Fransız ressam Maurice Orange’ın “Bonapart piramitlerin önünde, bir kralın mumyasına bakıyor” (“Bonaparte devant les pyramides contemplant la momie d’un roi, 1797”) adlı resminde Napolyon’un Mısır Seferi’ni tıpkı benzer konuları işleyen diğer eserlerde olduğu gibi çarpıcı bir gerçeklikle konu edinmiştir.[1] Ellerinde silahlarıyla, gezintiye çıkmış Napolyon’u ve beraberindekileri koruyan askerleri, orduyla birlikte gelen koltuğunun altında kitabı ve elinde şemsiyesiyle “bilim insanlarını”, mumyanın durduğu lahiti tutan Mısırlı’nın yanında şapkası ve baştan ayağa giyinişiyle kendini belli eden “batılı kaşif” figürünü ve son olarak belki de kendi tarihinin Napolyon’larından birinin çürümeden korunmuş cesedini tutarak Napolyon’a bakan Mısırlı’yı başarılı bir şekilde tasvir etmiştir.
Yalnızca bu resim bile (istemeden de olsa) kolonyalist işgalci ve kaşif arkeolog arasındaki tarihsel ilişkiyi açığa çıkarmaya yeter de artar bile. Ama gelin biraz da diğer örnekleri inceleyelim. Arkeolojinin tarihi bugün pek çok arkeolog tarafından keşifler tarihi ve insanlık tarihinin anlamlandırılması sürecine katkıda bulunmuş önemli kaşiflerin maceralarının idealize edilmesiyle anlatılır. Erken dönem arkeologlardan Heinrich Schliemann’ı hatırlayalım örneğin. Gemicilik, esnaflık ve Amerika’da “definecilik” gibi pek çok iş yapan, Anadolu’ya esasen tüccar olarak gelen ve Helen Kültürü’ne (özellikle de Homeros’un metinlerine) yakın ilgisi olan Schliemann, zengin olma hayalleriyle Troya’nın hazinesini bulmaya gelmişti. 1868 yılında Pınarbaşı ve Hisarlık Höyüğü’nü inceleme fırsatı bulan Schlimann, okuduklarıyla kurdukları benzerliklere binaen Hisarlık Höyüğü’nde karar kılmıştı. Yaptığı tercih onu “Priamos’un hazinesi”ne götürdü. Bugün “yağmacı arkeoloji” olarak sınıflandırılan ve akademik camiada belli bir anlamda politik olan içeriğinden yoksun olarak anlatılan hikayenin sonu, Troya hazinesinin dünyanın pek çok yerine dağılmasıyla ve günümüzde devletler arasındaki gerilimlerden bir diğerini yaratan konu başlığı olarak tekrar pek çok kişinin gündemine düşüyor.[2]
Yağmacı Arkeologdan Bilim İnsanı Çıkaran Arkeoloji Tarihçiliği
Schliemann bir örnek. Peki ya diğerleri? Öjeniklerle ilişki kuran Flinders Petrie[3], bir İngiliz bürokratı olan Henry Layard ve Arthur Evans gibi dolaylı yoldan kolonyalizmle ilişkide olan erken dönem arkeologları gözümüzün önüne getirecek olursak, arkeolojinin dünya çapında ortaya çıkışı ve bir bilimsel disiplin haline gelişi sürecindeki sorunları tekrar hatırlayabiliriz. Bu insanların ortaya çıkardıkları eserlere ve neticesinde açığa çıkan bilgiye değil de yaptıkları işlemler sırasında kolayca gözlemlenebilecek kirli bağlantılar ve beraber yürüyen devlet ideolojisinin yayılışı, üzerinde durulması gereken önemli bir konu olarak güncelliğini koruyor.
