Devlet ne yaparsa yapsın bazılarını kendisinin meşruluğuna inandıramaz. İktidarın tüm kötülüklerin kaynağı olduğunu bilenler, her daim devlete isyanı örgütlemiştir. Devlet, iktidarını kaybetmenin korkusuyla kendisine inanmayanları sindirmek ve kendisinden taraf olmayanları yok etmek ister. Şiddet, devletin varlığının zorunlu olduğuna inananlar için devletin meşruluk iddiasını kabul etmeyenlere yönelik “meşru” bir araçtır.
Devlet şiddeti karşılığını devletin militer güçleriyle bir meydanda bulur; bir gecede düzenlenen operasyonda, işkencede, gözaltında, hapishanede… İlan edilen yasalarda, sıkıyönetimde, yasaklarda bulur. Kimi zamansa devletin meşruluk yalanına inananlar da devlete inanmaz olur. Bir deprem anında, bir kent yıkıldığında, milyonlarca insan açlık sınırında sabrını tükettiğinde “Devlet nerede?” diye sorar kendine. Bu zaman, devletin “kriz”idir. Yıllarca kulağına “Böyle gelmiş böyle gider.” diye fısıldadıklarının karşısında devletin maskesinin düştüğü anlardır krizler. Kurduğu sistemin meşruluğuna artık ikna edemediği toplumu şiddetle bastırmaya çalışır.
Devletin normalleştirmeye ve normalleşmeye çalıştığı bir kriz sürecini yaşıyoruz. Covid-19 vaka sayılarının gizlenmesini göz önünde bulundurduğumuzda bile krizin boyutunun ne denli büyük olduğunu anlamak zor değil. Korona Krizi, devletlerin yaşadığı ilk kriz değilse de bu denli büyük bir salgının uzun yıllar sonra ilk kez görülmüş olması, devletin içinde bulunduğu krizi yönetebilmesini daha da güçleştiriyor. Korona Krizi’nin başında sokağa çıkma yasaklarıyla kontrolü elinde bulundurduğu imajını yaratan, bu yolla toplumun kendisine olan inancını pekiştirmek isteyen devlet, normalleşme sürecinde izlediği politikalarla birçok insan için giderek zorbalıkla, adaletsizlikle örtüşür hale geldi. Meşruluk zeminini, toplumu kendi varlığının zorunluluğuna ikna ederek yaratamayan devlet bu süreçte ikinci bir yöntemi, meşruluğunu şiddetle ilan etme yöntemini daha sık kullanır hale geldi.
Homo Homini Lupus
İnsanın bencil bir varlık mı yoksa toplumsal bir varlık mı olduğu sorusu ahlak ve siyaset felsefesinin temel sorularından birisidir. Bireylerin ve toplumların gündelik yaşantıları ve ortaya çıkardığı kurumlar, bu sorulara verilen cevaplar ve tartışmalar ekseninde şekillenmiştir.
İnsanın bencil olduğu fikri, beraberce yaşamak için üst bir yapının -çoğunlukla devlet- gerekliliğini savunur. Bu fikrin ünlü savunucularından Hobbes’a göre insan sadece kendisini koruma eğilimine sahip bencil bir varlıktır. Bu varlık dünyadaki diğer bütün varlıkları kendisinin devamlılığı için bir kaynak olarak görür. Bu da her şeyi kendisi için kullanmaya çalışması ve sonucunda kendi gibi bencil olan diğer insanlarla çatışmasına sebep olur. Böylece “herkesin herkesle savaşı” başlar. Hobbes bunu söyleyerek savaş ve şiddetin, insanın temel içgüdüsü olduğu kabulüyle hareket eder. Yarattığı toplumsal düzen de haliyle devletli bir sistemdir. Yarattığı sistemin temel cümlesi de herkesin çok iyi bildiği gibi şudur: “İnsan insanın kurdudur.”
İnsanı Hobbes gibi temelden kötü ve bencil olarak görmese de insanlığın sonradan yozlaştığını düşünen Rousseau da devletsiz bir işleyişi düşünemez ve şöyle demiştir: “Bir toprak parçasının etrafını çevirerek ‘burası benimdir’ diye düşünen ve insanları kendisine inanacak kadar saf bulan ilk insan, medeni toplumun baş kurucusuydu.”
