işlere hapsedilmiştir. Kadın ve erkeğin biyolojik farklılıklarından dolayı olduğu iddia edilen iş bölümüyle kadının eve kapatılması, özel alanın içinde tanımlanmasına neden olmuştur. Özel alanda var olan özne olarak kadın ve kadının erkek ile kurduğu yine iş bölümüne dayanan ilişki biçiminde, toplumsal cinsiyet rolleri oluşmaya ve zaman içerisinde belirginleşmeye başlamıştır. Toplumsal cinsiyet, kadın ve erkekte biyolojik olarak bulunan farklılıkların dışında, yaşamsal olarak bulunan farklılıklar ve bu farklılıklar sonucu kadın ve erkeğe yüklenen rollerdir. Bu farklılıkların nasıl ortaya çıktığı ve biyolojik farklılıklarla ilişkisi olup olmadığı yine bir tartışma konusudur. Toplumsal cinsiyet, adı üzerinde toplum ve dolayısıyla kültür tarafından belirlenir. Her toplum ve kültürün özelinde değişkenlik gösterir ve bu özellikler dahilinde belirlenir. Ancak ataerkinin var olduğu tüm toplumlarda koşulsuz olarak bulunur.
Ataerkiyle birlikte kadın ve erkek, bir bütünü oluşturan ilişki biçimini değil de erkeğin kadından üstün olduğu bir ilişki biçimini sürdürür. Ataerkillik, her şeyden önce hiyerarşik bir ilişkidir ve hiyerarşi olmadan kendini var edemez. Babanın iktidarı, onun bir adım gerisinde olan oğul tarafından sürdürülmek durumundadır. İşte bu noktada devreye giren “erkeğin soyunun devam etmesi”, zorunlu hale gelir.
Soyun Devamı ve Namus Olgusu
Soyun devamı kaygısının bir sonucu olarak kadının tek eşliliği şartı konulmuştur. Soyun devamını sağlayan yegane varlığın erkek olduğu düşünüldüğünden, bu durumda kadın sadece bir araç olmuş ve varlığı doğurganlığa bağlanmıştır. Kadının bedeninin doğurganlığa bağlanmasıyla birlikte, kadın bedeni bütünüyle cinsellikle dolup taşan bir beden olarak tanımlanmış, nitelenmiş ve saf dışı bırakılmıştır. Bu beden, kendisine içkin patolojinin etkisiyle tıbbi uygulamalar alanıyla bütünleştirilmiştir. Düzenli doğurganlığı sağlamak zorunda olduğu toplumsal bünye esas ve işlevsel öğesi olmak zorunda kaldığı aile düzlemi ve ürettiği biyolojik-ahlaksal bir sorumluluk çerçevesinde eğitimi boyunca güvence vermek zorunda olduğu çocukların yaşamıyla organik bir ilişkiye sokulmuştur. (Foucault, Cinselliğin Tarihi)
Kadının eve kapatılması ve doğurganlıkla eş değer tanımlanması, zaman içerisinde bunun bir mülkiyet ilişkisi olmasını da garantilemiştir. Bu mülkiyet ilişkisi, toplumsal cinsiyet rollerine dayandırılarak “namus” kavramının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Erkeğe ait olan ve korunması gereken kadın tanımı, kadının toplumsal ilişkilerdeki hal ve hareketlerini de kapsayan “kadının namusu” denilen kavramı yaratmıştır.
Aile ve Evlilik
Tüm bu belirlenimlerin bize gösterdiği, kurum olarak evlilikten önce, kurum olarak ailenin varlığıdır. Ailenin kurumsallaşması, toplumun merkezi devlet yapılanmalarına doğru evrildiğinin bir göstergesi olarak gerçekleşmiştir. Devletler, yaşamın tamamına nüfuz edebilmek için aile kurumunun belirleyicisi olmuştur.
