Devletin Olmazsa Olmazı: Merkeziyet

Sayı 53, Mayıs 2020

“İktidar her şeyi işgal eder, her şeye hakim olur, her şeyi yutar.” P.J.Proudhon, Federasyon İlkesi

Son yerel seçimlerin, siyasal iktidar yürütücüsüne karşı işletilen muhalefetin kapsamını değiştirdiği bir gerçek. Özellikle “seçimle kazanılmış” üç büyükşehir özelinden işletilen strateji, bir süredir ana muhalefetin tek gerçek siyaset etme biçimiydi.

Covid-19 salgınına yönelik devlet tedbirleri, aynı tarzda muhalefeti belirgin kılmış durumda. Özellikle birkaç büyükşehir belediyesinin bedava maske ve ekmek dağıtımı gibi sürece yönelik aldığı önlemler, diğer yanda bu önlemlerin İçişleri Bakanlığı eliyle engellenmeye çalışılması, coğrafyadaki siyasetin rengini belirler halde. Salgın sürecinde devlet tedbirlerinin, yerel yönetimler tarafından mı yoksa merkezi birimler tarafından mı ele alınacağı sorunsalı, içerisinde sadece klasik bir hükümet ve muhalefet kavgasını taşımıyor. Elbette bu durum, kavganın yürütücülerinin siyasi dimağının dışında!

“Yeni normal”lerin konuşulmaya başlandığı bu süreçte, yerel-merkez tezatlığının gerçek nedenlerine inmek gerekir. Merkeziyetçilik meselesi tartışılmadan, merkeziyetçilik meselesiyle hesaplaşmadan, devlet yardımlarının devletin hangi organı eliyle ve nasıl daha verimli gerçekleştirileceği tartışmasının gerçek yüzü ortaya serilemez. Ortadaki durumu yerel-merkez çekişmesi gibi gösterenler, belediyelerin merkezi siyasetin bir parçası ve küçük merkezler konumunda olduğunu unutmamalıdır.

Bu ve buna benzer durumlarda merkezi siyasi yapılarda belirginleşen acizlik, bir şey yap(a)mama durumu, ne içinde bulunduğumuz salgınla ne coğrafyamızla sınırlıdır. Önlemlerin ve yardımların, ezilenler için olmayacağı/yapılamayacağı gerçeği dışında, merkezi siyaset biçiminin ve merkeziyetçi yapıların isteseler dahi bu süreçlerden çıkamayacağı tarihsel bir gerçekliktir.

Salgın Öncesi Siyasi Atmosfer

Salgın sürecinin öncesinde uzun bir süredir otoriter kapitalizm, post-demokrasi gibi kavramlarla içinde bulunulan “devletli siyasal gerçekliğin merkeziyetçiliğinin” pekiştirildiği bir süreç anlaşılmaya çalışılıyordu.

Eski dönemin diktatör ve otoriter yöneticileriyle post-demokrat liderlerin arasındaki farkların ortaya konduğu, yeni dönem devlet liderlerinin siyasal iktidara darbe, iç savaş vb. yöntemlerle değil de seçimle gelmeleri ve bu iktidarı ellerinde seçimle tutmalarının tartışıldığı, mutlak pozisyonlarını sürdürebilmek için devletin tüm aygıtlarını elinde tutmaya çabaladıkları dönemin isimlendirilmeye çalışıldığı bir süreçteydik.

Bu süreçte otoriterleşen ve merkezileşen bir siyasal yapı tartışılıyordu. Siyasetin meşru ilke ve kurallarını, seçimden aldığı güçle ihlal edebilen hatta değiştirilebilen Rusya’da Putin, Macaristan’da Orban, ABD’de Trump, Venezuela’da Maduro, Filipinler’de Duterte ve tabii Erdoğan gibi isimler tartışılıyordu. Büyük oranda medyanın denetim, yargının kontrol altına alındığı; muhalefetin baskılandığı ve susturulduğu yeni siyaset biçimi anlaşılmaya çalışılıyordu.

İşte, salgın sürecine böyle bir atmosferde ve böyle bir siyaset biçimiyle girildi. Yani salgın sürecinde alınan “devlet tedbirleri”nin niteliği bu atmosferle ilgili.