İktidarsız İlişkilerden İktidarın Tahakkümüne
Öte yandan insanın toplumsal bir varlık olduğu fikriyse üst bir yapı olmaksızın uyumun gerçekleşebileceği fikrinin ilk adımıdır. Bu uyum, ilk devletsi yapılar ortaya çıkana dek devletsiz bir yaşamı milyonlarca yıl sürdüren toplumlarda ve hemen hemen tüm coğrafyalarda hüküm süren devletlere rağmen bugün devletsiz yaşayan halklarda görülür.
Ancak devletlerin varlığı, devletsizlik düşüncesini ve devletsiz yaşamı yok edememişse de bugün mülkiyete ve otoriteye dayanan iktidar mekanizmalarının bireyler ve toplumlar üzerindeki tahakkümünü hemen hemen bütün coğrafyalarda görmekteyiz. Peki belli bir grubun, insanlığın geri kalanı üzerindeki bu tahakkümü insanlar tarafından nasıl kabul edilebildi? Devletli toplumun temel savlarını oluşturan Hobbes, Rousseau gibi filozofların düşünceleri tartışılıp kabul edildi ve öyle mi devletli topluma geçildi? Bahsedilen “toplum sözleşmesi”ni görüp de kabul eden var mı?
Hayır, sürecin böyle işlemediği çok açık. Bizler bugün iktidarların ortaya çıkışı ve örgütlenmesiyle birlikte şiddetin, zorbalığın, adaletsizliğin de sistematik şekilde toplumsal yaşamda var olmaya başladığını ve çeşitli araçlarla sürdürüldüğünü biliyoruz. İktidarların örgütlenmesi ve kurumsallaşmasıyla ortaya çıkan devletler de varlığını sağlayabilmek için hüküm sürdüğü coğrafyalarda, işgal ettiği topraklarda çeşitli araçlara başvurmuştur. Ancak bu araçların varlık amacının iktidarın varlığını korumak olmadığı aksine -tam da devletin gerekliliğini savunan fikirlere yakışacak şekilde- toplumsal düzeni korumak için oluşturulduğu yalanını uydurarak başvurduğu araçları meşrulaştırmaya çalışır.
“Bütün savaşları, dövüşemeyecek kadar korkak olan, bu yüzden kendileri adına dövüşmek için gençleri cepheye süren hırsızlar çıkarır.” Emma Goldman
Şiddet ve onun en militer şekilde organize edilmiş hali olan ordu, devletin temelini oluşturur ve aynı zamanda onun varlığını sürdürmesi için bir araçtır.
İnsanlar arasındaki uyum ve güven ilişkileri, iktidarlı ilişkilerin toplumda yaygınlaştığı süreçte yerini güvensizliğe, uyumsuzluğa, yalnızlığa bırakmış ve devlet bu güvensizlik içinde “insanları korumak” için gerekli olduğunu iddia ettiği bir şiddet tekeli oluşturmuştur. Bu şiddet tekeli ordudur; ordunun insanları savaşta ve barışta koruyacağı fikriyse toplumun ordunun varlığının meşru olduğuna ikna olmasını sağlar.
Devletin Ordusu Kriz Anlarında da Devleti Korur
Dünya üzerindeki iktidarların hepsi tahakküm kurdukları coğrafyalarda işlerin yolunda gitmediğini fark edip de “kriz”e girdiğinde orduların aktif rol üstlendiği savaşlar krizin üstesinden gelmek, yeni krizlerle de olsa var olan gerçeklerin üstünü örtmek için işlevsel bir araç haline gelir.