Tarihte somut olarak “dini bir ritüel” biçiminde karşımıza çıkan evlilik, kurumsallaşmış dinler öncesinde, insanların “Tanrılar onları kutsasın” diye yaptıkları bir törendi. Anadolu’da, Mezopotamya’da ve Antik Yunan’da evlilik törenleri birbirinden farklı özellikler gösterse de, temelde Tanrının bir ödülü olarak düşünülüyordu. Örneğin Antik Yunan’da -bugünkü Batı toplumlarının temelini oluşturur- genellikle 15 yaşından itibaren evlendirilen kız çocukları 3 gün süren bir şölenle evlendirilir, tanrıya çeşitli adaklar adanır veya “kurban” kesilirdi. Evlilik, aile olabilmenin en kutsal adımı olmuş ve yerine getirmek Tanrılara karşı bir sorumluluk ve zorunluluk haline gelmişti. Ancak bu evliliği kutsal kılan tabi ki erkekti. Meşru evlilikten doğan meşru çocuklar babanın soyunun devamı olmakla birlikte, babanın iktidarının da devamıydı. Erkeğin iktidarı böylelikle süreklileşecekti. Erkeğin kutsal addedilen soyunun bozulması kaygısı, kadının üzerinde aşırı sahiplenme (mülkiyetçilik) ve kıskançlık olarak kendisini var etti. Önce kendi babasına, sonra evlendiği erkeğe bağımlı kılınan kadın, ailenin bir parçası olmaktan ziyade iktidar tarafından ezilen bir kimliğe büründürüldü.
Kadının toplumsal yaşantıdaki yeri sadece çocuk doğurmak, yetiştirmek -o da erkeğin onay verdiği şekilde- ve evin çekip çevrilmesini sağlamakla sınırlı kaldı. Tabi ki bu dönemlerde de toplumsal cinsiyet rollerini, aileyi, evliliği reddeden kadınlar olmuştur. Bunların bir kısmı birer efsane gibi hafızalarımızda bulunsa da, hem yazılı kaynak olmamasından hem de erkeğin gerçekleri çarpıtmasından dolayı, elimizde çok az belge bulunmaktadır.
Kurumsallaşmış Din ve Evlilik
Kurumsallaşmış dinlerin ortaya çıkışıyla birlikte, kadının toplumdaki pozisyonu giderek erimiş; zaten mevcut olan kurallar, yasaklar ve baskı bu sefer “semavi” olduğu iddia edilen dinler tarafından uygulanmaya başlamıştır. Babanın üstün gücüyle elde ettiği iktidar, Hristiyanlık tarafından desteklenmiştir. İktidar, iktidarını “oğullarına” devretmiştir. Oğulların çoğalması, bir sürünün çoğalması gibidir, çoğalma çiftçi için nasıl önemliyse oğullar için de o kadar önemlidir. (İncil, Markos) Tanrı, insanlara bunu öğütlemiştir. Batı toplumlarında Roma İmparatorluğu ile başlayan -adaleti ve eşitliği getireceği iddia edilen- Hristiyanlık, pek çok farklı devlete savaşlarla, asimilasyonla ve çeşitli kültürel etkileşimlerle yayılmıştır.
Evlilikle ilgili olarak tek eşlilik kuralını getiren kilise, kadın ve erkek arasındaki toplumsal farkları daha da belirginleştirmiştir. Erkeğin birden fazla kadınla birlikte olması kutsal kitap tarafından yasaklanmıştır. Ancak erkek başka bir kadınla birlikte olduğunda rahibe gidip günah çıkararak günahlarından arındırılmış olur. Kadın ise dince yasaklanan benzer bir suçu işlediğinde dinden aforoz edilir. Bu, aynı zamanda toplumdan da aforoz edilme anlamını taşır. Sadece aforozla yetinilmediğinde, kadın çoğunlukla “cadı” veya “büyücü” yaftalamasıyla idam edilir. Boşanmak ise yasaktır. Ama kadın bir günah işlediyse, erkeğin kadını dilediği gibi boşayabilme ve başka bir kadınla evlenebilme hakkı vardır.
