Şüpheliyiz

Sayı 42, Aralık 2017

"Suçsuz Olduğu İspatlanana Kadar Herkes Suçludur"

Tiyatro eğitimlerinde kullanılan bir yöntem vardır. Buna “güven oyunu” denir. Ekipten iki kişi karşılıklı dururlar, ortalarına bir kişi geçer ve gözlerini kapatarak kendisini arkaya ve öne doğru bırakarak diğerlerinin onu tutmasını bekler. Ötekiler onu tutmazlarsa yere düşecektir. Ortadaki, diğerlerine güvenmek zorundadır. Aslına bakılırsa bu bir güven testidir. Gözlerini kapatarak içindeki bütün şüpheyi silip kendini arkadaşlarının kollarına bırakabilen kişi sahnede rahattır, rolünü artık özgürce ve güven içinde kotarabilecektir. Aksi durumda ise hem oyuncular hem de seyirciler keyifsiz, tutuk, ahenkten uzak bir performansla zamanlarını ziyan etmiş olacaklardır.

Her ne kadar düşünce tarihi açısından önemli bir enstrüman ve kişinin gerçeğe ulaşması konusunda ısrarcı bir yardımcı olsa da “şüphe” insan ilişkileri açısından oldukça yıpratıcı bir duygudur. Çevresindekilerle bir güven ilişkisi oluşturamamış, her şeyden işkillenen, bir yerden geleceği kesin olan ama ne zaman belireceği belli olmayan bir tehlikeler yumağının arasında kalmış kişiler ya da kimsenin kimseye güvenmediği, her şeyin potansiyel tehlikelere göre düzenlendiği toplumlar; tıpkı yukarıda bahsettiğimiz oyunda olduğu gibi keyifsiz, tutuk ve ahenkten uzak bir yaşamın mimarı olacaklardır.

Şüphelenmek isteyen için her şey bir şüphe kaynağı olabilir. Dünyadaki her şeyin sahip olanlar ve sahip olunanlar olarak ayrıldığı bir uzamda ise en çok “sahip olunan şeyi kaybetmek” şüphesi hakimdir. Kimi sevgisini kaybetme, kimi servetini kaybetme kimisi de gücünü kaybetme şüphesi içinde hem kendini hem de çevresinde olup biten her şeyi kurutur. Tarih ve söylenceler böyle hikayelerle doludur.

Bu hikayelerden en bilineni Caligula’nın hikayesidir. Asıl adı Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus olan Caligula, M.S 37-41 yılları arasında Roma’ya hükmetmiş ve insanlara yaptığı ve yaptırdığı işkencelerle, katliamlarla adı “deli kral”a çıkmıştır. Marifetleri arasında, kendisine hakaret ettiğini sandığı bir aileyi babalarından başlayarak, en küçük çocuğuna kadar herkesin gözü önünde, işkenceyle öldürtmesi, kel olduğu için kendisine yukarıdan bakılmasını yasaklaması ve Roma İmparatorluğu’nda yaşayan tüm erkeklerin zorla saçının kesilmesi gibi absürt ve korkunç örnekler sayılabilir. Caligula’nın en büyük tedirginliği ise üzerinde oturduğu tahtı ve gücünü kaybetmekti. Bu şüpheyle kıvranan kral bir suikaste uğrayacağı endişesiyle birçok kişiyi öldürtmüştür. Ama bu 4 senenin sonunda “kendini gerçekleştiren kehanet” vuku bulmuş, en yakınındaki adamlar tarafından öldürülerek cesedi köpeklere verilmiştir.

İsveç Kralı 14. Eric de Caligula ile aynı kaderi paylaşmıştır. Onun insanlardan şüphesi öylesine derindir ki, kendisine uzaktan gülümseyen veya çevresinde fısıldaşan herkesi kendisine komplo kuruyor endişesi ile öldürtmüştür. O çok sevdiği tahtını kaybetmesine neden olan şey ise arsenik zehirlenmesidir.

Dikkat ederseniz yukarıdaki hikayelerin ortak noktasını kaçırmazsınız. Tarihte şüphe ile anılan birçok şey, belki de her şey “gücünü yitirmeme” ya da en kötü ihtimalle sahip olunan bir şeyi kaybetmeme endişesini taşır. Sahip olunan şeyin kudreti büyüdükçe şüphe oranı artar, karısını kaybetmek istemeyen bir erkek bir kişiyi, iktidarını kaybetmek istemeyen bir devlet adamı binlerce kişiyi öldürebilir. Dükkandaki küçük kasasını korumak için kapının önüne demir parmaklık yaptıran esnaf için sadece “hırsızlar” şüpheliyken, bankalara balya balya para aktaran bir iş adamı için herkes “hırsız”, en iyi ihtimalle şüphelidir.

