Üçlemesinin ilk filmi olan “Babamın Kanatları” ile şantiyelerde yaşanan iş cinayetlerine değinen yönetmen Kıvanç Sezer, bu kez de bu sitelerden krediyle ev alan ama sonrasında bunu ödeyemeyecek duruma gelen bir ailenin yaşamına doğrultuyor kamerasını. “Küçük Şeyler” kapitalizmin özellikle orta sınıfa yaşattığı yanılsamalara, insanları ittiği çaresizliğe odaklanıyor. İşten atıldığı gerçeği ile bir türlü yüzleşemeyen, çevresinde kimse kalmadığı için içine kapanan ve intiharın eşiğine kadar gelen Onur’un ve Onur’a göre daha gerçekçi olan ve ondaki olumsuz dönüşümlere tahammülü kalmayarak evi terkeden Bahar’ın hikayesi anlatılıyor filmde. Küçük Şeyler filmi üzerine, filmin hem senaryo yazarı hem de yönetmeni olan Kıvanç Sezer’le kapitalizmin orta sınıfa sunduğu yanılsamalara dair bir söyleşi gerçekleştirdik.
Meydan Gazetesi: Babamın Kanatları filminin ardından gelen Küçük Şeyler filmi ile bu kez orta sınıfa eğilmişsin. Ama onlara dair alışılmış anlatımların dışında bir üslup öne çıkıyor. Senaryosundan oyuncu seçimine, motivasyonunu neyin üzerine kurmuştun?
Kıvanç Sezer: İlk filmle ikinci film arasında bir üslup farkı var, doğru. Burada iki temel motivasyonum vardı: Birincisi işsizlik ve bunun sonucu psikolojik travmaları, bir ilişki üzerindeki travmaları anlatmak; ikincisi de günümüz orta sınıfının portresini çizmek. Yer yer eleştiriler barındıran, yer yer sınıfsal durumuna dair bilinç-bilinçsizlik halinin izdüşümlerine ilişkin gözlemler ve nasıl gördüğüme dair bir anlatım ortaya çıkmış oldu. Başta bunu bir ilişki draması olarak kurmuştum fakat sonra yavaş yavaş halüsinasyonlarla beraber o absürd, yer yer fantastik taraf girdi. Bu gözlemleri ne ölçüde yansıtabilirim, dört duvar arasındaki ilişki çıkmazlarını, evliliğin bazı patolojilerini nasıl gösterebilirim ve mülkiyet kavramı üzerinden nasıl bir tartışma açabilirim diye düşünerek yazdığım bir film oldu.
Geçen filmin için konuştuğumuzda filmin dağıtımı ve izleyiciye ulaşmasındaki sıkıntılardan konuşmuştuk. Bu kez de benzer bir sorun devam ediyor, az salonda gösterildi. Ama şimdi özel gösterimlerle filmini insanlarla buluşturma çabası içindesin. Böylece izleyicinin değerlendirmelerini yakından görüyorsun. Ne tür etkileşimler alıyorsun filme dair?
Evet, dağıtım krizi devam ediyor. İlk filmimizde az kopyayla girmiştik. Fakat seyirciyle buluşturmak için aylarca uğraştık ve Babamın Kanatları’nı izleyiciyle buluşturduk. Bu filmde de benzer sorunları yaşıyoruz. Bağımsız sinemanın dağıtım sorunu, film yapma biçiminin ve buna dair yapım stratejilerinin genel bir sorunu. O yüzden ister istemez her iki filmde de maruz kalıyorum. Fakat bunu seyirciyle buluşarak, filmi toplu gösterimlerle farklı kentlerdeki sinema topluluklarına, yerelde örgütlenmiş insanlara, onların da desteğiyle ulaştırabiliyorum.
Filme dair çok iyi eleştiriler aldığımı söyleyebilirim. Tabii ki yer yer benim düşünmediğim eleştiriler ya da düşünceler de ortaya çıkabiliyor. Genellikle filmi gerçekçi buluyorlar, absürdlüğün içinde filmin gerçekçi tarafı seyirciye daha çok dokunuyor ve “biz bunları yaşadık” duygusunu seyirciden alıyorum. Burada tabii ki "yalnız değilsiniz" teması da var filmin içinde. Seyirci filmdeki iki ana karakteri hem benimsiyor, hem de belki öfkesini oradan çıkarıyor, Bundan kaynaklı, toplumsal cinsiyet rollerinden de kaynaklı eleştiri ve yorumlar da geliyor hem Onur hem de Bahar karakterine. Bunlardan bir kısmı benim de düşündüğüm ve zaten bilinçli olarak yaptığım şeyler. Bazıları da izleyicinin farklı bir görüşü ya da değerlendirmesi olabiliyor. Bu buluşmalar, bir film yönetmeni ve bir yazar olarak farklı eleştirileri duymak açısından çok olumlu geçiyor.