Temel özgürlüklerin kısıtlanması, kısıtlılığın kalıcı olması, bahsi geçen siyasal liderlerin durumu fırsat bilip salgın bahanesiyle her şeyi kontrol altına alma çabaları, seyahat kısıtlamaları, devlet sınırlarının kapatılması, OHAL ilanları, ortak alanlara giriş yasakları, bazı ekonomik faaliyetlerin durdurulmasına ve durdurulmayanlarda işçilerin çalışmaya zorlanmasına yönelik bir dizi “tedbir”, evden çıkma yasakları, hapishane, hastane ve okullara yönelik “tedbir”ler… Fransa’dan İspanya’ya, Tayland’dan Uruguay’a bu ve buna benzer uygulamalar faaliyete geçirildi.

Şimdi ne konuşuluyor?

Vatandaşların sağlık bilgilerine daha hızlı ulaşmak iddiasıyla yüz taraması ve vücut ısısı ölçebilen kameralar, hasta olan kişilerin iki hafta içerisinde ne zaman ne yaptığını kayıt alan ve analiz eden sistemler, temas edilen kişilerin yüz tanıma teknolojileriyle tespiti, bireylerin konum bilgilerini her koşulda tespit edebilen başkaca sistemler… Verilerin tek merkezde toplanması… Şimdilerde konuşulan “yeni normalin” yeni nitelikleri…

Bu yeni normal, devletin merkeziyetçi doğası ve uygulamalarıyla yakından ilintili.

Devletin Olmazsa Olmazı: Merkeziyet

Evet, merkeziyet siyaset biliminde bilinmeyen, konuşulmayan ve üzerine yazılmayan bir kavram değil. Merkezi siyasal yapıların hantallığı, bu hantallığın oluşturduğu bürokratizm de dahil birçok mesele birçok kez yazılmıştır. Hatta 10-15 yıl öncesinin “küreselleşmeci” dalgasıyla birlikte merkeziyet, merkeziyetçi devlet yapıları çokça eleştirilmiş; yerine yerellerin güçlendirilmesi, adem-i merkeziyetçilik gibi kavramlar çokça dillendirilmiştir.

Ancak merkeziyetçiliği bu şekilde ele almak ve anlamlandırmak sınırlıdır ve “merkezi” olma durumunu, sanki devletin üzerinden atabileceği bir olguymuş yanılsaması yaratır. Oysa devlet, Malatesta’nın basitçe tanımladığı gibi, “kendi işlerinin idaresinin, kendi kişisel davranışları üstündeki denetimin, kendi kişisel güvenlikleri için sorumluluğun, gasp etme veya delegasyon yoluyla, halktan alarak, herkes ve her şey için yasalar yapma ve gerekirse zor kullanarak halkı bunlara uymaktan sorumlu tutma gücüne sahip olan diğerlerine devredilmesini sağlayan; politik, hukuki, yargısal, askeri ve finansal kurumların toplamı”dır. Yani toplumsal baskı sistemidir. Bu baskı, sistematik ve merkezi bir şekilde (ve gerektiğinde şiddete dönüşerek) toplumsal kontrol biçimine dönüşebilir.

Karar alma sürecinin bir azınlığın elinde olması, iktidar ve hiyerarşi devletin en önemli özellikleridir. Bu üçünün somutlaşmış bir hali olarak merkezileşme, siyasal iktidarın bir azınlığın elinde yoğunlaşmasıyla toplumun yöneten ve yönetilenler olarak bölünmesine neden olur. Bu bölünmeyi zorla dayatacak kurum devlettir.

Yani merkeziyetçi olma hali, devletin doğasında var. Bir dizi kamu yönetimi reformu ya da “yönetişim” pratikleriyle değişebilir bir hal değil devlet kurumunun üstünde yükseldiği bir sütun.

Devlet, iktidarın bir azınlığın ellerine teslim edilmesi olduğu için açıkça merkezidir. Böylesi bir sistem, doğası itibariyle, hiyerarşik ve bürokratik olmak zorundadır. Ve merkezileşmiş, hiyerarşik ve bürokratik doğası nedeniyle, halkın kendi üzerindeki kontrolünü imkansız kılar. İktidar merkezde yoğunlaşmıştır ve yarattığı toplum, Proudhon’un deyişiyle “merkeziyetçi düşünceyle canlanan bir toz kümesi haline gelir. Halk için devlet yoktur; devlet için halk vardır. İktidar her şeyi işgal eder, her şeye hakim olur, her şeyi yutar.”

