İktidarlı ilişkiler ortaya çıktığından bu yana, güçlü olanın “güçsüz” olan üzerindeki tahakkümünü devam ettirebilmesi; şiddet tekelini elinde tutarak mümkün olmuştur. Ataerki de her dönemde farklı iktidar araçlarıyla; devlet, din, bilim ile kadın düşmanlığını yaratarak ve kullanarak kadın üzerindeki erkini sağlamlaştırmaya çalışmıştır. Bunun sonucu olarak kadın her dönemde esasen kadın olduğu ve kadınca davrandığı için suçlanmış, aşağılanmış, yalnızlaştırılmış ve kapatılmıştır. Bu yazıda farklı dönemlerde kadının yalnızlaştırılması ve kapatılmasının aracı olarak kullanılan mekanlardan üçünü; aile, akıl hastanesi ve hapishaneyi ele alacağız.
1- Erkeğin Mülkü, Bakıcısı ve Hizmetçisi olarak Eve Kapatılan Kadınlar
“Evimde mutluyum, kocam hiçbir şeyimi eksik etmez. Sera bitkisi gibi özen gösterir bana.”
Maria, hayatı ev işlerinden ibaret olan, eve kapatılmış yalnız bir kadındır. Aynı zamanda iki çocuk annesi olan bu kadın, aslında erkekler tarafından kuşatılmış bir kadındır. Dario Fo ve Franca Rame tarafından yazılan Yalnız Kadın oyununda hayat bulan karakter Maria, aslında toplumdaki çoğu kadın gibidir. Bir hizmetçi, bir bebek bakıcısı, bir hasta bakıcıdır. Çünkü erkeğin, erkek egemen zihniyetin ona biçtiği roller bunlardır.
Erkek egemen bir toplumda, kadın olmak, her zaman bir erkeğin mülkü olmayı beraberinde getirir; kadın her zaman erkeğe aidiyeti ile tanımlanır ve tek başına bir kimliği yoktur. Doğduğunda babasının kızı, evlendiğinde kocasının karısı, doğurduğunda erkeğin soyunu devam ettiren çocukların annesidir. Dolayısıyla kendine ait bir kimliği yoktur, hayatını tabi olduğu erkeklere adamakla yükümlüdür.
İktidarlı ilişki biçimleri, yerleşik hayat ve cinsiyete dayalı işbölümünün belirginleşmesi arasında oldukça sıkı bir ilişki seyretmiştir. Ataerkil toplumda kadının ikincil pozisyonu, kadının toplumsal varlığının ev içine sıkıştırılmasıyla gitgide daha da somutlaşmıştır. Dinin ortaya çıkışı, özellikle de Eski Yunan panteonu kadın düşmanlığını meşrulaştırmış, her fırsatta kadınları türlü şekillerde kandırarak tecavüz eden baş tanrı Zeus’u panteonun en tepesine yerleştirmiş, insanoğluna bir ceza olarak bir kadını Pandora’yı yaratmıştır. Hristiyanlık Meryem kültüyle kadını cinsiyetsizleştirerek kutsallaştırmış, diğer taraftan Havva kültüyle kadına, cennetten kovulmanın sorumluluğunu yüklemiştir. İslam da Havva’yı şeytana uyan, zaafları olan taraf olarak tanımlamış ve kadının erkeğin mülkü olduğu söylemini sürdürmüştür.
Ortaçağ boyunca çitlemelerle ortak alanları kaybeden kadın giderek yoksullaşmış, ev içerisinde pozisyonu giderek daha da erkeğe bağımlı hale gelmiştir. Bu süreçte geçimini sağlayamayan kadınlara genelevlerin yolu gösterilmiş ve hayatta kalabilmek için kendilerini erkeklerin hizmetine sunmaları beklenmiştir.
Yine aynı dönemde -sanayinin gelişmesiyle birlikte- artan işgücü ihtiyacı için kadınlar devletin nüfus politikaları ile kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Bu noktada kadının evdeki pozisyonu, sanayi için işgücü yetiştirmek ve yaşamın yeniden üretilmesi noktasında kendisini evine ve ev halkının bakımına adamak olarak belirlenmiştir. Kadının ev dışında bir alanda çalışmak durumunda kalmasında ise aynı işte daha düşük ücrete razı gelmesi, yine bu noktada evin ve çocukların sorumluluğunu taşımaya da devam etmesi beklenmiştir.
