29 Nisan 2015’te İstanbul Fatih Camii avlusunda bir grubun “kutlama” yapmak için lokum dağıtmasını muhtemelen çoğumuz hatırlamıyordur. Söz konusu “lokumlu kutlama” Suriye’nin kuzeybatısında bulunan İdlip kentinin cihatçı çeteler tarafından ele geçirilmesi, daha ayrıntıda ise kente bağlı Cisr-eş Şuğur beldesinin İştebrak köyünde cihatçıların gerçekleştirdiği Alevi katliamına atfediliyordu.
2015 yılı, Suriye Savaşı’nda müdahaleci devletlerin bazı hesaplarının sarpa sarma emareleriyle başlamıştı. Ocak ayının sonunda Kobanê’nin IŞİD’den özgürleştirilmesi, IŞİD nezdinde cihatçı çeteler ve onlara açık ya da örtük destek veren devletleri, başka “açılımlar” yapmaya zorluyordu. Nisan ayının sonlarında İdlip kentinin, Suudi Arabistan, Katar ve TC’nin desteğinde kurulan, El Kaide kökenli cihatçı çeteler Nusra Cephesi ile Ahrar-uş Şam’ın da bulunduğu çatı oluşum Fetih Ordusu tarafından işgal edilmesi, Suriye’de Esad yönetimini yıkma hedefinden vazgeçmeyen yukarıdaki devletler tarafından, rejim değişikliği fikrini değiştirme eğilimindeki ABD’ye de bu fikrini tekrar gözden geçirme mesajı içeriyordu.
Aynı yılın Eylül ayında Rusya’nın aktif olarak sahaya inmesi ve 2016’da Halep’in cihatçı çetelerden özgürleştirilmesi sonrası ilan edilen çatışmasızlık bölgeleri, bugün İdlip’te karşı karşıya bulunulan durumun kilometre taşlarını döşedi. Astana Görüşmeleri ile ilan edilen 4 çatışmasızlık bölgesinden biri olan İdlip, cihatçıların yenilgiye uğradığı diğer üç bölgeden, ağır silahlarını bırakmaları karşlığında, ileride belki de Suriye Savaşı’na dair anımsayacağımız sembollerden biri olacak o yeşil otobüslerle taşındığı bölgeydi aynı zamanda. Bu yanıyla İdlip, Şam yönetimi ve Rusya’nın işbirliğinde zamanı gelince imha edilecek bir cihatçı çöplüğüne dönüştürülürken Suriye’de 2011’den beri terör estiren bu çeteler, geldikleri Türkiye’nin sınırında oluşan bu rezerv alanına sürülerek onları gönderenlere de “alın cihatçılarınızı” mesajı veriliyordu.
Hazin Bir Çığlık: “Sıkıştık Kaldık İdlip’te”
Devletin yarı-resmi propaganda gazetesi Yeni Şafak’ın muhabirlerinden Yılmaz Bilgen’e ait olan bu sözler bir yanıyla TC’nin Suriye Savaşı’nda yürüttüğü politikalarının “sıkışıp kaldığı” yeri işaret ediyordu. Aynı ifadelerin detayında Bilgen, Erdoğan’ın danışmanı olarak bilinen ve iktidarın para-militer çetelerinden biri olan SADAT kurucusu Adnan Tanrıverdi’yi bizzat verdiği “bilgilerle” durumun vehametine dair uyardığını, ancak “susması konusunda” tehdit edildiğini belirtiyordu.
Suriye Savaşı’nın başından bu yana canlı tuttuğu bir amaç olarak Esad yönetiminin devrilmesi, 2014’te Kobanê’ye yönelik IŞİD işgal tehdidinden beri de Rojava kazanımlarının gerilemesi için birbirinden farklı sayısız cihatçı çeteyi destekleyen TC’nin şu sıralar İdlip’te de aynı çetelere verdiği destek bir sır değil. Ancak Yeni Şafak muhabirinin, devletten “şimdiye kadar ne yaptıysa onu yapması” yönünde gerçekleştirdiği imdat çağrısına aldığı olumsuz yanıtın nedenini, TC’nin İdlip’te yaşadığı sıkışmışlığın devletler arası ölçekteki yansıması olarak da okumak gerek. Astana Görüşmeleri çerçevesinde alınan kararla, bölgedeki varlık nedeni olan “ılımlı cihatçılarla radikalleri” birbirinden ayırma misyonunu hayata geçirmek şöyle dursun; TC, El Kaide kökenli Heyet Tahrir-eş Şam (HTŞ) çetesini terör listesine almayı geçtiğimiz ayın başlarında akıl etti. Bu ağırdan alınmış kararda, devletler arası diplomaside cihatçı çetelere verilen desteğin günden güne aşikar hale gelmesi sonucunda oluşan suçluluk psikolojisinin getirdiği bir acelecilik vardır.
