Kapitalist ideologların iddialarının tersine, insanlar her zaman, tek başlarına kalsalar da güçlü olana boyun eğmeyecek “irrasyonellikte” ama örgütlenerek zorbaları başından atacak kadar da “rasyonelllikte” olacak.
Kapitalizmin krizi derinleştikçe ona dair söylenmiş “parlak” teoriler yalnızca tartışılmakla kalmıyor, bugüne dek vazgeçilmez addedilen varsayımların temel taşları da birer birer yerlerinden oynuyor. Çıkarını bu ideolojide bulanlara da bu sistemin açıklarını yamamak, can çekişen kapitalizme soluk aldırmaya çalışmak kalıyor.
Ekonomi alanında verilen Nobel’in bu yıl “Davranışsal Ekonomi” olarak tabir edilen bir çalışmaya gitmesi de, Adam Smith’ten beri insanın rasyonel olması teorisi üzerine kendisini var eden “ekonomi bilimi”ni ve dolayısıyla kapitalizmi kurtarmaya yönelik hamlelerden birisi.
Yazdıklarıyla kapitalizmin insan ve doğa üzerindeki tahakkümünü meşrulaştıran Adam Smith, ezen ve ezilen ayrımını da “toplumların gelişmesi için olmazsa olmaz” gibi gösteriyordu. Ona göre ekonomik gelişimin en temel koşulu sermaye birikimiydi ve yine kendince “ileri” diye tanımladığı toplumlarda “homo economicus” denen birey kendisini işe vererek hem kendini hem de içinde bulunduğu toplumu zenginleştirecekti. Adam Smith’e göre bu kolaydı çünkü ona göre insanlar rasyoneldi, akılcıydı, öyleyse önce kendi çıkarlarını düşünürlerdi.
Kapitalistler, yıllar boyunca Adam Smith’in bu ön kabullerini esas aldılar. Kar için her şeyin mübah sayıldığı bu ortamda, tek amaç kolay paraya kavuşmak, köşeyi dönmekti. Bunun için kimsenin gözünün yaşına bakmadılar, zirvede olmak uğruna ezebildiklerini ezip geçtiler. Sonuçta ne mi oldu: İnsanların bir kısmı gerçekten de zenginleştiler ama içmek için bir damla su bile bulamayanların sayısı milyonları aştı.
Her şey “kitabına uygun” ilerliyordu ama patronlar “kriz”lerden de bir türlü kurtulamıyordu! Formül doğruysa, bir yerlerde bir yanlışlık yapıyor olmalıydılar!
Aslında bu “yanlışlık” başından beri hep vardı. Bilimsel olmak adına insanı yalnızca akılla tanımlamak, sosyolojik ve psikolojik etmenleri göz ardı etmek tam da o dönemin ruhuna uygundu. İnsan akılcı olsa kapitalizm ne de güzel sürüp gidecekti!
Richard H. Thaler, aslında ta başından beri var olan “yanlışlık”la ilgili çalışmalar yaptı ve kapitalistlere bundan kurtulma imkanı sunan “Davranışsal Ekonomi” hizmeti sayesinde Nobel ile ödüllendirildi.
Thaler, Smith’in aksine, insanların belli kararları alırken her durumda rasyonel yani “akılcı” davranışlar sergilemediklerini, kararlarının o anki duygu durumlarına, psikolojilerine, sosyal etkileşimlerine ve hatta o anki hava durumuna bağlı olarak bile değişkenlik gösterebildiğini söylüyor. Yani insanı irrasyonel olarak niteliyor. Ekonomi politikalarının da bu faktörler dikkate alınarak yeniden oluşturulması gerektiğini savunuyor. Üstelik yalnızca şirket politikaları değil, devletlerin ekonomi politikaları da bu kapsama giriyor. Belki bu durum, sürekli temel gereksinimlere yüksek oranlarda zam yapan bir hükümetin nasıl ardarda seçim kazandığını açıklamaya da yarayabilir.
Davranışsal Ekonomi düşüncesi, satışları (ve dolayısıyla karları) neden bir türlü yükselmiyor diye üzülen kapitalistlerin ve bize ihtiyacımız olmayan mal ve hizmetler satmakta zorlanan reklamcıların imdadına yetişmiş gibi görünüyor. Daha şimdiden bu yeni duruma uygun satış ve pazarlama taktikleri geliştirildiğini söyleyebiliriz. Adam Smith yanılmış olsa da kapitalistlerin kapitalizmden vazgeçmeyecekleri aşikar.
Thaler, irrasyonel bulduğu insanları tüketime sevk etmek için yeni yöntemler de sıralıyor. Örneğin çalışanların türlü kampanyalara rağmen bireysel emeklilik sistemine yönelmemesine çözüm olarak, her çalışanı otomatik olarak BES sistemine dahil etmeyi öneriyor. Ayrıca bu sisteme ek olarak SMart adını verdiği “yarın için daha fazla biriktir” mottosuyla yeni bir plandan söz ediyor. Bu planda çalışanın önümüzdeki yıllarda maaşındaki olası artışın yarısınında BES sistemine -zorunlu olarak- dahil edilmesi öngörülüyor. Yani bu düşünceye göre birey, rasyonel karar verip kendini düşünmediğinden onu doğrudan özel emeklilik sistemine dahil etmek “daha karlı” olacaktır!
Oysa Thailer de yanılıyor, Smith’in de yanıldığı gibi. Emeğini satmayacak, emeği üzerinden tahakküm kurmayacak, elindekini ihtiyacı olanla paylaşacak, belli bir karşılık beklemeden bir diğeriyle dayanışacak insanlar hep vardı ve gelecekte de var olmayı sürdürecek. Üstelik bu yalnızca insanlar arasında değil doğada yaşayan diğer türler arasında da zaten başından beri mevcut.
Anarşist Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma isimli kitabında onlarca hayvan türünü örnek vererek, türler arasında olduğu gibi bir türün bireyleri arasında da bencillik ve rekabetten çok dayanışmanın olduğuna dair sayısız örnek sıralıyor. Türlerin dayanışma ile zorlu iklim koşullarına dayanabildiklerini, dışarıdan gelen saldırılara yine bu şekilde karşı durabildiklerini, varlıklarını böylelikle sürdürebildiklerini belirtiyor ve konuyu insana getiriyor: “Karşılıklı yardımlaşma eğiliminin insanın içinde öylesine uzak geçmişe giden bir kökeni vardır ki, (...) tarihte olup biten her şeye rağmen, insanlık tarafından günümüze dek korunmuştur. İnsanların başına en büyük felaketler geldiğinde, tüm ülkeler savaşlarla tahrip edildiğinde (...) bile aynı eğilim köylerde ve şehirlerdeki fakir sınıflar arasında yaşamaya devam etmiştir, insanları bir arada tutmuş ve uzun vadede de, karşılıklı yardımlaşmayı duygusal bir saçmalık olarak gören tahakkümcü, savaşçı ve yok edici azınlıkların üzerinde bile etkili olmuştur.”
Kapitalist ideologların iddialarının tersine, insanlar her zaman, tek başlarına kalsalar da güçlü olana boyun eğmeyecek “irrasyonellikte” ama örgütlenerek zorbaları başından atacak kadar da “rasyonelllikte” olacak. Kapitalizmin renkli rüyalarına kanmayan, ama yüreklerinde taşıdıkları özgür dünya hayalini büyüten insanlar, patronların ya da kapitalist ekonomistlerin formüllerini de, planlarını da bozacak.
Gürşat Özdamar
Meydan Gazetesi Sayı 41, Kasım 2017