“Kendimize kim olduğumuzu hatırlatmak için hepimizin aynalara gereksinimi var.“ (Memento)
Siyaset dedikleri sihirli bir değnek... Kimin elinde boy gösterse, insanlara dünyayı onun gözüyle seyrettirmeyi başarıyor. Belki de Arapça köküne inildiğinde “vahşi bir atı sakinleştirme” anlamına ulaşılabildiği içindir. Belki de dünyayı izlemenin tatlı rehavetiyle ona kimin gözünden baktığımız artık önemini yitirdiği içindir. Sahi, kaç zamandır bu tribünde oturduğunu hatırlayan var mı aramızda? Kim olduğunu ve ne istediğini çoktan unutmuş olan bunca insan içinde aynaya bakacak cesareti olan kaç kişi bulabiliriz?
Başka Bir Dünya: Selanik
Bolluk günlerinde her şey an’da kilitlenmiş gibidir. Ezeli bir sükûnetin içinden gelip ebedi bir saadete ulaşan bir an’dır bu… Başka olasılıklara göz kırpmak, başka yollar aramak, başka sularda kulaç atmak kimsenin aklına bile gelmeyecektir… Olan biten her şey, başka türlüsü mümkün olmadığı için yaşanmaktadır zaten. Sonra birden bir şey olur. Bolluk günlerinin ezeli ve ebedi olmadığını bize hatırlatan bir şey… Ve kendimizi sayısız olasılıkla baş başa buluveririz… Tribünden sahaya inip diğer olasılıkları test etmenin zamanı gelmiştir artık… Tıpkı Selanik’te VIO.MET işçilerinin yaptığı gibi…
Fabrika yönetimi 2011 Mayısında krizi bahane ederek üretimi durdurtup ortalıktan toz olur. Ne de olsa dünyada aynı işi çok daha ucuza yaptırabilecekleri aç insanlarla dolu başka ülkeler vardır. Fabrikayı korsanlar gibi buharlaştırırlarsa yaklaşık 50 işçinin ödenmemiş maaşlarının da, yıllarca çalışarak hak ettikleri tazminatların da yükünden kurtulmuş olacaklardır. Her şeyi düşünmüşlerdir ama işçilerin tribünden sahaya inebilecekleri gelmemiştir akıllarına. Ve akla gelmeyen başa gelir. Çünkü bolluk günlerinin sonunda her zaman başka olasılıklara açılan kapılar vardır.
VIO.MET işçilerinden 38’i, patronun fabrikadaki stoku ve makineleri kaçırmasını engellemek için fabrikada nöbet tutmaya başlarlar. Resmi olarak işsiz sayılmamaktadırlar fakat işleri yoktur. Toplanırlar, düşünürler, konuşurlar… Başka olasılıkların varlığını hatırlayacak kadar köşeye sıkışmışlardır artık. Böylece oy birliğiyle fabrikayı özyönetim esaslarına göre işler hale getirmeye karar verirler. Kooperatifleşecek ve patronlar için değil, kendileri için üretime başlayacaklardır. Çünkü onlar için kooperatif demek, aracıların, bilicilerin ve hazır yiyicilerin aradan çekilmesi demektir. Ve bir aynaya ihtiyaç duyduklarında Arjantin’de, Brezilya’da, İspanya, Almanya ve Sırbistan’da halen yaşanmakta olan özyönetim deneyimlerine bakmaları yetecektir. Ya da biraz geriye gidip Ege’nin doğusuna da bakabileceklerdir.
On İki’den Geriye
Kenan Paşa’ya soracak olursanız “on iki” düşmanın denize dökülmesi demektir. Onun gibi bir şey en azından… Sıkıyönetim Savcılarının iddianameleri de bunu doğrulayacaktır. İzmir’deki Tariş davasında tutuklanan 135 işçi hakkında “vatan topraklarının bir bölümünü işgal etmek”ten dava açtılarsa bir bildikleri vardır. 12 Eylül’den yedi ay önce devlet, askeri ve polisiyle on bin kişilik silahlı bir gücü seferber ederek Çiğli İplik Fabrikasını “düşman işgali”nden kurtarmasa neler olurdu hiç öğrenemedik… Ama orada yaşananların Yeni Çeltek’le bir ilgisi olduğunu da dönemin gazete arşivlerinden okumuş bulunduk.
Evet Yeni Çeltek! Peki neydi Yeni Çeltek ?