İdlip: El Kaide Emirliğinden Selefi-İhvancı Rekabetine
IŞİD’in Rakka ve Musul’u işgal etmesi sonrası ilan ettiği “hilafetin” bir benzerinin, El Kaide uzantısı çetelerce İdlip’te “emirlik” şeklinde hayata geçirilmesi nedeniyle El Kaide emirliği olarak anılan İdlip’teki cihatçı çeteler, yukarıda tasvir edilen bu sıkışmışlıklarının yanı sıra kendi içlerinde de ideolojik bir rekabet halindeler. 2017’nin başında ve yaz aylarında yaşanan, El Kaide kökenli çatı örgüt HTŞ’nin TC sınırları dahil olmak üzere İdlip’in %60’tan fazlasını kontrolüne aldığı “cihatçı iç savaşı” sonrası, cihatçı çetelerdeki bölünme selefi ve İhvancı olmak üzere ideolojik bir vasıf da kazandı. Bu çatışma ve bölünmelerde ise TC izlerini görmek mümkün. 2016 sonlarındaki Halep kuşatması sırasında, TC’nin -muhtemelen İran ve Rusya’ya verilen tavizler paralelinde- burada bulunan bazı çeteleri Fırat Kalkanı bölgesine kaydırması, şu anda HTŞ olarak anılan çete tarafından ihanet olarak nitelendirilmişti. Cihatçı çeteler arasında yaşanan çatışmaların nedenleri arasında, şimdilerde İdlip’te TC tarafından kurdurulan Suriye Ulusal Kurtuluş Cephesi çatısı altında birleşen Ahrar-uş Şam ve Nureddin Zengi Hareketi başta olmak üzere bazı çetelerin Ankara ile kurdukları ilişki yatıyordu.
Cihatçılar arasında var olan rekabetin ideolojik arka planında ise yine ağırlıkla TC etkisiyle, selefilik/İhvancılık merkezli bir çekişme yatıyor. Savaşın ilk yıllarında El Kaide’nin Suriye kolu Nusra Cephesi iken, terör listesine alınmamak ve devletlerin silah desteğinden mahrum kalmamak için çıktığı isim değişikliği yolculuğunda son olarak Heyet Tahrir-eş Şam adını alan örgüt, selefiler arasında en güçlüsü olarak biliniyor. 2018 başlarında, HTŞ’nin El Kaide’ye olan biatını geri çekmesi ve Eymen-ez Zevahiri’nin selefilere yaptığı birleşme çağrısı sonrası ortaya çıkan Hurras-ed Din (Dinin Koruyucuları) adlı çete ise El Kaide’nin şu andaki Suriye kolu olarak görülüyor. İdlip’teki selefi cephede, çeşitli cihatçı çetelerle IŞİD arasında yaşanan çatışmalarda IŞİD’den yana tavır koyan Cund-ül Aksa da yer alıyor. Söz konusu selefi çetelerin, eninde sonunda gerçekleşecek İdlip savaşında, TC’nin İhvancı vekil örgütlerine karşı ortak hareket etmesi mümkün. Ayrıca Çin’in Uygur bölgesinden gelen cihatçıların kurduğu Türkistan İslam Partisi de daha önce yaptığı gibi El Kaide çizgisindeki çetelerle birlikte hareket edebilir.
İdlip’teki İhvancı cephede ise TC’nin, 17 Eylül’de Soçi’de varılan mutabakat sonrası alacağı tavra göre hareket etme eğilimi ağır basarken bu çetelerde var olan Esad yönetiminin devrilmesi fikri, TC ile kurulan ittifakın temeli olarak belirginleşiyor. TC’nin, İdlip’te Suriye Ulusal Kurtuluş Cephesi çatısında birleştirdiği çetelere dair bir diğer tasarrufu ise, bu yapının Fırat Kalkanı ve Afrin işgal bölgelerinde oluşturulan Suriye Ulusal Ordusu ile birleşmesi. Böylece, diğer çatışmasızlık bölgelerinin aksine İdlip’ten gidecek başka yeri olmayan bu çetelere bu bölgelerde yeni kapılar açarak, “sahadan masaya tutunmak” amaçlanacaktır. Selefi cihatçıların, Rusya ve Çin’in İdlip’e müdahale gerekçelerinden olan yabancı savaşçı profilinin aksine “yerli ve milli” ağırlığa sahip olan İhvan bağlantılı çeteler, devlet propagandisti kimi yorumculara göre, bu kimlikleriyle hamileri TC’nin, masada kendi lehine kullanacağı bir argüman oluşturuyorlar. Ancak sahada var olan “ılımlı ile radikal olanın” geçişkenliğe açık poziyonunun, bu tezi boşa çıkarması muhtemel.