Bunun örneklerinden belki de en yaygın olanı, tarihteki iki büyük dünya savaşıdır. Dünya savaşlarının ikisinde de iktidarını pekiştirmek, güç kazanmak isteyen Batı Avrupa devletleri ve Birleşik Devletler son çare olarak birbirlerine saldırmıştır; tahakkümleri altında yaklaşık üç nesil boyunca savaş borçlarını ödettikleri halkları daha yönetilebilir kılmak için düzenledikleri bu savaşlar silsilesi, dünyanın gördüğü en büyük kıyımları -soykırımlar, kitlesel açlık, atom bombaları vb.- beraberinde getirmiştir. Bunu yapmak için körükledikleri ve Samuel Johnson’un alçakların en son sığınağı olarak nitelediği vatanseverlik ve milliyetçilik akımlarının halkların isyanını durdurabileceği varsayımıyla hareket etseler de durum her yerde bekledikleri gibi bitmemiştir. Meksika, Rusya, İberya, Çin başta olmak üzere dünyanın çoğu coğrafyasında etkisi hala devam etmekte olan devrimleri durduramamışlardır. İçine düştüğü krizden çıkmak için uğraşan devletler, bu sefer de orduyu ortaya çıkan bu devrimleri bastırmak için bir araç olarak kullanmıştır; ordunun halkı koruduğu yalanının en açık haliyle görüldüğü devrim süreçlerinde devlet devrimi yaratmak için mücadele edenleri, halkı katletmiştir.
Ancak iktidarların kriz anlarında sarıldığı bir araç olarak ordunun işlevini görmek için tarihsel ve mekânsal bir yolculuk yapmaya gerek yok. İçinde bulunduğumuz coğrafyanın ve kriz halinin dünya savaşlarından -haliyle bütün savaşlardan- farkı olsa olsa “büyüklüğüdür.” Korona Krizi’ni yönetemeyen ve krizin etkileriyle baş edemeyen devlet, çareyi savaş politikalarında buldu. İşte devlet! İstatistiklerde görülmesini bile engellediği işsizlerin öfkesini bir yere yönlendirmek, umutsuzlaştırdığı gençlerin intiharını akıllardan silmek ve daha fazla gerçeğin üzerini örtmek yani içine düştüğü krizden kurtulmak için TC devleti de orduyu öne sürmekte ve yaşadığımız coğrafyada savaş atmosferi yaratmakta.
Üstelik kendini yönetemeyen ve danışıklı dövüş yapabileceği suç ortakları da bu atmosferi yaratmak için hazır. Doğu Akdeniz üzerinden kendi varlığını Avrupa Birliği için değerli hale getirmeye çalışan, bunun için “Akdeniz Polisi” olmaya hazır Yunanistan ve yıllardır halkın güvenini gittikçe kaybeden ve sokaklarındaki ateşin gecelerimizi aydınlattığı Fransa. Bu üç devlet için de Doğu Akdeniz gerilimleri vatanseverliği ve milliyetçiliği körükleyip savaş politikalarını işleterek halkların isyan tehlikesini bastırabileceklerini, herkesin gündeminde olan “adaletsizlikleri” geçiştirebileceklerini düşünüyorlar.
Yasa, Zorbalıktır
İktidarlar varlığını sürdürebilmek için bireylerin gündelik yaşamından toplumsal ilişki biçimlerine kadar yaşamın her alanını kontrol etmek ister. Bu kontrolü gerçekleştirmenin en kolay yolu, iktidarlar tarafından hazırlanan yasaların bireysel ve toplumsal olarak kabul edilmesini dayatmaktır. Yasa, iktidarların varlığını meşrulaştırırken aynı zamanda iktidarsız bir toplumsal düzenin olamayacağı kabulünü yaratır.
Hobbes’un Leviathan’ı ve Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi bu toplumsal kabulün dayanaklarını oluşturmaktadır. Yasalarla tahakküm altına alınan bireyler bunun adil olduğuna ve kendilerini kendilerinin yönettiğine inandırılmaya çalışılır. Buna inananlar için bir meclis ve bu meclisin çıkarttığı yasalardan güç alan kurumların varlığı oldukça olağan görünmeye başlar.
Ordu, devletin fiziksel gücünü oluşturur; yasa ise o gücü kullanmak için düzenlenmesi gereken metinlerdir. Yasalar gündelik işleyişin yürütülmesi için “gerekli önlemleri alarak” her şeyin iktidarların çıkarı doğrultusunda işlemesini hedefler. Şu an başkalarından duymaya alışık olduğumuz ancak aslen Rousseau’ya ait bir kavram olan “milli irade” ya da devletin eski deyimiyle “ulusal egemenlik” ancak böyle sağlanabilir.
