Aklımız, yaşadığımız olayları hikayeleştirmeye ne kadar yatkınsa bu hikayeleri bir ritimle taçlandırmaya da bir o kadar heveslidir. Doğan her günün yaşamamızı mümkün kıldığı her eylem, kafamızın içine ezgisel bir çağrışım olur. Müziğin etkisi düşünüldüğünde akla ilk gelen edim halihazırda bestelenmiş bir şeyin bizde yarattığı etki olsa da kimi zaman gürültü kimi zaman karşılaştığımız bir ritim bizi bir müzik yapıcıya dönüştürüverir. Otobüste art arda duyduğumuz akbil sesi kulağımıza ne kadar ezgisel gelirse, eskimiş buzdolabı gürültüsü de o kadar müzikaldir. Müzik yapıcı olarak biz; bir yandan yaşam içinde duyduklarımızı kafamızın içine taşıyıp müziğe dönüştürürken bir yandan da etrafta aslında olmayan ve duymadığımız müzik parçalarını kafamızın içinde duyumsarız. Duyumsanan bu müzikallik, bu ana kadar konuştuğumuz bizi müzik insanına dönüştüren doğal isteklilik ve yatkınlık hali bizi “müzikofili’’ye götürür.
Çalmayan bir telefonu yoktan yere elimize alışımız ya da çalmayan bir kapıya yönelişimiz bazen müzikofiliye benzer, ama bazen de yaşamın bizi zorlayan bir tekrarı nedeniyle olur. Keza olmayan şeyleri duyuşumuz hem günün hem de gecenin yaşam akışıdır, yaşamın ta kendisidir. “Ortam sesi’’ dediğimiz şey sokağın orkestrasıdır ki işte tam da yaşamımızdaki mücadelenin şarkısıdır, yaşam koşturmamızdır. Kulağımızdan kulaklığı çıkarttığımızda müziğin peşimizi bırakmaması ne kadar eğlenceli bir durumsa çalıştığımız bir işte günün ortalama 12 saatinde uyarıldığımız sesleri iş bittiğinde dahi yoktan yere duymamız bir o kadar rahatsız edici bir durumdur. Gürültü kelimesinin anlamı sözlükte “aralarında uyum bulunmayan düzensiz seslerin bütünü” olarak yazılmış olsa da bizler için ifade ettiği anlam daha derin şüphesiz. Cevap vermek zorunda kaldığımız her telefon sesi, mırıldandığımız bir şarkı olmaktan ziyade bizi tahrip eden gürültü olmaya başlar. İnşaat işçisi isek şantiye sesi peşimizi bırakmaz, matbaada çalışıyorsak kağıt makineleri, konfeksiyonda dikiş makinası aklımızdan gitmez. Havalimanındaysak eğer, günün her saati kafamızın içinde uçaklar kalkışa hazırlanır.
Sanal market yahut içinden geçtiğimiz döneme özgü başka mesleklerden birinde çalışıyorsak bildirim anonsları, bizim mağduriyetimiz olur.
Bir çağrı sesi anonsuyla başlayan süreç, her daim kendini tekrar baştan başlatan bir yarışa dönüşür.
“Tek tıkla varış konumunu seç, motosiklet ile gideceğin yere dakikalar içinde ulaş!’’
“Sabah dokuz akşam beş” şeklinde belirlenen rutine hayatı sıkıştırılan bazılarımız yaşamını sürdürebilmek için çareyi kendilerine zaman dilimi daha çok uyan ve bizi tek bir mekana sıkıştırmayan düzensiz işler yapmakta bulur. Ama yapmak durumunda kaldığımız iş her yerde olduğu gibi burada da belirtilen çerçevelerde kalmamaktadır. İlk başlarda işçi iradesindeymiş gibi bir aldatmacayla başlayan süreç, gitgide daha çok müşteri ve patron kontrolünde ilerliyor. Her daim üstümüzde olan yeni bir çağrı cihazı anonsuyla birlikte biz, artık işimizi kendimizle birlikte her yere taşıyoruz.
“Tek tıkla market alışverişini yap, haritadan kuryeyi anlık takip et!’’
İstenen hizmetin en kısa sürede yapılacağının garantörü artık bizi haritadan izlenebilir kılan uygulamalar. Haritada müşteriye doğru hareket ederken, bir bilgisayar oyununda gibiyiz adeta. Kapitalizmin bize giydirdiği manuel üniforma ile başlayan tektipleştirme ve karakterlerimizi hiçleştirme süreci artık sanal üniformalarla yaşamlarımızda yer alıyor.
“Tek tıkla kişiye özel teslimat sayesinde yemeğini üfleyerek ye!’’
Dakikalar süren hizmet vaatlerinin “ışıltılı’’ iddialarından gözlerimizi kamera arkasına çevirirsek, müşterilerin beklediği tek rakamlı dakika sürelerinin işçiler için nasıl bir kabus olduğuna bakalım. Bildiğimiz en eski sömürü kurallarından olan “müşteri her zaman haklıdır” sloganına son zamanlarda daha fazla şeyler atfediliyor. Keza yanımızda taşıdığımız cihaz ve uygulama sayesinde “bir tık uzağı’’ mesafesinde bulabileceğiniz müşteriler ne zaman dinliyor ne de mekan. Bu kabusun içinde yaşamak zorunda kalan işçilerin kulaklarında çınlayan sesler ise siparişlerini bekleyenlerin kulaklarına asla ulaşmıyor.
Tekrarların ve ardışıklıkların üzerimizde yarattığı baskıyla yıpranan bedenlerimiz bir yandan da zamanın tahakkümü ile sınanıyor. Belirlenmiş saatler aralığında, belirli eylemlere sıkıştırılmış yaşamlarımızda zamanın tahakkümünü aşabilen tek faktörün hayatımızdaki bu bitmek bilmeyen anonslar olması, çeşitli -fobi’lerle tanımladığımız gerçekliklerimiz arasında neden kendine bir yer bulmasın. Agorafobi, agirofobi, aviofobi ve benzerinin yanına bir tane de biz ekleyelim: anonsofobi!
İrem Gülser
Meydan Gazetesi Sayı 51, Kasım 2019