Filmde sıkça karşımıza çıkan gerçeküstü ya da kara komedi diyebileceğimiz sahneler senaryonun en başından itibaren var mıydı? Bunları tasarlarken nasıl bir hazırlık yaptın? Oyuncuların bunu kavramaları ve canlandırmaları ile ilgili bir zorluk yaşadın mı ya da bu sahnelere oyuncuların kendilerinden kattığı şeyler de oldu mu?
Filmin özellikle halüsinasyonlar ve kurumsal yaşantıya dair hatırlamalardan oluşan ilk kısımlarında absürd ve fantastik unsurlar var. Bu unsurların büyük bir kısmı senaryonun üçüncü taslağından beri vardı. Bazıları da sete yakın bir zamanda eklendi. Bunu tasarlarken bu kurumsal yaşamın absürdlüğü nasıl bir ton, nasıl bir yaklaşımla yansıtılabilir diye düşündüm. Mesela kafasında zebra maskesi olan bir patron bunu anlatan iyi bir imgeydi. Oyuncularla bunun üzerinde çalıştık fakat esas nokta şuydu: Oyuncuların gerçekçi oynamalarını istiyordum. Her zaman için, baştan sona. Gerçeğin içindeki, o doğalın içindeki komediyi araştırdık beraber. Provalar sırasında oyun üzerinde bazı öneriler de oldu. Bunlardan uygun olanlarını da senaryoya dahil ettim. Yer yer doğaçlama ya da ekstra, yani senaryoda olmayan sette eklenen şeyler de oldu. Bu benim öngördüğüm de bir şeydi. Hikayeye oyuncuları da katmak, her zaman sevdiğim bir şey zaten.
Hem yazmak hem de yönetmek işini kolaylaştırıyor mu yoksa ikisinin karşı karşıya kaldığı oluyor mu?
Truffaut şöyle der: “Senaryo yazdığım zaman daha çok yönetmen, sette de daha çok senaristimdir.” Bu ikisi bence birbirini besleyen şeyler. Bir şeyi yazarken zaten o sahneyi kafamda hayal ediyorum. Bazen o imgeleri düşünerek, bazen senaryonun yapısı içindeki yönü düşünerek, bazen de süreyi düşünerek çalıştığım sahneler oluyor. Zaten sinema bir tasarım. Bir hikaye anlatma formu. Baştan beri böyle yapıyorum. Bu ikisinin birbirini beslediği durumların çok olduğunu düşünüyorum, fakat ileride farklı projelerde, benim senaryomu başkasının çekmesini ya da başkasının senaryosunu da çekmeyi isterim. Bu da sinemanın bir güzelliği bence.
Zebra imgesini pek çok defa görüyoruz filmde. Çizgilerindeki siyah beyazın zıtlığını, filmde Onur'un işini kaybetmesi öncesi ve sonrası zıtlığına, karakterlerin süreç içindeki dönüşümlerine bir gönderme olarak da okuyabilir miyiz?
Zebrayı çok farklı şekillerde okumak mümkün. Biraz da o farklı okumalara alan açsın istiyorum. O yüzden birebir şunu simgeliyor diye bir şey söylemiyorum. Ama ilk çıkış noktası patronun bir bölge müdürünü işten çıkarırken kafasında bir zebra maskesi olmasıydı. Zebranın çizgileri ancak bir zebraya özgü olan şeyler. Onur biraz kendini patron yerine koymak istiyor. Yani zebra olmak istiyor, kendisini öyle görüyor ama değil. Ona uzak ve belki de hiçbir zaman olamayacağı bir imge. O özdeşimi absürd bir görsel üzerinden vermek istedim.