Bugün bile hala aynı sosyal ve ekonomik sömürü döngüsüne kapatılan bir kadının ev içindeki varlığı ve emeği görünmezleşmeye devam ediyor. Ev dışında bir pozisyon kazanarak “özgürleşmesi” de yine başka bir kadının eve kapatılması ya da sömürülmesi ile mümkün oluyor. Bugün temizlik işçisi, bebek bakıcısı, hasta bakıcı olarak çalışan kadınlar çoğu zaman sosyal ya da ekonomik bir güvence olmaksızın bu işlerde çalışıyor.
Tüm bunların dışında, kadının evde olması ya da olmaması ahlak çerçevesinde de bir baskı mekanizmasına dönüştürülüyor ve kadının “dizini kırıp evinde oturması” gerektiği ya da “o saatte sokakta ne işinin olduğu” kalıplarıyla yaftalanıyor ya da yargılanıyor.
2- Erkek Aklın Karşısında Akıl Hastanelerine Kapatılan Kadınlar
Tanınmış bir doktor, hele bu kocanızsa, arkadaşlarınızı ve akrabalarınızı sizin hiç bir şeyiniz olmadığına, yalnızca geçici bir sinirsel depresyon, hafif bir histeri eğilimi geçirdiğinize ikna etmişse, elden ne gelir?
Erkek kardeşim de doktor, o da tanınmış bir doktor ve o da aynı şeyi söylüyor. Sonuç olarak, fosfat mı, fosfit mi her ne ise, ondan alıyorum, şuruplar içiyorum, yürüyüşlere çıkıyorum, hava alıyorum ve egzersiz yapıyorum; iyileşene kadar “iş görmem” yasak.
Kişisel olarak, onların fikrine katılmıyorum.
Charlotte Perkins Gilman, doğum yaptıktan sonra geçirdiği depresyonun ardından yaşadıklarını, boşandıktan sonra kaleme aldığı Sarı Duvar Kağıdı hikayesinde bu kelimelerle anlatmıştı. Ortaçağ’da kilisenin kadın düşmanlığı konusundaki söylemlerinin yerini, 18 ve 19. yüzyıl boyunca bilim ve psikiyatri eline aldı.
- yüzyıldan itibaren kadınlar asla tersi ispatlanamayacak önermelerle cadılıkla suçlanıyordu. Örneğin cadıların, ruhlarını şeytana verdikleri için daha hafif oldukları ve böylece uçabildikleri inancı yaygındı. Suçlanan kadın bir kantarın üstüne çıkarılıp, karşı tarafa belirlenen ağırlık konulurdu. Hafif gelirse cadı olduğuna, ağır gelirse kantarı büyülemiş olduğuna inanılırdı. Gündüz uyuklamak, gece uyuyamamak, fazla güzel olmak, fazla çirkin olmak, cinsel istekte bulunmak gibi nedenler bir kadının cadı olduğunu iddia etmek için yeterliydi ve bu suçlamaların cezası bedenin çıplak olarak teşhir edilmesi, kılların traş edilmesi, cinsel işkenceler ve öldürülme olarak karşılık buluyordu. Neyse ki şifacılar, ebeler, ve daha on binlerce kadın cadı olarak suçlanıp yakılarak katledildikten sonra bu dönem sona erdi, kilise toplum üzerindeki etkisini kaybetti.
Aydınlanma, akılcılık, tıp ve psikiyatri, böyle bir dönemin içerisinde şekillendi ve gelişti. 18. ve 19 yüzyıl boyunca tıp, özellikle psikiyatri, kadınların davranışlarına yönelik bilimsel açıklamalar getirmeye başladı. Neyse ki artık kadınların davranışları şeytanla ilişkilendirilmiyordu, doğrudan kadının kendi doğasına bağlanıyor ve bilimsel olarak açıklanıyordu!