Devletin Yasası Kriz Anlarında da Devleti Kollar
Meşruiyetini yasalardan alan devlet içinse bunların hepsi –adalet, hukuk, yasa vs..- ordudan farksızdır. Kendi iktidarını korumak ve yeniden üretmek. Halkları tahakkümü altında tutmaya devam etmek...
Her kriz gibi Korona Krizi de devletin maskesini düşürüp gerçek yüzünü gösterdi. Yasaların, iktidarların “toplumsal düzen” anlatılarından ve insanların razı olduğundan çok daha farklı olduğunu gördük. Birçoğumuz böylesi bir krizde devletlerden hayatlarını kurtarmak için gerekli koşulları var edecek yasaları bekledik. Bekledik... Ancak çıkan yasalar genellikle kısmi sokağa çıkma düzenlemeleri, eğitimin ertelenmesi, seyahat etmenin zorlaştırılmasından ibaretti. İlaç destekleri ve sağlık hizmetleri bu yasalarda yoktu. Yoksulların durumu düşünülmedi. Hastalığa yakalanıp yakalanmadığımızı test etmemiz için bile gerekli düzenlemeler yapılmadı. “Bunları yapmadılar!” dediğimizde “Devlet hangi birine yetişsin?” diyenler olabilir ancak devletin bu süreçte yaptığı şeyler elbette oldu. Mesela krizi yönetme bahanesiyle polise verilen yetkiler artırıldı. Merkeze bağlı ayrı bir polis kuvveti kuruldu. Propaganda bakanlığı farklı bir isimle de olsa faaliyete geçti. Olası “savaş” durumları için diğer devletlerden füze sistemleri alındı. Bekçilere silah kullanma, üst arama, kimlik sorma vb... yetkiler verilip onlar da iyiden iyiye polisleştirildi. Devlete ekonomik kar sağlayan yerler açıkken eğitim kurumları kapatıldı.
Bütün bu yaşananlara ve devletin özüne karşı gelen, yetkisi attırılmış polisleri ve yargı kurumlarını karşısında bulacaklarını bile bile sokağa çıkan, zulümlere karşı çıkan devrimcilere yapılan baskı da bunun sonucuydu. Devletin, gerçek yüzünü insanlara duyurmaya çalışıp gerçekleri savunan devrimcilere yönelik baskısını “adalet” için yaptığını söylemesi, bu sebepler de düşünüldüğünde şaşırtıcı değil.
Bütün Devletler Zenginler İçin
Devletin olmadığı bir düzende insanların birbirlerini köleleştirecekleri, güçsüz olanların ezileceği ve ellerinde hiçbir şeylerinin kalmayacağı bugün iktidarların en çok kullandığı ancak geçerliliğini çoktan yitirmiş olan bir düşünce. Bu anlayışa göre devlet tam da bununla mücadele etmek için oluşmuştur. Daha fazla açacak olursak bu anlayış serbest girişimin önünü açacak ve grupların tröstleşmesini, tekelleşmesini engelleyerek toplumsal ve ekonomik bir adalet oluşturacaktır.
Ancak bugün içerisinde yaşadığımız sınıflı toplum yapısında ekonominin önemli bir yere sahip olduğunu hepimiz biliyoruz ve tabi ekonomik olarak sınıflara ayrılmış toplumun iktidarların çıkarlarıyla yakın ilişkisini de. Bu ayrışma çok basit olarak açıklanabilir: Kendi hayatlarını diğerlerinin üstünden kazananlar ve kendi hayatlarını kazanmak için çalışmak zorunda kalanlar.
Tanımına göre, ihtiyaçlarımızın üretilmesini ve karşılanmasını kapsaması gereken ekonomi, iktidarların toplumsal yaşamda var olmaya başlamasıyla iktidara sahip olanların mülklerini koruma ve arttırma aracı haline gelmiştir. Bu araç kullanılırken üretim de ihtiyaç odaklı değil kar odaklı hale gelmiştir. Böyle bir ekonomik işleyişte toplumun bir bölümü ihtiyaçları oranında değil cebindeki para oranında tüketebilmektedir. Devletin adaletsizliklerden kurtulmak için adaletsiz bireyler haline gelmeyi dayattığı bu ekonomik sistemde zengin doğmayanlar “fırsat eşitliğiyle” ezilir ve daha da fakirleşir.