Tahran Zirvesi’ndeki “Davetsiz Misafirler”
Astana Görüşmeleri’nin 3 garantör devleti Rusya, İran ve Türkiye’nin katıldığı toplantıların 7 Eylül’de Tahran’da gerçekleştirilen ayağında, zirvede alınan kararlardan çok, Erdoğan’ın yukarıda bahsi geçen 4 çatışmasızlık bölgesinden 3’ünün, -kendi deyimiyle- “farklı bahanelerle tek tek tasfiyesine” dair yaptığı serzeniş ve başlaması an meselesi olan İdlip’e yönelik kara operasyonunu “cihatçılar adına konuşma ihtamı” pahasına durdurma çabası konuşuldu. Bu durum bir yanıyla, TC’yi -görünmeyen 4. üyesi Suriye olan- Astana Üçlüsü’nden Rusya ve İran önünde truva atı misyonuyla karşı karşıya bırakırken diğer taraftan Putin’in “bu masada IŞİD ya da Nusra yok, onlar adına konuşamayız” şeklindeki yoruma açık sözleri, bu sözlerin muhatabına dair, iki yıl önceye dayanan bir hatırlatmayı da zorunlu kılıyordu. O dönem (2016 Ekim ayı) hazırlığı yapılan Halep’e yönelik operasyon öncesi Erdoğan, Putin’in kendisinden Nusra’nın bölgeden çıkarılması için “ricacı olduğunu” belirtirken bu ifadeler, TC devletinin söz konusu çeteler nezdinde “üçüncü tarafların ricasını” yerine getirme rezervinin bulunduğu şeklinde bir itiraf niteliği de taşıyordu. Bu sözlerden yaklaşık bir yıl sonra ise İdlip’teki çatışmasızlık bölgesine TSK askerlerinin intikali, Putin’in “masada olmadığını” söylediği söz konusu cihatçı çetenin eskortluğunda gerçekleşmişti. TSK’nin bölgedeki -bir yıl boyunca hayata geçirmediği- varlık nedeni Nusra ardılı HTŞ benzeri cihatçı çeteleri tasfiye iken, burada bulunma hali iç politikaya “Askerimiz İdlip’te” şeklinde sunularak, içeride hedeflenen toplumsal katmana yönelik işgalci motivasyon diri tutuldu.
Tahran Zirvesi’nde Türkiye, bu tutumuyla Astana Üçlüsü içinde “yerini yadırgayan” bir özne olduğunu tekrar belirginleştirdi. Savaşın başından bu yana zaten ABD, Suudi Arabistan, Fransa gibi kategorik olarak Rusya-İran bloğunun karşısında konumlanan TC, rejim değişikliği yönünde ABD’nin başını çektiği bloktan Suriye’ye dönük herhangi bir saldırıda ne kadar kaygan bir zeminde durduğunu 2017 yılının Nisan ayında ABD’nin Şayrat Hava Üssü’ne füze saldırısına verdiği destek ve geçtiğimiz Nisan’da Doğu Guta’daki çatışmalar sırasında yaşanan gerilimde yine heveskar bir şekilde ABD saldırılarını onaylamasıyla göstermişti.
Son Savaş Öncesi “İmkansız Görev”
Nitekim zirvenin akabinde Erdoğan’ın Wall Street Journal’a yazdığı, ABD’nin de kullandığı, olası müdahale karşısında oluşacak insani kriz argümanlarıyla dolu makale, bu zemine ne kadar meyyal olduğunu gösterdi. Elinde koz kalmadığında, oyun bozarak kendisine alan yaratan TC’nin bu hamlesi sonrası Putin’le yapılan Soçi’deki görüşme sonrası mutabakat, İdlip’e yönelik saldırıyı şimdilik durdurmuş görünse de TC’nin kucağına bir alev topu bırakıyordu. Soçi’de üstlenilen “imkansız göreve” göre 15 Ekim’e dek, bir yıldır yapılmayan şey yapılarak ılımlı-radikal gruplar ayrıştırılacak. Uzlaşmayarak sonuna dek savaşmayı göze almış cihatçıların varlığı aşikarken, bu “görevin” nasıl hayata geçeceği herkes için bir soru işareti. Suriye açısından İdlip, eninde sonunda temizlenecek bölge olarak anlam kazanırken, orta vadede bu kazanım, Halep ve İdlip’ten, Şam-Lazkiye hattına uzanan otoyolun açılması olarak somutlaşacak. Rusya ise Soçi’de, ilk kez bir NATO devletiyle askeri anlaşma imzalayarak, hem TC’nin tekrar ABD kampına kaymasının engelledi, hem de İdlip’teki “temizlik işini” gerektiğinde kendisi yapmak üzere TC’ye ihale etti.
Soçi’de İdlip özelinde varılan geçici mutabakat, TC açısından Suriye’deki savaşla yüzleşmeyi şimdilik ertelemiş görünüyor. Ancak aynı gün Suriye hedeflerine yapılan İsrail saldırılarında ve düşürülen rus uçağında görüldüğü gibi, Ortadoğu’da farklı tasarruflara sahip bölgesel ve küresel devletlerin, değişen stratejileri yeni savaşlara kapı aralamaya aday. Bu stratejiler geçerli olduğu oranda ise 2011’de iç isyanlar olarak başlayıp vekalet savaşına evrilen, sonrasında ise devletlerin direkt müdahil olduğu Suriye’de, devletler İdlip üzerinden, savaşta yeni bir aşamaya geçecek.
Emrah Tekin
Meydan Gazetesi Sayı 46, Ekim 2018