Aslına bakılırsa bu dönemde başı çekenlerden olan Sigmund Freud’un bazı tezleri Afrikalı büyücülere benzetilebilir. 1925’te yayınladığı bir makalede Freud klitorisi kadın cinselliği içerisinde erkek bir öğe, klitoris mastürbasyonunu ise “erkeksi” bir eylem olarak tanımlamıştı. Değişen tek şey, kadınları akıl hastanelerine kapatmak ve sakatlamak için kullanılan bahanelerin “bilimsel” olmasıydı. Kadınlar doğaları gereği “zayıf” ve histeriye yatkındı. Cinsel istekte bulunmak, mastürbasyon yapmak, “anormal” davranışlarda bulunmak delilik göstergesiydi ve tedavi yöntemleri ise “klitoridektomi”den (klitorisin kesilerek vücuttan alınması) zorunlu yatak istirahatine, bu süre boyunca ziyaretçi kabul etmemeye ve aşırı kilo almaya neden olan ağır diyetlerden akıl hastanesine kapatılmaya kadar çeşitleniyordu.
Yukarıda ismi geçen Charlotte Perkins Gilman; heykeltraş Rodin tarafından akıl hastanesine kapatılan Camille Claudel, İngiltere Suffolk Country Akıl Hastanesi’ne çevrelerindeki erkekler tarafından “deli” oldukları iddiasıyla yatırılan isimsiz kadınlar, “hayatım üzerinde çok fazla denetimi vardı” diyerek Andy Warhol’u vuran Erkekleri Doğrama Cemiyeti Manifestosu’nun yazarı Valerie Solanas… Hepsi farklı zamanlarda farklı gerekçelerle, ama aslında aynı nedenden kaynaklı olarak -erkek aklın “normlarına” uymadıkları için- bu ithamlardan ve kapatmalardan nasibini aldı.
Bugün ise kadın düşmanlığı yine şekil değiştiriyor, psikolojik manipülasyonun bir biçimi olan “gaslighting” olarak karşımıza çıkıyor. Karşısındaki kadını manipüle ederek kendi gerçekliğinden şüphe duymasını, özgüvenini yitirmesini ve “sen bunları kafanda kuruyorsun” gibi söylemlerle, kadının kendi kendisini deli olduğuna inandırmasını hedefleyen bir psikolojik şiddet halini alıyor.
3- Erkeğin Sarsılmaz Otoritesi Karşısında Hapishanelere Kapatılan Kadınlar
“Hiçbir şey beklemiyorum Hiçbir şey istemiyorum Hiçbir şeyden korkmuyorum Özgürüm ben.”
Bu sözler, kendi yaşamının sonuna gelmişken bile iktidara boyun eğmeyen, içinde yaşamak zorunda bırakıldığı toplumun kadına biçtiği rollere karşı başkaldıran “Sıfır Noktasındaki Kadın” Firdevs’e ait. Firdevs, “...yaşamının son anlarına tanık olan herkese, kendilerini gerçek özgürlük haklarından mahrum bırakan bütün güçlere karşı direnme azmi kazandırmıştır.”
Firdevs’in hikayesi bize yabancı değil. Bu bizim hikayemiz. Yasemin, Namme, Nevin, Çilem, Esra, Buse… Her birinin adı hafızamıza kazınmış, mücadeleye devam eden sayısız kadın var. Kadınlar her gün yok sayıldıkları bu toplumda iktidarın saldırısına karşı kendi güvenliklerini, kendi adaletlerini sağlamaya çalışırken kendilerini yine yok sayıldıkları ataerkil hukuk sisteminin içinde buluyorlar. Kadınları, çocukları, delileri tarih boyunca “kısıtlı” sayan, erkek bakış açısına dayalı oluşturulmuş ataerkil hukuk elbette erkek otoritesinin kurumsallaştırıldığı bir alan. Suç iddiasının varlığından itibaren kadınlarla erkeklere muamelede farklılıklar ortaya çıkıyor. Kadın suç işlediğinde ayıplanır, “namus”a halel getirdiği düşünülünce tecrite maruz kalırken, erkekler özellikle bazı suçlarda toplum tarafından desteklenmekte, kadın için aşağılayıcı olan suç olgusu erkek için gurur verici görülmekte. Hukukun toplumsal normların bir yansıması olması nedeniyle cinsiyete dayalı eşitsizlik yargı kararlarında da kendini gösteriyor, eşitsizlik her kararda yeniden üretiliyor.
