Son günlerde TBMM İnsan Hakları Komisyonunun “Kışlalarda Kötü Muamele” konusuna ilişkin raporları açıklandı. Raporlar dahilinde ortaya çıkan çarpıcı rakamlar medyada yoğun bir şekilde yer buldu.
Aslında gündem olan istatiski veri, orduda yaşanan intihar oranlarına ilişkindi. Farklı rütbelerdeki birçok askerin arkası arkasına yaşanan intiharları, belki de insan hakları komisyonunun böyle bir çalışma yapmasının nedeniydi. Raporun ortaya koyduğu tabloya göre, 2002-2012 arasında orduda toplam 1470 ölüm yaşanmıştı. Bunların 934’ü intihar olarak kayıtlara geçmişti. Buna karşılık son 12 yılda TSK’nın düzenlediği operasyonlarda 233 asker ölmüştü. Benzer bir şekilde, ordudaki intihar oranı Türkiye genelindeki intihar oranını kat kat aşmıştı.
Bu rakamlar üzerinden farklı medya yayın organlarında büyük tartışmalar yapıldı. Ordunun niteliği üzerinden yapılan eleştirilerle ordudaki intiharlar değerlendirildi. Bu yaşanan intiharlar haricinde, ordu içerisindeki diğer ölümlerin varlığı da en az intiharlar kadar önemli. Aslında bu durum, militarizmin bireyler üzerinde yarattığı fiziksel ve psikolojik tahribatın bir yansıması. Militarist zihniyet ve bu zihniyetin kurumlarının bireyler üzerindeki tahribatını konuşmamıza gerek bile yok.
İntihar oranları üzerinden yaşanan bu tartışmalar, orduda yaşanan tahribatlarla ilgili olsa da, temel mesele bu tahribatların ötesinde toplumun tamamında oluşmuş bir tahribat. Toplumun tamamında oluşan bu tahribatın yansımalarını, intiharlar, artan ilaç kullanım oranları, psikolojik destek alan insan sayısının artması vb. durumlarda görmek mümkün.
Sadece yaşamsal faaliyetlerimizi değil, bireysel ve toplumsal değerlerimizi değiştiren kapitalizmin etkisini, toplumun delirmesi anlarında sıklıkla görmeye başladık. Son yıllarda psikolojinin, ilaç sanayisinin, kişisel gelişim senaryolarının ulaştığı boyut düşünüldüğünde, bütün bu “toplumun delirme” anlarını, kapitalist tahribatın toplumsal etkisi olarak yorumlayabilir miyiz?
Delirdiğimizin İspatı
Türkiye’de 2011 yılında, 1391 kişi kendini asarak, 142 kişi ilaç kullanarak, 270 kişi yüksekten atlayarak, 698 kişi silah kullanarak, 44 kişi suya atlayarak intihar etti. Bu intiharların neredeyse yarıya yakın bir kısmının nedeni bilinmiyor, bunların dışında psikolojik rahatsızlıklar, geçim sıkıntısı, okul başarısızlıkları gibi nedenlerden dolayı yaşanan intihar sayısı bir hayli fazla. İntihar edenlerin büyük bir çoğunluğunu işsizler, ev kadınları ve öğrenciler oluşturuyor.
Tabi ki bu oranlar bir istatistik olmaktan çok daha öte veriler. İntihar ederek yaşamlarına son veren insanlar, nasıl bir tahribatın içinde olduğumuzu görmemiz açısından önemli. İçinde bulunduğumuz ay içerisinde Kocaeli’de cinnet geçirip önce iki kızını sonra da kendini öldüren kadın, ya da geçim sıkıntısı nedeniyle geçtiğimiz aylarda ailesinin tüm fertlerini öldürüp sonra intihar eden adam... Benzer olaylara sıklıkla rastlar olduk. “Yetkililer” psikolojik destek ve rehberlik yardımı faaliyetlerini arttırdıklarını söylüyor. Aynı asker intiharlarının artması sonucu TSK’dan üst rütbe komutanların çıkıp açıklama yaptığı gibi. Yani herşey kontrol altında.
Kadına şiddet başlığı altında toparlanacak veriler de benzer biçime sahip. İçinde bulunduğumuz yılın 11 ayında, 147 kadın öldürüldü, 123’ü tecavüze uğradı, 208 kadın şiddete maruz kaldı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı da, TSK komutanlarının yaptığı gibi gerekenlerin yapıldığını belirtti. Sorunların yüzeysel çözümlerine ilişkin yasalar da yolda.
Kapitalizmin tüketim alışkanlıklarını arttırmaya yönelik hamlesini kolaylık olarak sunduğu kredi kartlarından, mağdurların yaşadıklarını görebilmek içinse etrafımıza bakmak yeter. Kredi kartı borçları yüzünden yaşanan mağduriyetlerin büyük bir bölümü mağdurlarda psikolojik tahribatlara yol açıyor. Son iki sene içerisinde kredi kartı borcu nedeniyle yaşanan intihar sayısı 200’ün üstünde. Yine kredi kartı borçları nedeniyle 30 kişi cinnet geçirdi.
