İklim değişikliği, iklim krizi diye anılır oldu şimdilerde. Büyük haber kanalları, gazeteler, haber siteleri, bu söylemsel değişikliğe durumun aciliyetini vurgulamak için başvurduklarını söylüyor.
Bu aciliyetli durumu şöyle tarifleyelim; canlı türlerinin yaşamını sürdürmekte oldukları ekosistemlerin yapısının bozulması, bununla birlikte bitki ve hayvan türlerinde azalma, canlı yaşamını etkileyecek aşırı sıcaklar, yağışların az olduğu dönemde kuraklık, çok olduğu dönemde sel gibi durumlar yani yağış dengesizlikleri, yağış ritminin bozulmasına bağlı olarak besin üretiminde aksaklıklar, canlı kırımına yol açacak hastalıkların artması…
Tüm bunlar konuşulurken çözüm için tek mecra gözükmektedir! Paris Anlaşması…
İklim Krizine Çözüm; Gaz Borsası
Küresel iklim krizine karşı anlaşmalar, temel olarak sera gazı salınımını azaltmaya yönelik yapılmaktadır. Sera gazı salınımları, endüstrileşme oranı yüksek olan devletlerle ilgilidir. Salınımın azaltılmasına yönelik önlemler, uluslararası toplantılarla karara bağlanır. Uzun bir süredir gündemimizde olan Paris Anlaşması da bu türden bir anlaşmadır.
Bu anlaşmanın öncüsü olan Kyoto Protokolü de benzer nedenle devletlerin iklimi konuşmak üzere toplandığı mecraydı. İklim gündemiyle devletlerin toplanması bundan çok daha önce başlar. 1972’de Stockholm’de düzenlenen BM “İnsan Çevre Konferansı”, 1979 Birinci Dünya İklim Konferansı, 1988 Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, 1992 Rio Yeryüzü Zirvesi…
Fosil yakıt tüketiminin küresel çapta yarattığı tehditlerin ciddi çıkmazlara girmesinin ardından, dünyadaki ‘hava kirliliğinin’ yani salınan zararlı gazların emisyonundan doğan tahribatın telafisi için 1997’de Kyoto’da bir toplantı gerçekleşti.
Kyoto Protokolü’yle sera etkisine neden olan gazların salınımının 1990’daki düzeye düşürülmesi hedeflendi. Ancak bu protokol sekiz yıl sonra yürürlüğe girdi. Bunda devletlerin imza atma noktasındaki isteksizlikleri, imza geciktirmeleri hatta imza atmamaları etkili oldu. Öte yandan, protokol imzacısı olan ya da olmayan devletleri bağlayıcı herhangi bir üst merci bulunmadığından imzacı olmak ya da olmamak mesele değildi!
Kyoto Protokolü devletlere (dolayısıyla bu devlet sınırları içerisindeki şirketlere) zehirli gaz salınımı sınırlaması getiriyordu. Bunun anlamı şuydu; sınır dolana kadar doğaya zarar verebilirsin! Dahası sınır dolmadığı takdirde, bu kotayı başka devletlere satabilirsin! Yeni bir ticaret açığa çıktı: zehirli gaz ticareti! Yani doğaya verilen zararı konu edinen protokol karbon ticareti, yenilenebilir enerji vb. yöntemlerle doğayı bir pazar haline getirerek bütün bir doğanın metalaşmasını çare olarak sunan bir mekanizmaya dönüştü.
Sistemin mevcut “sınırsız” üretim ve tüketiminden vazgeçmek yerine sınırsız bir şekilde kâr etmek için ‘temiz havayı satmayı’ çözüm olarak sunan bu sistem, uluslararası karbon ticareti hamlesiyle doruk noktasına ulaşmıştır. Kuruluşunda ilk olarak taraf devletler açısından kendi mevcut emisyon salınımlarının 1990’daki oranlarından en az %5 oranında azaltıma gidilmesi yönünde bir yükümlülük veren Kyoto protokolü, ABD’nin araya girerek devletlerin yükümlülüklerinin icrası konusunda ‘esnekliklere’ gereksinim duyulduğunu belirtmesinin ardından, “kolaylaştırıcı” maddelerin devreye girmesiyle şekil değiştirmişti.
Bu arada, bu zehirli gaz ticaretine girebilmek için protokole imzacı olmaya gerek dahi yoktu. İmzacı olmayan devletlerin de yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği programlarının geliştirilmesi veya birleştirilmesi amacıyla yatırım yapabileceği ve yatırım yaparken iş dünyasının, STK ve bireylere kadar ilgili her kesimin karbon denkleştirme amacı ile katılım sağlayabileceği bir yöntem olarak “Gönüllü Karbon Piyasaları” oluşturulmuştu!
Paris Anlaşması
Küresel İklim Krizi’ni dillendirenlerin, çözüm olarak Paris Anlaşması’nı işaret edenlerin görmezden gelemeyeceği gerçeklik; Kyoto Protokolü’nün başarısızlığıdır. İklim adaleti talep edenlerin, “yokoluş isyanlarında” bulunanların, iklim grevcilerinin bu anlaşmaların şirketler ve devletler için karlı bir mecraya dönüşmesini konuşmadan bu durumu eleştirmeden girişecekleri anlaşmanın imzalanması yönünde “sivil baskı” çabalarının nereye hizmet edeceği açıktır; zehirli gaz piyasalarına… Bu “eylemlerin” hedefine devlet ve şirketleri alamayacağı açık bir gerçekliktir.
Daha ötesi de var. Bugün “yenilenebilir enerji”nin kapitalizmin yeni bir sektörü haline döndüğü, yenilenebilir enerji şirketlerinin eko ya da doğa dostu ön sıfatlarla kurulacak yeni BP, Shell, ExxonMobil, Chevronlar olacağı açık bir gerçekliktir. Kaldı ki bahsi geçen fosil yakıt şirketleri bu yeni sektörün en önemli aktörleri konumundadır.
Neyin ihtiyaç, neyin kapitalizmin ve devletlerin daha fazla kar etme politikası olduğunun iyice belirginleşmesi gerekmektedir. Şu gerçekliği görmeden enerji şirketlerinin yarattığı bu muğlaklıktan kurtulamayız: Küresel İklim Değişikliği, yenilenebilir enerji şirketlerinin kendi STK’ları eliyle yürüttükleri bir lobicilik faaliyetidir. Bu iklim ve dolayısıyla doğanın içerisinde bulunduğu durumu es geçmek değildir. Bu 1800’lerde Paul Ehrlich’in yaptığı iklim değişikliği tespitin neden uzun bir süre bu “duyarlı” çevreler tarafından görülmediğini sorgulamaktır.
İhtiyaçların doğayla uyumlu bir şekilde karşılanması noktasında üretim-tüketim-dağıtım ilişkileri, devletler ve şirketlerden bağımsız bir şekilde örgütlenmezse içinde bulunduğumuz krizlerden ve kıyametlerden daha yıkıcı bir senaryoyla karşılaşmak şans meselesi değildir. Doğa üstündeki en büyük tahakküm olan devlet ve kapitalizm hedef alınmadığı takdirde; Stockholm, Rio, Kyoto, Paris…
Hüseyin Civan
Meydan Gazetesi Sayı 50, Haziran 2019