Merkeziyet, siyasal iktidarı elinde tutanlara, tahakküm ve şiddet uygulayabilme tekelini verdiği gibi olağanüstü durumlarda son karar alıcı olma yetkisini de verir. Bu kararların, halkın ihtiyaç ve istekleriyle doğru orantılı olma zorunluluğu olmadığı gibi aslında kararlar, bu ihtiyaç ve isteklerin tam karşısındadır. Merkeziyet, her durumda doğrudan yönetenler için faydalıdır, yönetilenlerin kontrol edilmelerine ve daha etkin bir şekilde yönetilmelerine imkan tanır.

Merkeziyetçilikle Aşılmaya Çalışılan Salgın

Merkezileşmenin doğası karar alma gücünü bir azınlığın eline verir. Karar alma gücü, başkentlerdeki siyasi elitlere terk edildiğinde, buna benzer süreçlerde halkların kaderi bu elitlerin iradelerine terk edilmiş olur. Kendi yaşamları üzerinde karar alma süreçlerinden arındırılmış insanlar, önemli gördükleri meseleleri kendi aralarında tartışmak, münazara etmek ve karara bağlamak için bir araya gelebilecekleri siyasi mecralardan yoksun, birbirlerinden izole bir hâl içerisindedir.

Bu süreçte karar ve yetkinin giderek daha soyut, dolayısıyla denetlenemez birimlerde toplanmasının olumsuz bir örneğini, ilk sokağa çıkma yasağında İçişleri Bakanı’nın istifacılık oyununda deneyimledik. Ölüm kalım ikiliğinde ilerleyen bir süreçte, aldıkları karar ya da kararları dayatanlar değil, halk bu kararların sonuçlarıyla karşı karşıya kalmaktadır.

Salgına ilişkin tüm verilerin toplandığı; bu verilerin paylaşılmadığı; verilere göre “neyin korunup kollandığını” bilmediğimiz; sağlığımız ve yaşamımız için neyin iyi olduğunu bizden daha iyi bilen; varoluşu bile tartışmalı bilimsel kurullara başvurmadan toplumsal kararlar alan birimlerin ve bu birimlerin başındakilerin çizdiği kaderi yaşıyoruz.

Daha önce ortaya koyduğumuz dünya genelindeki siyasi durumda, merkeziyetçilik bu kadar siyasi bir trend haline gelmişken, bu merkezi siyasi yapıların ademi merkeziyetçiliği esas alan stratejiler geliştirmesini beklemek çelişkili olacaktır.

Öte yandan yerel yönetimlerin devletten farklı bir yol açmalarını beklemek hayalperestlik olacaktır. Keza bugün belediyeler üzerinden belirginleşen muhalefetin yerel bazlı olmaktan öte merkezi siyasetle ilişkisi aşikardır. Belediyeler yerel üzerinden genel siyasete soyunmuştur. Küçük merkezi siyaset birimleri olan belediyelerin, kendi idari sınırları içerisinde merkezi siyasal birimlerden daha hızlı ve etkili olabileceği gerçektir. Ancak yukarıda bahsi geçen merkeziyet eleştirilerinden belediyeler muaf değildir. Siyasi çekişmeler, ekonomik rant, iktidarı elinde tutma stratejileri elbette yerellerde salgınla mücadelede kendini belirginleştirecektir.

Toplumsal koordinasyon ve dayanışma için merkeziyetçi yapıların gerekliliği, devletli siyasetin dayatmasıdır. Devletin merkeziyetçi ve hiyerarşik bir temelde örgütlenmiş, insanı ve insanın doğadaki tüm varlıklarla kurduğu uyumu değil kârı, rantı ve ezmeyi kendisine hedef edinmiş örgütlenme biçimlerine karşın, ezilenlerin kendi yaşam alanlarında kendi siyasasını merkezi olmayan federatif, kolektif, komünal yapılarla oluşturmaları bugün en çok gereksinim duyulan şeydir.

Hüseyin Civan

Meydan Gazetesi Sayı 53, Mayıs 2020

Paylaşın