Türkiye Şeker Fabrikaları 1955’te Amasya Suluova’da bir şeker fabrikası açar. Suluova’da pancar vardır. Pancar’ı işleyip şekere dönüştürmek için gereken enerjiyi sağlayacak kömür yatakları da vardır. Böylece Yeni Çeltek maden ocağı da Suluova’da açılır. Köylüden pancar yok pahasına alınacak, madende kömür, işçilerin ölesiye çalışmasıyla elde edilecek, ve bu acımasız çark dönerken memleketin en ucuz şekeri imal edilecektir. Çarkın güvenli biçimde işlemesi için de silahlı külahlı gangster sendikacıların ağzına bir parmak bal çalınacaktır. Her şey 1920’lerin Amerikasındaki gibi başlar ama aynı yılların İtalyasındaki gibi sonuçlanır. 1974 - 80 arası kocaman bir dalgaya dönüşen halk hareketi kendisine yeni yollar, yeni kollar, yeni kanallar açarak ilerler. Dünyadaki farklı deneyimlerin bilgisine derinlemesine sahip bir hareket değildir bu. Ama hareket halindeki topluluklar başka olasılıkları görmeye meyyal olurlar. Yeni Çeltek’te de olan budur. Önce gangster sendikacıların tekeline son verirler. Devrimci çevrelere kapılarını açarlar. Devrimci komiteler, sendikalar, inisiyatifler kurulur. Yerden biter gibi adeta... Çünkü harekette bereket vardır. Çünkü hareket halindeki toplulukların “tehlikelere” odaklandığı pek görülmemiştir. Politik “doğrular” değil, akacak kanallar önemlidir. Yeni Çeltek’te de Yeraltı Maden İş sendikası örgütlenir. Yine de koşulları değiştirmek zordur. Gangster sendikacılar ellerinden kayıp giden iktidarı yeniden ele geçirmek için kan dökerler. Ama topluluklar bir yerde harekete geçtilerse, kurbanlık olmaktan hoşlanmadıkları içindir. Gangster sendikacıların da kanı dökülecektir bu durumda. Çünkü “düşman, kendi kanını görene kadar korkunçtur!” 1976’da Suluova’nın Halk Komiteleri vardır, işçilerle profesyonel sendikacılar arasındaki hiyerarşiyi ortadan kaldıran bir örgütlenme vardır, insanların öz savunmanın meşruiyetine duyduğu güven vardır. Bunlar varken işçiler kendi taleplerini işverene “dayatabilme” gücüne de sahiptir. Yüzlerce işçinin 23 günlük başarılı grevi örgütlü direnişin nelere kadir olduğunu bütün Suluova’ya gösterir.
1980’e gelindiğinde vahşi çalışma koşulları bir ölçüde ortadan kalkmıştır. üretimde verimlilik yüksektir ancak işveren maliyeti de yüksek bulmaktadır. Hal böyleyken ocakların kapatılmasına karar verirler. Bütün Suluova’nın ve çevre ilçelerin desteğini alan işçiler ise grevle yanıtlarlar bu kararı. Ama işlerin durdurulduğu bir grev değildir bu. İşçiler ocaklara inmeye devam ederler. Artık işveren için değil, kendileri için kazma sallamaktadırlar. Söz yalnızca onlardadır. Ve buna dostlar arasında özyönetim denmektedir. Tıpkı 1977’de Aşkale’de, 1970’te Günterm Kazan Fabrikası’nda ve 1969’da Alpagut’ta olduğu gibi…
Yeni Çeltek’teki özyönetim macerası “on iki”de son bulur. Parlamenter “demokrasi” balkabağına dönüşür. Fareler ve insanlar baş başa kaldığında Suluova’nın 689 evladına Dev-Yol üyesi olmak suçlamasıyla dava açılır. Bunlardan 64’ünün idamı istenir…
Köke Ulaşmak: Hikâyenin Başlangıcı
Çorum’un leblebisinden başka bir de Alpagut’u vardır. Hatta önce Alpagut’u vardır ki bunu bilmemek ne olduğumuzu ve aslında kim olabileceğimizi de bilmemek anlamına gelir.
