“Aslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar avcılık hikayeleri avcıları yüceltmeye devam edecektir.”
Afrika atasözü
Savaş, yoksulluk, yıkılan şehirler, dağılan yaşamlar… Günümüzde göç denildiğinde aklımızda beliren imgeler genellikle hep insanlığın acılarını ifade eden kavramları çağrıştırıyor. Kan ve gözyaşıyla sulanmış yeryüzünün tarihinde yeterince kötü “efsane” yokmuş gibi, tufanlardan daha korkunç, mistik varlıklardan daha acımasız yeni yeni hikayeler yazılmaya devam ediyor.
Bundan yüzyıllar, bin yıllar öncesinde ise göç bugün bizlere ifade ettiğinden çok daha farklı anlamları içinde barındırıyordu. Modernliğin tekdüzeliğine ve standardizasyonuna sıkıştırılmamış insanın yaşamı algılayışı üzerine düşündüğümüzde ulaşmakta zorlanmayacağımız yolculuklara çıkılıyordu belki de. Sınırlarla, dikenli tellerle çevrilmemiş uçsuz bucaksız ovalar, sahiller, ormanlar, bataklıklar arasında yeni maceralara atılmak ve hayatına anlam katmak amacıyla çıktığı uzun yolculuklar yeri geldiğinde içinden çıktığı topluluğun varlığını sürdürebilmek için, yeri geldiğinde de gerçekliğin farklı yüzlerini deneyimleyebilmek için oluyordu.
Antik Çağ'da göç önceden planlanan, tasarlanan bir hareketti. Bu bağlamda başta Neolitik kültür olmak üzere farklı yaşam biçimleri dünyanın dört bir yanına kolayca yayılabilmişti. Bununla birlikte diğer kültürler de bu etkileşim dalgası içinde gelişti ve serpildi. Göçün, göç eden için farklılaşan anlamlarıyla birlikte, topluluk yaşamının doğasıyla belirlenen bir işlevi de vardı. Bu işlev şiddetin ortaya çıkmaması için örgütlenip yaşamsal ilkeler belirleyen, iktidarın ortaya çıkmaması için merkezileşmeye direnen Antik Çağ'ın toplumsallığının ifadesiydi.
Tarih öncesinin Anlattıkları
Büyük grupların “organizasyonu” için gereken belli nesnelliklerin kurulmaması yönündeki koruma mekanizması, insanlığın kurduğu ilk örgütlenmeleri yerel birimler olarak şekillendiriyordu. Bu yaşam biçiminin bir yansıması olarak görülebilecek olan, artan nüfusun göç ederek parçalanması olgusu günümüzde ifade ettiği kötü anlamlarından çok, özgür yaşamın garantörü olma işlevindeydi. Tıpkı popüler kültürdeki pek çok örneğinde “gizemli kült yapılanmaların” korku öğesi olarak kullandığı, yaşlıların kendi hayatından vazgeçerek dünyadaki varlıklardan elini çekmesi durumunda olduğu gibi, Antik Çağ'da dengenin ve uyumun bozulmaması yönünde kolektif aklın ürettiği belli çözümler bulunmaktaydı.
Ön tarih için durum böyleydi. Ancak onun da öncesinde. Yani tarih öncesi denen insanlığın en uzun evresinde işler biraz daha farklıydı. Şunu akıldan çıkarmamak gerek; insanlık, yüzyıllar boyunca ekonomik ve siyasi yaşantısını yalnızca yerel düzeyde örgütledi. Hiçbir kalıcı idari sistem kurmadı. Özellikle tarihöncesi insan, mesken edineceği yeri seçerken hayvan davranışlarını da takip ediyordu. Bu da yine bizim algılayışımızın dışında farklı bir göç davranışını beraberinde getiriyordu. 1949-51 yılları arasında Graham Clark’ın kazdığı Mezolitik Çağ yerleşmesi Star Carr kazılarında görüldüğü gibi, yarı göçebe diyebileceğimiz Star Carr insanları alageyikleri takip ederek yazın çevredeki tepelere yerleşiyordu. Bu bir yıllık göç modelini, kendilerini bir parçası olarak hissettikleri doğal yaşamdan öğrenmişlerdi. Doğadan öğrenilen, baskının ve zorlamanın karşısında duran, yüzyıllarca süren bu yaşam kültürü, insanlığın belleğinde öylesine derin yer etmişti ki, alışılanın tam tersi şekilde örgütlenen merkeziyetçi, iktidarlı toplumsal örgütlenmelerde dahi, yalnızca iktidarlarla çatışma halinde olan “azınlığın” değil kültürün belirleyicileri olan “çoğunluğun” eylemlerinde de yaşamaya devam etti.
