Yıllar sonra belki bir başka film de bugünü anlatacak
Bir film, her zaman yalnızca bir film olmayabiliyor. 30 Kasım’da gösterime girecek olan “Simurg” filminin fragmanını izlerken ilk akla gelen şey, bende bu oldu: “Burada anlatılanlar yaşandı.”
Refik’le film kolektifinde tanıştım. Tanıştım dediğim, kendisi gibi eski tutsaklarla yürüttüğümüz sinema çalışmalarına geliyordu. Geliyordu gelmesine ama uzun süreli açlık grevi-ölüm orucunda kalmış olması, bu süreç boyunca başta B1 gibi vitaminleri alamamış olmasından kaynaklı olarakta diğerlerinde olduğu gibi Refik’te de “yakın dönemli hafıza kaybı” vardı. Bu durumu ilk keşfeden doktorların isimlerinin verildiği Wernicke-korsakoff denen bu sendrom, uzunca bir süre adli tıp kurumu tarafından kabullenilmedi. Operasyonda kurşunlanan ve yakılan birçok tutsağa göre, bu kimselerde görünüşte fiziksel bir hasar bulunmaması, politikacıların ve medyanın “bunlar sapasağlam” söylemine yol açtı. Adli tıptan alınacak rapora göre tahliye edilip edilememe durumundaki bir çok tutsak, ki bunların büyük çoğunluğunda beynin önemli ölçüde işlevini yapamamasından kaynaklı yaşamlarını tek başlarına sürdürecek durumda değillerdi, devletin o dönemki cezaevi politikalarının sahiplenicisi ve sürdürücüsü olan adli tıp kurumundan bu yönlü bir rapor alamadığı için tedavi olanaklarına erişemedi. Devlet “hayata döndürmeye” kararlıydı.
İşte Film Kolektifi dediğimiz çalışma, 19 aralık ile birlikte yaşamları çalınmış farklı siyasetlerden bir grup eski tutsağı, yaşama yeniden kazandırma için sinemanın araç olarak kullanılması fikrinden yola çıkılarak başlanmış bir çalışmaydı. Beyoğlu’nda eski bir iş hanının bir katında küçük bir odada başlayan çalışmalara, aralarında Metin Yeğin, Hüseyin Kuzu, Dilek Çolak gibi sinemacılarında gelerek bilgilerini ve deneyimlerini paylaştıkları bir çalışma. İlk başlarda neden burada olduklarını anlamakta zorlanan tutsak “öğrenciler” zamanla sinemanın kendi sorunlarını aktarmada iyi bir dil olduğunu keşfederek, kendilerini daha da katacaklardı bu çalışmaya. Küçük senaryo yazmalar, gündelik yaşamı kaydetmeler, belli konularda röportaj çekimleri, görüntüleri bilgisayara atıp üzerinde düzenleme yapmalar, bu tutsakların yaşama bakışlarını da geliştiriyordu.
Merhaba, Ben Refik! Ama sizi yarın hatırlamazsam kusura bakmayın
İşte Refik’le de burada tanıştım. Ertesi gün bir kez daha, daha ertesi gün bir kez daha. Her sabah “Merhaba, Ben Refik” diyordu. “Ama sizi yarın hatırlamazsam kusura bakmayın”. Her gün yeniden yeniden geliyordu dünyaya ve yine o şekilde sessizce gidiyordu sanki. 19 Aralık’la devlet, hem geleceğini hem de geçmişini çalmıştı bir çok kişinin.
Mesela Arıkan kardeşlerin. Erdal, Erol ve Hacer Arıkan’ın. Bacağındaki şarapnel parçaları yüzünden aksayarak yürüyen Erol’un, diri diri ateşe atılarak vücudunun birçok yerinde yanıklar oluşan, parmaklarını dahi kullanamayan Hacer’in ve ikisinin de ağabeyleri Erdal’ın.
Film Kolektifi çalışmalarına da katılan Hacer Dilek Çolak ile beraber hazırladığı, kendi yaşamını anlattığı Karanlıktan Aydınlığa filmi ile Ankara Film Festivali’nde ödül de kazanmıştı. Ama hem yaşamında hem de bu filmde sorduğu soruların yanıtını bulamadan, kendisini diri diri yakanlarla hesaplaşmadan, hiç bir ödül onun acılarını dindiremeyecek: “Ben Hacer Arıkan. Yıllar önce, 19 Aralık’ta televizyonlara düşen, yanmış bedeni sedyede taşınan kadın vardı ya, işte o benim. Yandım. Beni yaktılar. Beni devlet yaktı. Hayır, ben bundan fazlasıyım. Birinin çocuğuyum, kardeşim, arkadaşım, insanım, insanım, insanım. Beni ve insanlığı 19 Aralık’ta yaktılar.”
O gün, herkes Hacer kadar şanslı değildi! 20 cezaevinde aynı anda başlayan bu operasyonda en az 30 tutsak öldü.
Yıllar sonra belki bir başka film de bugünü anlatacak
Yönetmen Ruhi Karadağ, “Simurg” adını verdiği filmin gösterimi için 19 Aralık’ın yıldönümü öncesindeki bir tarihi belirlemiş. O günlerde göstererek, yıllar öncesinin operasyonunu unutturmamayı seçmiş. Ama hayat durmuyor işte. Bu yazının yazıldığı günlerde 50. günü ve 700 kişiyi aşan bir açlık grevi sürmekte. Zaten birçok baskıya karşı geldikleri için cezaevlerine kapatılan tutsakların kendi bedenlerini bir eyleme dönüştürmeleri de elbette devletçe görülmeyecek, görülse de çarpıtılacak, atacağı adımlar da yaşatmaktan çok öldürmek için olacaktır.
Simurg belgeselinde konuşulan kişilerden biri olan Hüseyin Gündüz de bizim oranın çocuğu, Divriği’li. O, bir önceki dönem, 1996 yılındaki açlık grevine katılanlardan. “İçerideki mücadeleye ve devletin sana karşı yürüttüğü saldırılara karşı en değerli şeyimizi, canımızı ortaya koyuyoruz. Yani bu bir çaresizlik değil bir mücadele biçimi.” diyor.
Bu seferki açlık grevinden de bir isimden söz etmek istiyorum. Tayyip Temel’den. Kendisi ile 12 Eylül 1980 günü doğanlar ile ilgili yaptığım bir belgesel projesinde tanıştım. 12 Eylül’ün süren etkilerini o gün doğan çocuklar üzerinden anlatmayı deneyen bu film için yapılan çağrıya yanıt verenlerden biri de Tayyip Temel olmuştu. Şimdiki açlık grevinin 12 Eylül 2012’de başlayan ilk grubunda olan ve sağlık durumu gittikçe kötüleşen gazeteci Tayyip Temel 12 Eylül 1980 doğumlu. Eğer somut adımlar atılmazsa doğumu da ölümü de 12 Eylül yüzünden olacak. Zaten kendisiyle bundan 7-8 sene önce yaptığım bir görüşmede şunları söylemişti: “Faşist darbeci ve ayrımcı zihniyet değişmediği, akan kan durmadığı sürece, yarın başka başka filmciler gelip başka başka günlerde doğan çocuklar arayacaklar.”
**Ne dersiniz, haklı değil mi? **
Gürşat Özdamar
Meydan Gazetesi Sayı 5, Kasım 2012