Koruyor çünkü bu sefer daha organize ve “bilimsellik” kisvesi altındaki meşrulaştırmalarını daha farklı şekilde kurgulayabilen bir modern “yağmacılık” söz konusu olmaya devam ediyor. Çok geriye gitmemize gerek yok, yakın tarihte arkeolojik kalıntıların bolluğuyla ve görkemiyle meşhur mezopotamya coğrafyasında yaşanan Suriye Savaşı ve Irak İşgali süreçlerine yakından bakıldığında arkeolojinin devletin ve işgalin maşası olarak hala sahada olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Çatışmalar sırasında yıkılan Emevi Camisi, El Medine Çarşısı, Krak des Chevaliers, Jobar Sinagogu ya da bizzat IŞİD tarafından zarar verilen Palmira Antik Kenti ve Ninova Arkeoloji Müzesi’ne[4] yönelik saldırılardaki asıl sorumlunun ilk bakışta görünen birincil failler mi yoksa bu savaşı başlatan küresel kapitalistler mi olduğu sorusu şimdilik bir kenarda kalsın. Ondan önce ticari bir nesne olarak arkeolojik eserlerin silah pazarını nasıl şekillendirdiğine dair güncel bir örnekle sizi başbaşa bırakalım ve “yağmacılık” bugün nasıl sürüyormuş biraz daha yakından bakalım:
“İtalya basını, IŞİD’in ele geçirdiği arkeolojik kalıntıları ve sanat eserlerini, İtalyan Camorra ve ‘Ndrangheta mafya örgütleri aracılığıyla satarak karşılığında silah aldığını, çalıntı sanat eserlerinin de Türkiye üzerinden İtalya’ya ulaştırıldığını iddia etti. La Stampa’nın dünkü haberinin ardından Il Mattino gazetesinde bugün yer alan bir haberde de “İtalya ve Avrupa pazarına gönderilen eserlerin Türkiye üzerinden doğrudan (İtalya’nın güneyindeki) Gioia Tauro Limanı’na getirildiği” iddiasına yer verildi.”[5]
Batılı işgalcilerin “egzotik kültürlere yönelik” saldırılarına ilişkin bir başka örnek için 2000’lerin başına gidelim. Mezopotamya’nın Mona Lisa’sı olarak ün salmış Warka Başı’nın bulunduğu coğrafyadan kaçırılışı basında epey yer bulmuştu. 2003 yılının Eylül ayında tekrardan müzeye geri götürülüşüne kadarki süreçte “kültürel mirasın korunumu” amacıyla orada bulunan arkeologlar için gerçek bir mücadele(!) olmuş olsa gerek. Yanı başlarında bir Babil yerleşiminin askeri üs haline getirilmesi söz konusuyken hem de… Warka Başı’nın döndüğü yıllarda, MÖ 575’te inşa edilen ve 1900’lerin başlarında yürütülen kazı çalışmaları ile ortaya çıkmış Babil’in ünlü İştar Kapısı’nın bulunduğu arkeolojik alanın ortasına inşa edilen askeri üs konusunda tarafsız kalarak işgali savunucu pozisyonuna düşen arkeologlar dahi mevcuttu.
Başka örneklerde kendi yağmacı tavrını ortaya koymasına rağmen, söz konusu ABD olduğu zaman hızlıca harekete geçen British Museum, yaptığı çalışmada tahribatı “hayli talihsiz” şeklinde değerlendiriyordu. “Alanın yaklaşık 300 bin metrekarelik bir alanı çakıl taşı ile kaplandı. Çivi yazılı tuğla parçalarını etrafa saçarak arkeolojik dolguların içine siperler kazıldı. Başka bir alan ise helikopter inişi için düzleştirilerek tahrip edildi. Portatif tuvaletler ve otopark inşası gibi birçok amaç için bu alan tahrip edildi.”
Devletlerin Savaşında Form Değiştiren Ama İşlevi Değişmeyen Arkeoloji
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Arkeoloji: Tarihin ve Kültürün Yeniden Yapılandırılması” başlıklı kitapta, Ayşe Boren’in derlediği makaleler arkeolojinin etiğine, politikasına ve özellikle de pratiklerine eleştirel bir yaklaşımla kaleme alınmış.[6] Aralarından Tarihöncesi Arkeolojisi üzerine yoğunlaşmış arkeolog Oscar Moro Abadia’nın “Bir Kolonyal Söylem Olarak: Arkeoloji Tarihi” isimli yazısı konuya dair kapsamlı bir bakış açısı sunuyor ve önemli sorular soruyor. Yannis Hamilakis ise Irak işgali sırasında yukarıda örneklerini verdiğimiz olgulara ilişkin birincil gözlemlerini aktarırken arkeolojinin kapitalizmle olan ilişkisine de eğiliyor.