Kapitalizmin bireyleri, sisteminin işlemesi ve otoriteye boyun eğen iradesiz kişilere dönüştürmek için tasarladığı okul ve sınav sistemi yüzünden yaşanan intiharlar ve gençlerin cinnet halleri, bu genel delirme hallerinin ön safhasını oluşturuyor belki de. Ailenin, okulun otoritesi ve baskısıyla erken yaşta yaşamaya başladığımız bu delilik durumunun ulaştığı boyut son yıllarda kendini artan bir şekilde hissettiriyor. Geçtiğimiz sene okul başarısızlıkları ya da sınav kaynaklı 50’nin üstünde vaka yaşandı.
Kapitalist tahribatın bireyler üzerinde yarattığı çözümsüzlük hissiyatı, toplumun delirme anlarının nedenlerinden biri. Borçlarını ödeyemeyeceğinden, kocasının şiddetine maruz kalmaya devam edemeyeceğinden, okul ya da sınav başarısızlığı yüzünden, toplum içerisinde sosyal ve ekonomik bir statü edinememesinden kaynaklı yaşanan bu sorunların nedeni olan, kapitalist sisteme uyumsuzluk. Kapitalizmin bu uyumsuzluktan kaynaklı bireylere yaşattığı çözümsüzlük hissiyatı, o bireylerin bu gidişata devam etmeye zorlanmasının diğer adıdır. Ya kocanın, patronunun, müdürünün, ailenin baskısıyla devam edersin ya da yok olursun.
İşin “delirtici” yanı ise, kapitalizmin neden olduğu çözümsüzlük hissiyatını sözde iyileştirmeye yönelik hamleleri: Son yıllarda moda haline gelen psikolog destekleri, kökeni ortaçağda deliliği insanların beyinlerini açıp türlü kimyevi madde vererek iyileştirmeye çalışan modern tıbbın ilaçla tedavileri, yaşarken mutlu olmanın 100 yolu, içindeki başarılı kişiyi farketmenin 50 yolu gibi kişisel gelişim zırvalıkları içeren kitaplar, bu çözümsüzlük hissiyatını hissetmemek için daha fazla tüketmeyi tedavi olarak kullanılan “daha çok alışveriş” kampanyaları, bu hissiyatı bireylerin ertelemesini sağlamak adına kurtuluş olarak sunulan sanal kişilikler...
İstatistiklere göre dünyada 500 milyon “ruh hastası” kişi olduğu söyleniyor, Türkiye’de ise bu rakam 16 milyon. Dünya genelinde son dokuz yılda antidepresan kullanımı %160 oranında arttı. Bir yılda kullanılan 37 milyon kutu ilaç arasında en fazla kullanılanlarsa Prozac, Cipram, Lustral. Dünyada 350 milyon kişinin depresyonda olduğu söyleniyor, Türkiye’de ise 20 milyon. Manisa Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, tamamen dolu olduğundan dolayı artık hasta kabul etmiyor.
Delirmemek elde değil!
Verilerin artan oranlarına bakıldığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; deliriyoruz.
Deliliğin, toplumda bir hastalık olarak ele alınmasının kökeni yedi bin yıl öncesine kadar ulaşıyor. Eski İbranice, Eski Yunanca ve Latince’de bu kavramı karşılayan bir sözcüğe rastlanıyor. Sağlık sözcüğünün önüne olumsuzluk eki getirilerek, “sağlıksız” anlamıyla kullanılan kavramın, devletli ve kapitalist toplumlarla kazandığı anlam ise eski kullanımından biraz farklı.
Delilik, toplumda normal diye belirtilen davranışların tam tersine davranışlarda bulunan insanları nitelemek için kullanılan bir kavram artık. Normal olanın yani toplumsal kabulün, aslında o toplumu oluşturan bireylerin iradeleri dışında, sosyal-ekonomik-siyasi iktidarlar tarafından belirleniyor oluşu, deliliğin de bu iktidarlar tarafından belirlendiğinin göstergesi. Yani kapitalizmin ve devletin belirlediği normalliğin dışında yer alan herkes deli.
Kapitalizm içinde uyumsuzluk gösterip, kapitalist kültürü içselleştirmeyen herkes deli.
Delilikle mücadele yöntemleri
Milyonlarca kişinin ‘normal’ bir hayat için, ve hatta ‘normal’ bir hayatı yaşıyor gibi görünebilmek için delirdiği böylesi bir dünyada, sistem kendisine uyumsuz hale gelen bireylerle türlü mücadele yöntemleri geliştirir. Bu yöntemlerin sertifikalı uygulayıcısı, sistemin akıl hocası psikoloji ve psikiyatri, tüm bu deliliğin bireysel ve münferit olduğunda ısrar eder. Yani psikiyatriye göre yaşadığımız tüm bu delilik kişilere özel ve karakteristiktir. Bu hamle aleni bir şekilde kurbanı suçlamak ve failleri meçhulleştirmek için yapılır. Çünkü bireyleri toplumun yarısından fazlasının yaşadığı sorunlar yüzünden suçlamak için bu sorunlara karşı bireysel terapi, iş yüküne karşı rahatlama egzersizi, meditasyon, ilaç tedavi, stres yönetimi, psikolojik danışmanlık vb. yöntemlerle meselenin bireysel olduğunu meşrulaştırmak, çarkın devamı için bir zorunluluktur. Antidepresanların hayatımıza bu kadar hızlı girmesi ise elbette bir tesadüf değildir.