Alpagut’ta 1942’de kurulan maden ocakları zamanla bölge halkının tek geçim kaynağı olmuştur. Ağır çalışma koşullarına ve kuş kadar ücretlere onca yıl katlanan madenciler, 1969’a gelindiğinde açlıkla baş başa kalırlar. İki buçuk aydır maaşları ödenmediği gibi ne zaman ödeneceği da söylenmemektedir. Bölge tarıma elverişli değildir. Neredeyse tüm araziler maden işletmesi için istimlâk edilmiştir. Bölge insanının, yaşamak için ocaklarda heder olmaktan başka bir seçeneği de yoktur. 13 Haziran 1969’a gelindiğinde tam 73 gündür ücretlerini alamayan 950 işçi; “Biz unutulduk. Öyleyse biz kendimizi düşünelim” diyerek ocağı işgal ederler. Kendi deyişleriyle “yönetime artık işçiler el koy”muşlardır.
Sonrası bu 950 işçiden 786’sının sonuna kadar sürdürdüğü 35 günlük bir “ihtilal” hikâyesidir. İşçiler, adına “ihtilal konseyi” dedikleri bir öz örgütlenme kurarlar. “Öncü” partileri, profesyonel “rehber”leri, liderleri yoktur. Konsey bütün işçilerin ortak kararıyla, konsensusla seçilmiştir. Konsey, bütün işçilerin dahil ve eşit söz (oy) hakkına sahip olduğu işçi genel kuruluna bağlıdır ve olağanüstü toplantılar dışında her hafta toplanan genel kurula hesap vermektedir. Hiyerarşik işbölümü kaldırılmıştır. İşçiler sekizer saatlik üç vardiya halinde çalışacaktır. İşgalin güvenliği, işçiler, eşleri ve çocukları tarafından ortaklaşa sağlanmaktadır. Üretilen kömürün satışını da “ihtilal konseyi” üstlenmiştir. Aracıların ve profesyonel işbölümünün ortadan kaldırılması demek, daha yüksek verimlilik, daha ucuz kömür, daha insani çalışma şartları ve daha çok ücret demekti. (Evet Alpagut aynasına bakmadan önce, anarşinin belirsiz bir gelecekte değil, hemen şimdi aslında sana ne önerdiği hakkında bir fikrin yoktu değil mi itiraf et.)
“İhtilal”in ikinci ve üçüncü haftasında üretim yüzde elli artmıştı. Maazallah devlet otoritesinin bu şekilde sarsılması başka yerler için de örnek olabilirdi. 17 Temmuz günü madeni kuşatan jandarma “ihtilal”e son verdi. Sonrasında her şey “normal”e döndü ve işçilerin beş aylık pasif direnişi sonucu yeniden işe dönecek olan 13 kişi işten atıldı.
Köke dönüş derken kasıt Alpagut aynası değildi elbet. 1956 ‘da Macaristan’da ortaya çıkan işçi konseyleri, 1936’dan 1939’a kadar İspanyol devrimine damgasını vuran anarşist kır komünleri ve işçi komiteleri, 1920’lerde İtalya’da ortaya çıkan (anarşistlerin ve komünistlerin etkin olduğu fabrika konseyleri, 1923’te cumhuriyetin ilanından hemen önce İstanbul’da iş yerini işgal ederek denetimi ele geçiren mürettiplerin direnişi, Rusya’da yenilgiye uğrayan 1905 devrimi sırasında işçiler tarafından kurulan ve 1917 Şubat devrimi sırasında dört bir yanda yeniden boy gösteren sovyetler ve elbette 1871 Paris Komünü…
Hep geriye gitmenin mümkün olduğu bu yolculukta hiçbir deneyimin bize “eksiksiz” ve “olgun” bir model sunmadığı söylenebilir elbette. Ama zaten varlık nedeni yalan söylemek olan siyaset erbabından başka kim kusursuz bir tıraş deneyimi vaat edebilir ki bize?
Ve en başta söylendiği gibi… Siyaset dedikleri sihirli bir değnek... Kimin elinde boy gösterse, insanlara dünyayı onun gözüyle seyrettirmeyi başarıyor. Oysa bir de toplumsal devrim ihtimali var. Orada eller senin ellerin, gözler senin gözlerin ve diğer her şey herkesindir. Çünkü hayatlarımızdan başka sahip olabileceğimiz hiçbir şey yoktur gerçekte ve sistem denilen bu dipsiz kuyu bize hayatlarımızdan başka her şeye sahip olabileceğimizi söyler. Ve biz, ezeli bir sükûnetin içinden gelip, ebedi bir saadete ulaşan bir an’ın içinde olduğumuz zannıyla bolluk günlerinin sona ermemesini dileriz.
Erdinç Yücel
Meydan Gazetesi Sayı 5, Kasım 2012