Kadınlara şiddet uygulayan pek çok erkeğin, ekonomik sıkıntıları da bahane ederek mahkemede alacakları cezayı hafifletmeye çalıştığı günümüzde, Onur böylesi bir şiddete yeltenmiyor. Ayrıca Onur'un eşi Bahar'ın güçlü duruşunun son sahnede dahi çok belirleyici olduğu gözlerden kaçmıyor. Bu karakterleri yaratırken hangi tercihlerin oldu?
Evet, Onur doğrudan fiziksel bir şiddet uygulamıyor Bahar’a fakat o da ciddi şekilde ve muhtemelen uzun yıllardır manipüle ediyor karısını. Belki hayatındaki diğer insanları da manipüle ediyor ya da etmeye çalışıyor. Bahar ise ekonomik sıkıntılar baş gösterene kadar bu sıkıntılara çok ses çıkarmıyor, belki bunları kabulleniyor diyebiliriz. Fakat işler ekonomik olarak da kötüye gitmeye başlayınca hem bunun farkına varıyor hem de kendi içindeki belki biraz da çıkarcı olan taraflarıyla yüzleşmek durumunda kalıyor. Ayakları yere basan bir karakter olarak, gittikçe erkek karşısında kendi duruşunu oluşturmaya çalışan bir karakter olarak düşünüyorum Bahar’ı.
Onur ise biraz daha aklı havada diyebiliriz. Olayı kendi görmek istediği gibi yansıtan biri diyebiliriz. Oportünist diyebiliriz. Aslında Onur da Bahar da çevremizde bolca görmeye alıştığımız insanlardan. Ne sadece iyiler, ne de sadece kötü. İkisinden de var. Karakterlerimi yargılamadan, yer yer eleştirerek, yer yer anlamaya çalışarak anlatmaya ve değişimi bunun üzerinden kurmaya çalıştım. Ve belki de kadın karaktere biraz daha yakın durmak istedim. Daha çok anlamaya çalıştım. Elimden geldiğince bunu da yansıtmaya çalıştım.
Onur belki de konumu gereği kendini bir işçi olarak görmediğinden işten atıldığında da genç bir işsiz olduğu gerçeğiyle yüzleşemiyor. Kapitalizmin özellikle orta sınıfa yaşattığı bu yanılsama ile ilgili neler söylemek istersin. Sen "Küçük Şeyler"e dışardan bir dokunuş yapmak istesen ilk neyi değiştirirdin?
Kapitalizmin üç sınıf üzerinde de farklı etkileri var elbette. İşçi sınıfı üzerinde belli etkileri var. Orta sınıf üzerinde sınıf atlama hayallerine yönelik oldukça farklı açılımları ve sunduğu imkanlar var. Dolayısıyla da orta sınıfı bedeni çemberin içinde, kafası da çemberin dışında olarak konumluyor. Üst sınıfın da kapitalist sınıfın da tabii ki sahip olduğu sermayeyi sürekli arttırmakla ilgili bir durumu var. Orta sınıftaki bence biraz daha trajikomik duruyor. Çünkü bu karakterler ücretli çalışan yani emeklerini satarak geçinen insanlar. Kendilerini daha ziyade tükettikleri üzerinden tanımlamaya, var etmeye çalışıyor. Hangi tatile gittiği, hangi restoranda yemek yediği, hangi meyhanenin mezelerinin neden daha iyi olduğu gibi; organik yaşam gibi; kişisel gelişim, koçluk gibi bir sürü alternatifler sunuyor. Daha iyi bir yaşama ulaşması için birçok alternatif sunuyor diye düşünüyorum. Bunun karşılığında onlar da bir uzlaşıya gidip kendi konumlarını ona göre belirliyorlar. Daha sermayenin tarafında, daha onun gözünden bakarak hayata. Sürekli kredilerle yaşamak, sürekli bankalara borçlanmak, sürekli bir geleceğe kaçmak halinde orta sınıf.
Ben Küçük Şeyler’e dışardan bir dokunuş yapsaydım, sanıyorum Bahar’ı, Bahar’ın dönüşümünü biraz daha ayrıntılı anlatmak isterdim. Burada ilişkiye dair çektiğimiz sahneler de var ama bunu biraz daha derinleştirmek, var oluşuna yönelen noktaları da araştırmak isterdim, bir dokunuş yapmak isteseydim.
Röportajın için teşekkürler Kıvanç, başarılar...
Ben teşekkür ederim.
Gürşat Özdamar
Meydan Gazetesi Sayı 52, Mart 2020