“Açlık Grevinde bir kişi var. O’da şov yapıyorlar. Yiyecek stokları var. Kontrol bizde, gizli gizli yiyorlar. Sahte açlık grevindeler, yemek yiyorlardır” Korku böyle bir şey işte saçmaladıkça saçmalatıp salaklaştırıyor.
1984’den 2012’ye Devletin dili aynı dil.
12 Eylül, sokaklarda insanların avlandığı, cezaevlerindeki tutsakların teslim alınmaya çalışıldığı yıllardı. Tek tip elbise giyme dayatması darbecilerin geliştirdiği kişiliksizleştirme politikalarından sadece biriydi. Devrimci tutsakların, özellikle Diyarbakır, Mamak, Metris gibi cezaevlerine adımlarını ilk attıklarında karşılaştıkları cümle, ‘burası bir cezaevi değil, askeri okuldur ve sizler de bu okulun öğrencilerisiniz” oluyordu. İşte askeri cunta, cezaevlerine doldurduğu tutsakları, sözünü ettiğimiz bu militarist sistem içerisinde “hizaya sokmayı” kafasına koymuştu.Tutsaklara spor yaptırma adı altında uygun adım ırkçı marşlar ezberletmek, cezaevlerinin iç güvenliğinden sorumlu, rütbeli rütbesiz tüm askerlere “komutanım” diye hitap etmeye zorlamak gibi baskı uygulamaları ise burada sayabileceğimiz diğer birkaçıydı. İşte tek tip elbise dayatması da darbecilerin “asker mahkum” haline getirdiği tutsaklara giydirmek istediği askeri üniformaydı.
Cuntanın yukarıda bazılarını saydığımız bu uygulamalarına karşı çıkmanın bedeli ise bazen yaşamların kendisi oluyordu.
1984’ün Nisan ayı sonlarında, devletin kendilerine giydirmek istediği o soluk lacivert renkteki üniformayı giymek istemeyen tutsaklardan bazıları önce süresiz açlık grevi, sonrasında da ölüm orucu direnişi başlattılar. Darbenin şefi olan Cumhurbaşkanı Kenan Evren aynı günlerde ölüm orucu direnişçileri için, ”gizli gizli yemek yiyorlar” ifadesini kullandı. Direnişin 64, 66 ve 73. günlerinde dört tutsağın ölümü sonrası devlet geri adım atarak, tek tip elbise uygulamasından vazgeçti.
1996 yılına gelindiğinde ise devlet tutsaklara yönelik bu kez “F Tipi cezaevi” adı altında yeni bir saldırı hattı oluşturmuştu. Tek kişilik hücre tipi cezaevleriyle istenilen, tutsakların yaşamlarının tamamen tecrit altına alınmasıydı. F tipi cezaevlerine yönelik Türkiye’nin tüm cezaevlerinde bulunan tutsakların büyük bölümünün katıldığı direnişe ise devletin karalama amaçlı saldırısı da gecikmedi. Dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan, direnişi kamuoyu nezdinde aklısıra mahkum edebilmek için, ”kantinden stoklamış oldukları yiyecekleri yiyorlar” demişti. On iki tutsağın yaşamını yitirdiği direniş sonrası F tipi hapishanelerin açılması gündemden kalktı.
2000 yılı sonlarına doğru F tipi cezaevlerinin “hizmete girmesi için” yeni bir saldırı daha başlatıldı. Tutsakların yanıtı bu kez ölüm orucu direnişi oldu. Yine Türkiye’nin birçok cezaevinden yüzlerce tutsak önce süresiz açlık grevi, sonrasında da ölüm orucuna girdiler.O dönemde İçişleri Bakanı olan Sadettin Tantan, Milliyet gazetesine verdiği demeçte ölüm orucu direnişinin “sahte” olduğunu iddia etmişti. Milliyet gazetesi ise, bakanın demeciyle, durumdan vazife çıkarmayı ihmal etmedi. 19 Aralık 2000 tarihinde gece sabaha karşı, devletin ağır silahlar ve bombalar kullanarak başlattığı ve otuz iki tutsağın yaşamını yitirdiği kanlı operasyonu okurlarına “Sahte Oruç, Kanlı İftar” manşetiyle duyuruyordu.
Ve yıl 2012… On dört ayı aşkın bir süredir ağır tecrit altında bulunan Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması, anadilde eğitim ve kendilerini anadillerinde savunmak isteyen Kürt tutsaklar, 12 Eylül 2012 tarihinde açlık grevi direnişi başlattılar. İlerleyen günlerde yeni katılımlarla 700 civarındaki tutsağın eylemi 50’li günlere geldi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan eylemin 48. Gününde katıldığı bir davette, fiilen ölüm orucuna dönüşen açlık grevi eylemleriyle ilgili olarak gazetecilerin yönelttiği soruya verdiği cevapla, kendisinden önceki iktidarların benzer direnişlerle alakalı yaklaşımlarını da aratmadı. ”Aç kalan falan yok, herkes bir şekilde her şeyi yiyor” cevabı, devletin dilinin, iktidarlar değişse bile aynı olacağını gösteriyor. Açlık grevinde artık kritik günlere gelindi. 1982 Diyarbakır Cezaevi’ndeki ölüm orucu direnişinde ölümlerin 53. günde başladığını düşünürsek, devletin uzlaşma adımı atmaması halinde bu direnişte de ölümler olması kaçınılmaz hale gelecek. Devlet yetkililerinin yakın tarihin çeşitli dönemlerindeki ölüm orucu direnişlerine dair birbirine benzer açıklamaları bu anlamda devlet açısından bizce şaşırtıcı olamayan bir biçimde tarihin tekerrür ettiğini bir kez daha göstermiş oluyor. Fakat aynı zamanda bu manipülatif “açıklamaların” aksine, bedenlerini ölüme yatıran insanlar ödedikleri bedelle verilen mücadelenin haklılığını da ortaya koymuş oluyor.
Ozan Şahin
Meydan Gazetesi Sayı 5, Kasım 2012