Kadın ile doğa arasındaki ilişki, insanların hem doğa hem de kadın üzerine düşünmeye başladığından beri tartışılan bir konu. Avcı toplayıcı evrede, kadına düşen sorumluluğun toplayıcılık olması, (Genel olarak böyle kabul edilse de, azımsanmayacak kadar aksi örnek bulmak da mümkündür.) onun toprak ve iklimle erkeğe göre daha içli dışlı olmasına neden olmuştu. Doğayla kurulan bu yakın ilişkiden hareketle birçok araştırmacı geçmişten edindikleri bilgiler ışığında kadının tohumu evcilleştirebildiğini, yani tarım yapmayı ilk öğrenenlerin kadın olduğunu iddia etmişlerdir.
İnsanlık macerası içindeki böylesine önemli bir gelişmenin kadın tarafından gerçekleştirilmesi şaşırtıcı değildir aslında. “Bereket ve verimin sembolü”, “insanla doğa arasındaki köprü” ya da “insanda doğayı temsil eden şahsiyet” olarak kadın farklı şekillerde, farklı zamanlarda tanrı katına dahi çıkartılmıştı. Kibele, Artemis, Diana ya da Athena… Her ne kadar bahsi geçen dinler ve inanışlar erkek aklın bir ürünü olsa da, bu tanımlamalar kadınlığın ve kadınların toplumsal yaşamdaki etkisinin oldukça güçlü olduğu zamanlardan daha yeni ve daha erkek zamana kalmış tortular olarak değerlendirilebilir.
Elbette, o günlerin üzerinden çok zaman geçti. Tarih yazılmaya başladığından beri onu yazan erkekler gün geçtikçe kadınları yaşamın en ücra köşesine doğru sürmeye; katletmeye, tecavüz etmeye, aşağılamaya devam etti. Fakat ne yaparsa yapsın, kadın ile doğa arasındaki ilişkiyi bir türlü tam olarak kesemedi. Kadın şifacıydı, ebeydi, köylüydü ve tohumların anasıydı. O yüzden cadı oldu, uğursuz oldu ve devamlı şeytanlaştırıldı.
Erkeğin Doğayı Dizginleme Çabası
Bu hikayenin diğer yanında erkeğin doğadan kopuşu ve onu fethetme uğraşı sürüp gidiyordu. Kadını köleleştirmeye girişen erkek, doğa karşısında da bütün dizginleri eline almaya niyetliydi. Tam “Niyetimi gerçekleştirdim, artık her şeyin sahibi ben oluyorum” dediği 1800 ve 2000 yılları arasında -yani sanayi devriminin bütün dünyaya korkunç bir şekilde yayıldığı zamanlarda- yepyeni bir şeyle karşı karşıya kalmaya başladı. Bugüne kadar öldürmeye çalıştığı şey ya da şeyler, artık onun türünü öldürmeye başlayacaktı. Küresel iklim değişikliği kapıyı iki kere çaldı. Kimse duymayınca -2000’lerin ilk 10 yılında- kapıyı kırıp paldır küldür içeriye girdi. İşte şimdi, ölme zamanı insana gelmişti. Fakat bu “insan” erkeğe göre doğayla daha fazla ilişkide olan kadın olacaktı.
Doğal Olmayan Afetlerin Doğal Mağdurları
Son dönemlerde yapılan araştırmalarda, küresel iklim değişikliğinin neden olduğu -doğal olmayan- afetlerde doğayla daha yakın temasta olan kadınların -genellikle kırsalda yaşayan kadınların- erkeklerden çok daha fazla etkilendiği açığa çıkmıştır. En belirgin ve en bilinen örneklerden bir tanesine göre, son yıllarda Endonezya ve Sri Lanka’da meydana gelen felaketlerde yaşamını yitirenlerin neredeyse 4’te 3’ü kadındır. 90’lı yılların başlarında Bangladeş’te yaşanan sel ve tsunamilerde yaşamını yitirenlerin %90’ı kadındı ve bu sayı erkek ölüm oranlarıyla karşılaştırıldığında 5 kat daha fazla ölüm oranı anlamına geliyordu. Öte yandan Eric Neumayer yaptığı çalışmaya göre, baz alınan 141 ülkede yaşanan tüm afetlerde kadınların ölüm oranı erkeklerinden en az 14 kat daha fazlaydı.
Yaşanan bu vakalarda, genelde şehirlerde yaşayan kadınlar değil daha çok kırsal alanlarda yaşayan kadınları kastediyoruz. Peki neden? Nedenleri de tıpkı sonuçları gibi toplumsal cinsiyet rolleri ile alakalı.