Antik Çağ’da Göçün Anlamı
Antik Çağ’da göç olgusunun günümüzdekinden farklı bir şekilde savaşlar, açlık gibi durumlar sonucu “zorlanan” değil de sebebi savaş, kıtlık vb. de olsa belli mecburiyetler ve gereklilikler olarak görülen, ancak çoğu zaman başkaca anlamlar da ifade edebilen bir olgu olduğunu anlamak gerekiyor. Yaşanan büyük göç dalgalarını ortaya çıkaran savaş, kıtlık gibi olayların ortaya çıktığı koşullara karşı verilen tepki, o toplumun nasıl örgütlendiğiyle doğrudan ilişkili oluyor. İradesini çalan iktidarların savaşlarında yaşamları ellerinden alınan insanların oradan oraya savrulmasıyla, kendi gibi olanların bugünü ve geleceği için yolculuğa çıkanlar arasında, benzer nedenlerle ortaya çıkan birbirinden ayrı iki göç modeli açığa çıkıyor.
Antik çağda göçün başlaması için verilecek kararın da öyle ya da böyle kolektif bir aklın ürünü olduğuna dair güzel bir hikaye anlatıyor Heredotos.
Geç Tunç Çağı’nın sonunda kıtlık, Lydia bölgesinde kol geziyordu. Manes oğlu Atys’in zamanıydı. Aç geçen günlerin sıkıntısı unutmak için zar, aşık kemiği ve top oyunları buldular. Herodotos’a göre yalnızca tavla o zaman ortaya çıkmamıştı zira tavlayı biz bulduk demiyor Lydia’lılar. Bu oyunları bulduktan sonra yemek peşinde koştukları bir günü oyuna veriyor, bir günü de yemek yemek için kullanıyorlardı. On sekiz yıl böyle açlık içinde yaşadılar. Sonunda, ilkel reflekslerini hatırlayarak bir karar verdiler. Yiyeceğin kalanlara yetmesi, diğerlerinin de yeni besin alanları bulabilmeleri için bir kura çekilecekti. Göç edecek olanların yanında kralın oğlu Tyresenos da gidecekti.
Antropolog Pierre Clastres’in ilksel toplumlar için başarılı bir şekilde belirlediği gibi, içinde bulunduğu topluluğa karşı hayati sorumlulukları olan ve “otorite” olmayan şefler örneğinde olduğu gibi, antik dünyayı şekillendiren topluluklar ne kadar kurumsal yapılar inşaa etmiş olsalar da varoluş ilkelerinde olan davranışları kolay kolay silip atmadılar. Ölümcül bir yolculuğa çıkan ülkenin yarısının yanına “kral’ın oğlunu” gönderecek kadar..
Orta Amerika’da Yanomani yerlileri arasında yaptığı çalışmalarla, kabile topluluklarının “şeflerinin” iktidarlı olmadığını kanıtlayan Clastres’in çalışmalarının bize kazandırdığı bakış açısıyla değerlendirdiğimizde, ana akım tarih yazımının bulandırdığı tarih bilgimizde olduğu gibi, ilksel insanların ya da antik dünyanın gerçekliği de algımıza yerleştirilenden daha farklı görünebiliyor gözümüze.
Göçün Geçmişini Kazımak Neden Önemli?
Antik çağda göç olgusu üzerine düşünmek, yalnızca tarihsel bilgi olarak değil onun toplumun dinamikleri üzerindeki etkisini sorgulamak ise bize dünyayı olumsuz etkilemiş pek çok bahsi tekrar değerlendirmek noktasında fayda sağlıyor. Örneğin, tarihin çok da uzak olmayan bir döneminde ortaya çıkan ve özellikle ırkçı ideolojiler tarafından gerçekleştirilen katliamlara bir gerekçe olarak sunulan çeşitli “bilgiler” bugün bu düşünme süreciyle beraber tamamen silinmeye başlıyor.
“Ari avrupalı” insanın saflığı olasılığı, son dönemde arkeolog Douglas Baird’in yaptığı çalışmalarla tamamen imkansız hale geliyor. Konya ovasında yaptığı kazılarda Baird, “Anadolu’nun erken dönem topluluklarının Avrupa’nın ilk tarım toplumlarının atası olduğunu” gösteriyor. Orta Anadolu’daki tarım toplumlarının göç yoluyla Batı/Kuzey Anadolu ve Avrupa’ya göç etmiş olabileceğini düşünüyor. Böylelikle ne Anadolu’da ne de başka yerde aranan saf ırk bulunamıyor. Tarihöncesi Avrupa’nın üç ayrı göç dalgasıyla karışmış halkı buranın antik çağdan beri bir “erime potası” olduğu gerçeğiyle beraber öncesinde Gordon Childe ve diğer arkeologlar tarafından da iddia edildiği gibi kültürel bir mozaik olduğunu gösteriyor.
Tıpkı sosyal darwinizme karşı günümüzde insan ve hayvan davranışları üzerine çalışan pek çok antropolog ve biyolog tarafından yeniden keşfedilen karşılıklı yardımlaşma teorisinin sosyal bilimlerdeki etkisinde olduğu gibi, insanın yüzyıllar süren devletsiz, iktidarsız yaşamından süzülen deneyimler, bilgiler, geçmişi ve bugünü daha iyi anlamlandırmamız için bize gereken anahtarı verecek.
Zeynel Çuhadar
Meydan Gazetesi Sayı 51, Kasım 2019