Abadia’nın belirttiği gibi: “Arkeoloji pratiği, milliyetçiliğin altın çağında, yeni şekillenen ulusal imgelemi maddi kanıtlarla desteklemiş; kolonyal güçlerin medeniyet anlatılarına dayanak sunmuş, kolonileştirilen halkların maddi kültürlerinin gasp edilmesini meşrulaştırmış ve muasır medeniyetler arasında yer edinmek isteyen eski sömürgelerin, kökenlerini dayandıracakları şanlı ve (formu itibariyle “modern”) “bir geçmiş inşa etme[lerine]” yardımcı olmuştur”. Arkeoloji bununla birlikte dönemin ruhuna göre işgal pratiğini değiştiren devletlerin de stratejisinin bir parçası olarak kapitalizmin kültürel inşa sürecine hizmet etmeye devam etmektedir. Hamilakis şöyle söylüyor: “Savaş makinesinin kültür kolu gibi çalışan bir arkeoloji. Birçok bakımdan 19. yüzyılın kolonyal arkeolojisini canlandıran ‘yeni bir arkeoloji’.”
Peki ya disiplinin kendi içinde geliştirdiği savaş karşıtı tavır, politik bir araç olarak arkeolojinin savaş alanına sürülmesini engelleyebilir mi? Yeraltından çıkan buluntuların “mülkiyeti” evrensel bir bilgi nesnesi olarak insanlığa mı yoksa çıkarıldığı coğrafyada bulunanlara mı ait? Peki ya adeta askeri bir disiplinle işleyen kazı pratiğinin içindeki iktidarlı ilişkiler?
Yalnızca Savaşa Değil, Savaşları Yaratan Devletlere Karşı Bir Arkeoloji?
Arkeolojinin politikası ve etiğine ilişkin henüz cevaplanmamış soruları hatırlatmak ve yeni sorular üretmek mümkün. Bütün bu soruları cevaplayacak yeni, özgürlükçü bir arkeoloji etiğinden bahsetmek için de henüz erken ancak halihazırda yoğunlaştığımız sorunun çözümüne dair aklımıza gelen düşünceleri ilk elden serimlemek faydalı olacak. Eğer savaş karşıtı bir arkeolojiden bahsedeceksek, onun özü itibariyle politik bir faaliyet olduğunu kabul etmemiz gerekecek. “Bilimsel nesnellik” ısrarına karşı, sosyal bilimlerin hemen her alanında olduğu gibi her arkeolojik araştırmanın politik anlamlar ifade ettiğini kavramak durumundayız. Diğer yandan devletin savaşlarda arkeolojiyi kullanmasını önlemek istiyorsak -en yalın anlamda- savaşları ortaya çıkaran gerçek sorumluyu yani devlet düşüncesini reddetmemiz gerekecek. Geçmişin yorumlanmasında karşılıklı yardımlaşmayı, ekolojik duyarlılığı ve iktidarsız ilişkileri açığa çıkaran; kralların, efendilerin değil sıradan insanların hikayesini anlatan ve bir araç; işgalin değil, insanın geçmişini anlama sürecinin hizmetindeki bir arkeolojiye ancak bu şekilde ulaşabiliriz.
Dipnotlar:
- https://commons.wikimedia.org/wiki/File:Orange,Maurice-_Bonaparte_momie.jpg
- https://rcac.ku.edu.tr/tr/kahramanlar-caginin-izinde-heinrich-schliemann-ve-troya-kazilari
- https://www.academia.edu/756522/_You_Call_this_Archaeology_Flinders_Petrie_and_Eugenics
- https://bianet.org/biamag/toplum/163014-suriye-nin-savasta-yok-olan-kulturel-mirasi
- http://www.diken.com.tr/italyan-basini-isid-calinti-sanat-eserlerini-italyan-mafyasina-silah-karsiligi-satiyor/
- http://www.e-skop.com/skopbulten/arkeolojinin-politikasi-ve-etigi/4352
Zeynel Çuhadar
Meydan Gazetesi Sayı 50, Haziran 2019