Din ve devlet ittifakının doruk noktasına ulaştığı 9. yüzyılda zaten eğitimli olan rahipler, nikah kıyma yetkisini edindiler. O dönemde kiliseler her yerdedir, bu yüzden nikah kıyacak olanlar -Tanrı izin verdiği sürece- rahipler olacaktır. Zaman içerisinde nikahlar sayesinde büyük bir zenginleşme yaşayan Kilise, akraba evliliklerini yasaklamıştır. Kadının miras hakkı zaten olmadığından, bölünerek miras kalan küçük arazi ve tarlalardan elde ettiği gelirle daha da zenginleşmiştir. Devletin karşısında daha güçlü bir konuma ulaşan Kilise’nin toplum üzerindeki etkisi arttıkça devletle çatışmalar yaşamaya başlamıştır. Toplumsal ve siyasal yaşamın düzenleyicisi artık Kilise’dir. Devletle Kilise arasındaki ittifak zamanla bozulmuş, bu bozulma büyük bir kırılma noktası yaratarak 18. yüzyılda Kilise Reformu’nu beraberinde getirmiştir. Böylelikle evlilik ve aile tekrar devletin denetimine geçmiştir. Ancak Kilise’de nikah kıyma geleneği günümüzde bile devam etmektedir.
İslamiyet’in kurumsallaşması Hristiyanlığa oranla daha farklı seyretse de, ortaya çıktığı coğrafyada kadının siyasal ve toplumsal hiçbir konumu bulunmamaktadır. İslamiyet bu kültürün devamına hatta perçinlenmesine neden olmuştur. Bugün bile İslam Hukuku’nca yönetilen devletlerde tartışılan, “kadınlara araba kullanma hakkının verilmesi”dir.
“Her kim ki bir kız çocuk doğduğunu görürse, üzüntüden yüzü simsiyah kesilir.” (Kuran, Nahl Suresi) İslamiyet’in kadına bakış açısı bu ayetle gayet iyi özetlenmektedir. İslam toplumlarında kadın, sosyal ve siyasal anlamda yaşamın hiçbir yerinde bulunmayan, çoğunlukla satın alınan, yalnızca erkekle var olabilecek bir nesnedir. Kadının eve kapatılması dışında fiziksel olarak da kapatılmasını “emreden” Kuran, yine kadına yönelik birçok şey öğütler. Kadın ve kadın bedeni, korunulması, kapatılması gereken ve sadece tabi olduğu iktidarın yanında sergilenebilecek bir nesne olarak var olabilir.
İslam’da evlilik, imamın yetkisindedir ve “bir erkeğin en fazla 4 kadın alabilmesi şartı” konulmuştur. Ancak erkek tek seferlik cinsel ilişki yaşayabilmesi adına gerçekleştirdiği muta nikahı(1) sayesinde dilediği kadar kadınla cinsel birliktelik yaşayabilir, sonrasında ise rahatlıkla boşanabilir. Bu İslam Hukuku’nca yaratılmış bir olgudur. Ancak kadın evli olduğu erkeğe karşı gelmesi, “kadınlık görevini” yerine getirmemesi, başka bir erkekle cinsel ilişki yaşaması durumunda erkek tarafından hemen sözlü olarak beyanla terk edilir; kadının ve evli olduğu erkeğin akrabaları tarafından veya evli olduğu erkek tarafından genellikle recm(2) edilerek öldürülür. İslamiyette boşanma yetkisi erkektedir, kadın çok nadir istisnalar dışında erkeği boşayamaz. Boşanma, erkeğin sözlü olarak beyanıyla gerçekleşir.