Devletin Ekonomisi Kriz Anlarında da Adaletsizliktir
Proudhon’un bütün mallarının çalıntı olduğunu söylediği zenginler için Korona Krizi ve sağlık problemi de daha farklı işliyor elbette. Oluşturdukları fildişi kulelerinden, bahçeli sitelerinden hiç çıkmadan hayatlarını idame ettirebiliyorlar. Ola ki virüs bulaşırsa da istedikleri zaman testlere ulaşabiliyor, sağlık hizmetinin en kalitesinden faydalanabiliyorlar. Öte yandan ezilenler ve pastadan payını alamayanlar için ise durum farklı.
Devlet Korona Krizi başladığından beri fabrikalara gitmemiz için elinden geleni yapıyor. Zenginlerin normal dönemlerde de kullanmadığı toplu taşıma araçları yine dolup taşıyor. Kriz öncesi nasıl çalışıyorsak yine aynı şekilde çalışıyoruz hatta daha da zor şartlarda, daha da riskli halde… Korona Krizi haritalarında neden işçi semtlerinin virüs dolu göründüğünü anlamak için herhangi bir açıklamaya ihtiyaç yok haliyle.
Devletin ekonomiye müdahalesi sonucu oluşan durum bununla da sınırlı değil. Bir yandan işten çıkarmaları yasaklayarak gerçeği gizlerken diğer yandan da Dardanel Ton, Vestel gibi büyük şirketlerin işçilerin çalışması için “Çalışma Kampları” kurmasına ön ayak oluyor. Bir yandan maaşlarımızdan yaptıkları kesintiler ile ödedikleri ödenekleri bir marifet gibi anlatırken bir yandan da bizi kapatmak için ekonomiyi yönlendiriyorlar. Dünyanın pek çok yerinde durum aynı. Madrid’te işçi mahallelerinde insanların sokağa çıkması yasak iken aynı mahalleden insanların zenginlere kahve servisi yapmak için bütün şehri trenle dolaşmak zorunda kalmalarında bir sorun görünmüyor.
Devlet, Kriz Anlarında da Devlettir
Devletlerin her haliyle şiddetin, zorbalığın, adaletsizliğin örgütleyicisi ve yaratıcısı olduğunu biliyoruz. Ordu, yasa, ekonomi ve daha pek çok araçla kurduğu toplumsal düzeni korumaya çalıştığını görüyoruz. Sosyal, biyolojik, ekonomik, psikolojik olarak her birimizin krize sürüklendiği bu sürecin aynı toplumsal düzenle ilişkili olduğunu görmemiz ise çok zor değil. Çünkü artık reddedilemeyecek kadar açık işliyor bir şeyler... Tarihteki nice kriz anı gibi bugün de devletlerin içine düştüğü ve düştükçe bizi de içine çektiği kriz onlar için “korkutucu”. Her an bu krizin altında ezilenler “Artık yeter!” diyebilir, her an bir şeyler iktidarların kontrolünden çıkabilir.
Bize gelince… Tabi ki her birimiz bu krizi en ağır şekilde deneyimliyoruz ve yaşamlarımız için endişeliyiz. Ancak bugün yaşadıklarımızı yarın unutmayarak bir şeyleri değiştirmeye başlayabiliriz.
Devletin her kriz anında olduğu gibi bugün bir kez daha düşen maskesinin ardında gördüğümüz yüzü unutmayalım. Çünkü o yüzde nicelerimizin çektiği adaletsizlik var. Devlet bu krizden bir çıkış yolu bulur mu yoksa ip inceldiği yerden kopar mı, şimdilik bilinmez. Ancak düşen maskeleri birer birer yeniden takmaya çalışsa da o yüzü artık kimsenin unutmayacağı aşikar.
Meydan Gazetesi Sayı 54, Ekim 2020