İşte tam da bu yüzden, şüphe denilen şeyin tohumları en fazla şeye sahip olanlar tarafından atılır. Parasıyla, askeri gücüyle ve güçlü propaganda yöntemleri ile toplumlara yön verme kabiliyeti sahip muktedirler, kendi hastalıklarını topluma bulaştırırlar. Yazının başında da söylediğim gibi, herkesin birbirinden şüphelendiği bir toplum ahenkten yoksundur. Bu toplumlarda ortaklıklar azalmış, değerler yok olmaya yüz tutmuş, binlerce yıldan beri yaşamını beraber ören insanlık birbirine düşman kesilmiştir. Bu ağır şüphe sarmalı toplumlarda güvenlik kaygısını arttırmış, devlet tarafından eklenen her bir yeni güvenlik önlemi çevreyi daha da güvensiz hale getirmiştir. Tıpkı Caligula’nın ve diğerlerinin hikayelerinde olduğu gibi “kendini gerçekleştiren” kehanet vuku bulmuş, günümüz toplumları devlet ve kapitalizmin attığı şüphe tohumlarıyla bir güvenlik krizinin içine sokulmuştur.

Yaşadığımız coğrafyada ve dünyanın devlet sınırları içerisinde kalan her noktasında “güvenlik” en önemli ihtiyaç haline getirilmiştir. Adım başı MOBESE'ler, çipli kimlik kartları, yüz tanıma sistemlerine sahip güvenlik gözlükleri, parmak izi bankaları, muhbirler, toplum destekli polisler, sanal ayak izlerinin takip edilmesi gibi uygulamalar günden güne artmakta; şehirler ve tüm yaşam alanları bunaltıcı bir denetime tabi tutulmaktadır. Fakat bu bunaltı tek taraflı değildir. Artan güvenlik kaygısı muktedirlerin sahip oldukları şüphelerin artması ile doğru orantılıdır.

Yaşadığımız coğrafyada da iktidar sallantılı bir süreçten geçmektedir. Darbe girişimleri, davalar, küresel güçlerle yapılan anlaşmaların çökmesi gibi tedirgin edici birçok vakayla karşılaşan iktidarın “şüphesi” günden güne artmakta, sahip olduklarını koruyabilmek için denetim mekanizmalarını güçlendirmekte ve şüphelerini topluma aktararak güvenlik paranoyasını büyütmektedir.


Her Sokağa Bir Kamera

Geçtiğimiz Kasım ayında halkla emniyet birimlerinin ilişkilerinin sıkılaştırması için yapılan bir toplantıda konuşan Esenler Belediye Başkanı Mehmet Tevfik Göksu, iktidar tarafından bir denetim aracı olarak kullanılan MOBESElerin yaygınlaştırılacağını ve bunun da Esenler’in güvenliğini arttıracağını söylemişti.

Bu ve benzer uygulamalar, özellikle birkaç yıldır farklı yereller tarafından uygulanıyor olsa da işin ilginç yanı “suç” oranlarında bir azalma olmadığı gibi ciddi bir artış gözlenmektedir. Demek ki, sokakları kamerayla donatmak huzur ve güvenliği sağlamamaktadır. Hal böyle olunca insanın aklına şu soru gelmektedir: Bir sonraki adım ne olacak? Meydanlar ve kalabalık noktaları gözetlemek içi kurulan MOBESE'ler işe yaramadığı için her sokak başına yerleştirilen kameralar da işe yaramazsa, evlerimize de mi kamera koyacaklar? Belki sonra yatak odaları, kim bilir?

7 Milyon Kişi Şüpheli

Yine geçtiğimiz Kasım ayında Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit iş yükünden yakınarak şöyle demiş: “2016 yılı adli sicil istatistiklerine göre 80 milyonluk ülkemizde yaklaşık 6 milyon 900 bine yakın şüpheli vardır. Demek ki Türkiye’de nüfusa oranladığımız yüzde 8 civarında kişi şüphelidir…”

Ama Cirit eksik söylemiş, çünkü ne demiştik; kaybetme korkusu arttıkça şüphe de artar, şüpheli de. Dolayısıyla bu sayı 7 milyon değil 80 milyon, belki daha da fazlasıdır. Çünkü devletlerin gözünde “aksi ispatlanana kadar herkes suçludur.”