Yahudilik’te ise durum biraz farklıdır. MÖ iki binli yıllara dayandırılan Yahudilik, tek bir halka (İsrailoğulları) gelme özelliğini korumakla birlikte, bu dine dahil olan herkesin bu halka da dahil olması şartıyla varlığını sürdürmüştür. Anaerkil olduğu iddia edilen kutsal kitabı Tevrat’ta tek eşlilik esastır, ancak bu kural sadece kadın için geçerlidir. Erkeğin birden fazla cariye alabilmesi normal kabul edilir. Ancak evliliği gerçekleştirme yetkisi bulunan kişi, evleneceği kişiyi seçme yetkisi diğer kurumsallaşmış dinlerden farklı olarak kadına verilmiştir. Yahudiliğin diğer kurumsallaşmış dinlerden daha eski olduğunu düşünürsek, kadının toplumda biraz daha önemli bir konumda bulunduğu zamanlarda ortaya çıkmıştır. Bunun dine yansıması olarak, kadının dinde belirlenen pozisyonunda farklılık olduğu yorumu yapılabilir.
Dinin topluma -kapitalizm ve modern devletlerin varlığıyla birlikte- etkisi bazı değişikliklere uğrasa da, iktidarlar toplumun kontrolünü sağlamlaştırdığı aile ve aileyi oluşturmak için yaratılan evlilik özelliklerini korumaya devam etmiştir. Her ne kadar Batı -modern- toplumlarında kadın ve erkek arasındaki farklılıkların azaldığı iddia edilse de, evliliğin varlığının kadın üzerinde bir otorite olduğu, kadının devletin ve dinin sürdürülebilmesi için kurulan bu kurumun parçası olmak zorunda olduğu gerçeğini değiştirmez. Doğu ve Batı toplumlarında farklı özelliklerde olsa da, pek çok toplumda dinin kadın üzerinde yarattığı büyük baskı, kurumsallaşmış dinlerin ortaya çıkışında olduğu gibi sürmektedir.
Evlilik bir mülkiyet midir? Ve bu mülkiyet aile içinde nasıl devam eder?
Evlilik, iki insanın birbirini severek beraber yaşamasının dışında, bir mülkiyet ilişkisidir. Her iki taraf için de bir mülkiyet ilişkisi olsa da, genellikle mülk edinilen özne kadın olmaktadır. Mülkiyet ilişkisi sosyal olduğu kadar ekonomik bir bağlayıcılıktır. Kadının tüm davranışlarını belirleyen ve kontrol eden erkek olurken, evlilik ile birlikte yapılmış olan ekonomik sözleşme kadının lehine gibi görünür. Ekonomik yaşantısını erkeğe bağlamak zorunda kalan kadının, boşanma durumunda alacağı tazminat bir kazanım olarak görülse de, bu kadın ve erkek arasındaki mülkiyet ilişkisinin devamını, aynı zamanda algısal olarak kadının erkeğe bağımlı olmasının devamını sağlar. Bu mülkiyet ilişkisini topyekün reddetmek, aynı zamanda kadın ve erkeğin arasında iktidarlar tarafından oluşturulan hiyerarşik ilişki biçimini de reddetmek ve ortadan kaldırmak anlamına gelecektir.
Eşitlik ama hangi anlamda?
Evlilik ile ilgili olarak uzun zamandır tartışılan kadın ve erkeğin -genellikle ekonomik olarak- toplumun her alanında olduğu gibi evlilik rollerinde de eşit olabilmesiydi. Kadın ve erkek eşitliği, erkeğin kapitalizm ve devlet içerisinde aldığı pozisyonda kadının da var olabilmesi savunusudur. Eğitim, ekonomi, siyaset gibi alanlarda erkeğin pozisyonunda olabilmek, aynı zamanda erkeğin iktidarına ortak olabilmektir. Yaşadığımız sistemdeki eşitlik isteği, erkekle aynı konumda bulunabilmek isteğidir. Erkek egemen bir sistemde erkekle eşitlenerek erk olmak, özgür olduğunu sanmaktan başka bir şey değildir.