Kadınlar gözaltı süreçlerinden yargılama ve kapatılma/cezalandırma süreçlerine kadar yalnızca kadın oldukları için ve toplumsal rollere itaat etmedikleri için iktidar tarafından şiddete maruz bırakılıyorlar. Kadın hep olduğu gibi bu sistem içinde de her zaman “öteki”. Bu yüzden kadınlar, ihtiyaçları görmezden gelinerek erkeklerin ihtiyaçları temelinde inşa edilmiş hapishanelere kapatılırlar. Çocuklarıyla birlikte kalmak zorunda olan anneler, gebeler, pembe kimliği olmayan trans kadınlar “yok”tur. Tutuklanarak toplumsal ahlaka, kadınlık rollerine aykırı davrandığı düşünülen kadın, hukuki cezalandırmanın ötesinde, yargısal bir kurum olmayan hapishane yönetimi tarafından da türlü yaptırımlara maruz bırakılarak aşağılanır. Çıplak arama ve jandarma nezaretinde jinekolojik muayene ile güvenlik gerekçeleri adı altında kadına artık hapishanede olduğu ve otoriteye itaat etmesi gerektiği dayatılır.
Jinekolojik rahatsızlığı nedeniyle haftalarca hastaneye gitmeyi beklemiş olan, sevki yapıldığında da jandarmanın gözetiminde muayene edileceğini öğrenen Angelina, muayene olamadan hapishaneye geri dönmek zorunda kaldı.
Kolluk tarafından zaten üstü aranarak hapishaneye getirilen Aynur, girişteki çıplak arama uygulamasını kabul etmediği için yerlerde sürüklendi..
Trans tutsak Esra, erkek hapishanelerinde her türlü transfobik şiddete,tecrit içinde tecrite, erkek gardiyanlar tarafından tecavüze maruz bırakıldı.
2017 verilerine göre 624 çocuk oynayacak, emekleyecek alanları olmadan, dışarıyı görmeden anneleriyle birlikte her yeri beton ve yüksek duvarlarla örülü olduğu hapishanelere kapatıldı.
Bu sayılar birer istatistikten ibaret değil. Bunları yaşayan yalnızca ismi geçen kadınlar değil. Daha önce eve kapatılan ve bağımsız bir kişiliği olduğu görmezden gelinen kadınlar, hapishanelere kapatıldıklarında da her gün, her dakika yine ataerkil bir yapı ve bir otoriteyle karşı karşıya kalıyorlar.
Bu kadınlar, erkek iktidara her karşı çıkışları, her itirazları, her direnişleri için sindirilmeye, kişiliksizleştirilmeye, ve ceza içinde cezaya maruz bırakılıyor.
İktidarın her dönemde değişen biçimleri, kadına yönelik baskı ve saldırıların biçimini değiştirse de, kadını her dönemde değişen mekanlara fakat değişmeyen bir anlayışa tutsak ediyor. Tutsak edildiği yerler değişse de değişmeyen bu anlayış; kadının kapatılması gerektiği anlayışı. Ataerkil toplum içerisinde kalıplaşan ikincil pozisyonlarının değişmemesi için, kadınların kendi potansiyellerini keşfetmelerinin, kendi hayallerini ve hayatlarını yaşamalarının önüne dini, siyasi, ekonomik, kültürel engeller konuluyor. Bu yazıda somutlaşan kapatılma mekanları aslında daha kapsayıcı bir mecazi kapatmanın göstergesi oluyor, çünkü kadınlar zaman zaman mekansal olarak fakat çoğu zaman sosyal olarak izole ediliyor.
Kadınları ataerkil sistemin yarattığı bu anlayış içerisinde hapsederek yalnızlaştırmaya, sindirmeye çalışanların karşısında ise çakmak çakmak parlayan gözler duruyor. O gözler bize bakıyor ve biz bu bakışları biliyoruz. Bu bakış Suffolk’taki kadınların gözünde parlayan bakış; bu bakış Nevin’in bakışı; bu kardeşimizin gözünde, annemizin gözünde, aynadan yansıyan suretimizde gördüğümüz bakış. Ve biliyoruz ki bizi yalnızlaştırarak tutsaklaştırmaya çalışanların karşısında, gözümüzdeki ışığı kaybetmediğimiz sürece, birbirimizin gözündeki ışıkla daha da parlayacağız.
Özlem Arkun & Esra Çelik
Meydan Gazetesi Sayı 48, Mart 2019