Önce Çipli Kimlik Kartları, Şimdi Tek Kart Uygulaması

Geliyor, gelmek üzere derken bir anda hayatlarımıza giren yeni çipli kimlik kartları bir başka denetim hamlesi olarak görülebilir. Farklı noktalara entegre edilmesi ile beraber hayatı kolaylaştıracağı söylenen kimlik kartları için damar, parmak ve avuç içi izi gibi kişisel verileri ve biyometrik verileri de bir merkezde toplayan devletin, bunlarla ne yapacağı bir tartışma konusu… Aslına bakılırsa tartışmanın konusu şu: Devlet yaşamlarımızı kolaylaştırmak bahanesiyle denetim mekanizmaları kurmak için kendi işini kolaylaştırıyor.

Öte yandan geçtiğimiz günlerde yeni bir uygulamadan bahsedilmeye başlandı. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Ahmet Arslan, 2018 yılında tüm coğrafyada kullanılması planlanan Türkiye Kartı anlattı: “Kredi kartıyla yapabildiğiniz her şeyi yapabileceksiniz. Bununla sınırlı değil, İstanbul başta olmak üzere tüm belediyelerle anlaşmalar yapıyoruz. Otobüsünden metrosuna, her yerde geçecek. İl değiştirdiğinizde ayrı bir kart almanız gerekmeyecek. Milli parklarda, müzelerde, uçaklarda -her yerde- geçecek.”

Kişiye özel olarak verilecek bu kart, başta zorunlu olmasa da ileride zorunlu hale getirilebileceği ya da çipli kimlik kartları ile birleştirilebileceği söyleniyor. Burada anahtar sözcük ise bu kartın “kişiye özel” olması. Acaba bununla yapılmak istenen kişinin bütün hareketlerini takip etmek olmasın? Çok mu şüpheci oldu? Sanmam, diğer hamlelerle beraber düşünüldüğünde akla yatkın geliyor.

Takbul: GBT Yapan, Suçluları Tespit Edebilen Gözlük

ODTÜ’den kimi akademisyenler ve eski askerlerce tasarlanan bu gözlük, distopya filmlerinden çıkma bir icat gibi gözüküyor. Kişinin kimliğine bakar bakmaz bilgileri algılayan gözlük, kişinin bütün bilgilerini gözlüğü takan görevlinin ekranına anında yansıtıyor. Üstelik gözlüğün marifeti bununla da bitmiyor. Yüz tanıma teknolojisine sahip olan gözlük, kalabalık bir grup içerisinde “aranan şahısları” otomatik olarak tespit edebiliyor. Sahte plaka, sahte kimlik… Bunların hiçbiri gözlüğün gözünden -afedersiniz devletin gözünden- kaçmıyor.


Adını andığımız örnekleri çoğaltabiliriz. Yine yakın zamanda, binlerce bekçinin işe alınması ve alınacak olması, cezaevlerinin kapasitelerin arttırılıp sadece 2018 yılında 45 cezaevi daha açılacak olması gibi hamleler iktidarın neyi hedeflediğini açık seçik gösteriyor. İktidarlarını, zenginliklerini, toplumdan çaldıklarını koruyabilmek için güvenliklerini arttırıyorlar; sahip olduklarının başkalarının eline geçeceği endişesiyle herkesten ve her şeyden şüpheleniyorlar.

Burada bize düşen ise iktidarların aramıza ekmeye çalıştığı şüphe tohumlarının filizlenmesini engellemek ve güvenlik paranoyasıyla ezileni ezilenden korkutmaya çalışan devletin denetim mekanizmalarına karşı çıkmaktır. Devletin güvenliği kendi güvenliğidir, toplumları kapsamaz; aksine onların güvenliklerini tehdit eder. Biz ise sadece bizim gibi olanlara güvenebiliriz. Bizim gibi ezilenler, bizim gibi her gün devlet ve kapitalizmin saldırılarına maruz kalanlardır.

Bu bir güven testidir. Komşumuza, arkadaşlarımıza, ailelerimize gözlerimizi kapatıp kendimizi bırakabiliyor muyuz?

Özgür Erdoğan

Meydan Gazetesi Sayı 42, Aralık 2017

Paylaşın