Mesela bir sel baskını ya da tsunami sırasında kadınlar yüzme bilmedikleri ya da ağaca veya yüksek bir noktaya tırmanamadıkları için kendilerini kurtaramıyorlar. Çünkü özellikle “üçüncü dünya ülkeleri”nde yüzmek ya da tırmanmak gibi beceriler erkeğe özgü hareketler olarak düşünüldüğü için kadınlara bunlar öğretilmiyor. Öte yandan böylesine doğa olayların yoğun yaşandığı birçok yerde kadınların yanlarında eşleri olmadan dışarı çıkması yasaklanmış durumda. O yüzden acil durum anında kadın ne olursa olsun eşini bekliyor. Tsunami dalgaları evi boğuncaya kadar, deprem yaşadığı evi yerle bir edinceye, fırtına evini kendisi ve çocuklarıyla beraber söküp alıncaya kadar bekliyor. Diğeriyle bağlantılı bir başka neden ise, kadının devamlı evde olmasından kaynaklanan erken uyarı sistemlerinden ve diğer önleyici unsurlardan bihaber olmasıdır.
Tüm bunlarla birlikte, çocukların ve evin bakımını üstlenen kadının gıda yetersizliği ve su kıtlığından erkeğe oranla daha fazla etkilenen ve etkilenecek olan cins olması pek de şaşırtıcı değil.
Su ve Kadın
Küresel iklim değişikliğinin en yakıcı ve en hissedilen sonuçlarından bir diğeri ise kuraklık. Özellikle kuraklıktan çok fazla etkilenen Afrika coğrafyasında suyu tedarik etmek geleneksel olarak kadınlara atfedilmiş bir iş olarak görülüyor. Bu yüzden su toplamak, su taşımak ve suyla yapılacak ev etkinliklerini yapmakla yükümlü olan kadın. Elbette bahsi geçen coğrafyada su kolay erişilebilir bir şey olmadığı için kadının neredeyse tüm günü su bulmaya çalışmakla geçiyor. Bu da zaten ağır koşullarda yaşamaya çalışan kadının iş yükünü arttıran hatta yaşamasını neredeyse imkansızlaştıran bir tehdide dönüşüyor. Afrika’da birçok bölgede kadınlar günde 8 saatlerini su bulmak için harcıyor. Sahra altı Afrika ülkelerinden birinde, bir kadın 8 saat su taşımanın ardından buna dayanamamış taşıdığı su kaplarını kırdıktan sonra kendini bir ağaca asıp intihar etmişti. Ve ne yazık ki susuzluk ve kadın hakkında anlatılan tek hikaye bu değil, kuraklığın olduğu her yerde benzer hikayelere rastlamak mümkün.
İşte Bu Yüzden Kadınlar Hep En Ön Safta
Suyun ve gıdanın yokluğu, toplumsal cinsiyet rollerinin dayattığı kölelik biçimleri, taciz, tecavüz ve şiddetin günbegün kadınların üzerinde daha büyük bir baskı aracına dönüşüyor olması oldukça vahim. Öte yandan küresel iklim değişikliğinin her ne kadar kadınları daha çok etkilediği gözlemlense de, bütün olarak bakıldığında önüne geçilmezse dünya üzerindeki tüm cins ve türleri tehdit ettiği ise aşikar.
Fakat yapılan gözlemler gösteriyor ki kadınlar kendilerine ve tüm doğaya yapılan bu saldırılara karşı her zaman kendini eve kapatmıyor. Uygun koşulları bulduğu anda bunlara karşı çıkmak için kendini sokağa atıyor. Bugün Güney Amerika’da verilen su mücadelesinden tutun da Karadeniz'de ki HES mücadelesine kadar; kentlerde verilen yıkım karşıtı mücadeleden, nükleer karşıtı eylemlere kadar hep en önde kendini gösteriyor.
Nasıl saydığımız nedenlerden doğru bir erkek işi olan küresel iklim değişikliğinin en büyük mağdurlarından biri kadın oluyorsa, yine bu nedenlerden dolayı küresel iklim değişikliğine karşı verilen mücadelede de kendini en öne atan kadın oluyor.
Üstelik bu sefer kadınların mücadelesi sadece kadınları değil herkesi ve her şeyi kurtarıyor!
Aysel Özdemir
Meydan Gazetesi Sayı 44, Mart 2018