Bu Coğrafyada Evlilik
Evlilik, her toplumun kendi toplumsal gerçekliğinde ve değer yargılarında değerlendirilmesi gereken bir kavramdır. Dinin etkisinin yoğun olduğu bu coğrafyada evliliği değerlendirmek, toplumun özelliklerini değerlendirmeye de denk düşecektir.
Giderek sadece biçimsel değil, algısal olarak da muhafazakarlaşan/muhafazakarlaştırılan toplumumuzda namus denilen kavram yüzyıllardır önemini korumaktadır. Başlık parası, berdel, töre, töre cinayetleri, küçük yaşta zorla evlendirilmeler, tecavüzcüsüyle evlendirilmeler bu coğrafyanın gerçekliğidir. Her gün taciz, tecavüz ve kadın katliamının yaşandığı coğrafyamızda kadın üzerinden tartışılan bir başka konu ise şimdilerde “müftülere nikah kıyma yetkisi veren yasa” oldu. İktidarın bu yasayla belli bir amacı temsil etmesiyle birlikte, iktidarların tarih boyunca kadınlara yöneldiğini göz önünde bulundurursak, bu durum şaşırtıcı olmamalıdır.
Hukuk içerisinde hak mücadelesi mi, adalet için özgürlük mücadelesi mi?
Evlilik gündemi bu coğrafyada yalnızca şimdiye ait bir gündem değil. Daha önce, 2000’li yılların başında, imam nikahının kaldırılması için mücadele eden kadınlar, kadınların “resmi” evlilik sayesinde çeşitli kazanımlarının olduğunu savunmuş ve bu konuyla ilgili Medeni Kanun’da düzenlemeler yapılması gerektiğini önermiştir. Benzer şekilde, yeni yasa ile müftülere nikah kıyma yetkisinin geçersiz olduğunu söyleyenler, AİHM’ye başvuru yaptılar.
Devletin koyduğu yasalar çerçevesinde toplumdaki her insan için olduğu gibi, toplumda ezilen pozisyonunda olan kadınlar için de yasalar bulunmaktadır. Bu yasalardan yararlanmak ve “meşru haklar” çerçevesinde meşru hakları elde edebilmek için sadece hak mücadelesi vermek, tek çözüm olamaz. Devletin yasalarıyla oluşturulan hukuk içerisinde hak elde etmek üzerinden kurulu bir mücadeleyi tek başına yürütmek, bir kazanım olmadığı gibi; bu yasaları yaratanların ve erkek devletin meşruluğunu sağlamaktadır. Anarşist Emma Goldman’ın mücadelesi, hak mücadelesi dışında bir mücadele hattı yürütebilmenin en iyi örneklerindendir. Kürtajın yasallaşması ve doğum kontrolü için uzun yıllar mücadele veren Goldman, ezilmişliğin kökeni olarak gördüğü ataerkinin ortadan kaldırılmasına yönelik bütünlüklü bir mücadele hattı yürüterek hem devlete hem de kapitalizme karşı örgütlenmenin gerekliliğini savunmuştur.
Bugün tartışılan yasada, yasanın yürürlükten kaldırılması için “yasal” kampanyalar yürütmek dışında, bu ve benzer yasaları koyanları ortadan kaldırmaya yönelik mücadele vermek de bir gerekliliktir.
Özgürlük mücadelesi varoluşu tehdit eden tüm unsurlara karşı girişilmiş bir hayatta kalabilme mücadelesidir. Dünyanın hemen her yerinde kadının hayatta kalabilmesi kendisine karşı olan ataerki, devlet, din ve kadına karşı olan toplumsal değer yargılarıyla mücadele etmesine bağlıdır ve mücadele sadece kendisi için değil tüm kadınlar için de olmalıdır.
1) İslam’da para karşılığında bir erkek ve kadının sözlü beyanına dayanarak imam tarafından gerçekleştirilen geçici nikah.
2) Taşlamak anlamındadır ve İslam Hukukunca “zina” yapan kadın veya erkek taşlanarak öldürülmesidir.
Ece Uzun
Meydan Gazetesi Sayı 41, Kasım 2017