Tarihte ilk defa işsizler ve ağır sanayi işçilerini ‘mutlu’ etmek için kullanılmaya başlanan antidepresanlar, aslında bu delilik sisteminin çarkını döndüremediğinde başvurduğu en önemli reçeteli uyuşturucudur. Depresyon ilaçlarının en iyi tarafı ise toplumun her(ama her) kesiminin kullanabileceği bir uyuşturucu olmasıdır. Bu delilik sistemiyle barışamayan, kölece çalışma koşullarının altında ezilen, onunla uyum sağlayamayan, rekabet ve bencillik dolu bir yaşamın içerisinde yalnızlaşan bireylere hekimler tarafından ilk olarak bunun kişisel bir sıkıntı olduğu söylenir. “Kimyan bozuk, xy hormonu salgılayamıyorsun, mutsuzluk saplantın var” vb. gibi dahice teşhislerle kişiye tıbbi bir hastalık tanısı sunulur. Ardından bu hastalığın tedavisi için gerekli ehlileştirme yöntemleri devreye sokulur. Bunlardan en bilineni olan antidepresanlar, insanlara yaşadığı hayatla uyumlu, ona entegre ve hayatında patronuna, kocasına, öğretmenine bir kez olsun ses çıkartmamayı garantilemiş ‘normal kişiler’ olmayı vaat eder.
Uyumsuzluğa karşı sistemin sunduğu bütün tedavi yöntemleri, kişinin hayatındaki sıkıntıların ana sebebine değinmeden, mutsuzluğun sadece sonucunu değiştirmeye yönelik olarak hareket eder. İnsanın hayatını yaşanmaz hale getiren yaşam koşullarını yerinden etmek bir yana, bu sömürü sistemini meşrulaştırarak uyumsuz bireyleri deli ilan ederken, kişinin bu korkunç sisteme verdiği tepkileri ‘kimyasal uyuşturucularla’ ehlileştirmeye çabalar. Böylece içinde yaşadığımız toplumda yaşamı çekilmez hale getiren herşeyin daha farklı olabileceğine dair olan umut, yaşamsal ve sosyal bir değişime yönelmek yerine farklı alanlara kaydırılarak modern psikolojinin tedavi tahakkümüne yenilmek durumunda kalır. Ve toplum bu durumu modern insan olmanın bir gereği olarak hayatının içinde yaşatır ve büyütür..
Geriye Sayıyoruz Deliriyoruz
Psikiyatri ve onun akıl hocaları ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bu kadar toplu antidepresan alımının olduğu bir toplumda hiçbir sorun münferitleştirilemez. Sistemin delilik olarak tanımladığı hiçbir şey onun toplumsal, sosyal ya da tarihsel döngüsünden ayrı düşünülemez. İnsanları deli yapan şey, aslında onları ötekileştiren, ezen, yalnızlaştıranların olduğu toplum ve itilmişleri deliler olarak dışlayıp bir yandan da kimyasallarıyla tepkisizleştirenlerdir.
Hangimiz akıllıyız? Hiç durmadan devam eden savaşları kutsayanlar, insanın insanı öldürdüğü toplumsal düzenin normal kabul edildiği, tüm bir hayatını mesai denilen kölelik düzeninde geçirirken diğer yarısını taciz, tecavüz ve aşağılamalara uğrama paranoyasıyla yaşayan, dört duvar evlere betondan şehirlere sıkışmış, gerçek hayattan ümidi kesip internette yaşayan insanların içinde can çekiştiği ‘düzen’ mi?
Hangimiz hastayız? Yaşadığı hayata uyum sağlayamayan, savaşlara, krizlere, kapitalizmin sömürü düzeninde borca batmış, ekonomik olarak batık-sosyal manada ölü, ezilmiş, yok sayılmış olduğu için bunu iç sıkıntısı, bunalım, mutsuzluk, cinnet ve intihara kadar götürmek durumunda kalanlar mı?
Yaşadığımız kapitalist sisteme uyumlu değiliz. Onlar bu uyumsuzluğa delilik diyorlar biz ise bu uyumun bencillik, rekabet, asla sonlanmayacakmış gibi çalışmak, beton duvarların, tekerlekli taşıtların, ışıklı ekranların arasına sıkışmak, kalabalık içerisindeki yalnızlık, ne ürettiğimizi bilmeden üretmek, tüketimi mutluluk sanmak olduğunu biliyoruz. Bildiğimiz içinde tek tek yavaş yavaş deliriyoruz. Kapitalizm bizi uyuşturucularıyla uysallaştırmadan uyumsuzluğumuzun yani deliliğimizin enerjisini yaşamı bugünden yaratmak için kullanmalıyız.
Bu yazıda kullanılan verilerin büyük bir çoğunluğu TÜİK’ten alınmıştır.
Meydan Gazetesi Sayı 6, Aralık 2012