Yalınayak yürümek çok zordur. Yerin soğukluğunu bütün vücudunda hissedersin. Biraz daha ısınabilmek için tüm gücünü eve varmaya adarsın. Üstelik bunu her gün tekrarlıyor olduğunu bile bile.
Yine böyle bir günün ardından eve vardım. Aynı yemekleri, aynı kurumuş ekmekleri ve sarısının tadını asla bilemediğim yumurtamı buldum. Öyle acıkmıştım ki hemen yemeğe koyuldum. Ben yemek yerken annem ve babam anlayamadığım şeyler konuşuyorlardı. Grev diyordu babam. Ne anlama geldiğini bir türlü anlamlandıramıyordum grevin. Her gün yarı ölü bir halde eve gelişlerinin, patronunu sevmeyişlerinin, bana ayakkabı alamamasının ve kuru ekmeklerimizin bir alakası olmalıydı bu sözcükle. Bugün babamın anneme sıraladığı cümleleri daha sonraki günlerde de sıkça duymaya başladım. Artık kafamda yavaş yavaş anlamını buluyordu.
Babam çok çalışıyordu, biliyordum. Arkadaşları da öyleydi. Fakat patronları hem daha çok çalıştırmak istiyor, hem de daha az insanlık gösteriyordu. Babamı makineye dönüştürmek istiyordu, diğerlerini de. Hepsi aynı olacaktı. Hepsi onun olacaktı. Hepsini ezecekti ve hepsi de susacaktı. Ben sürekli hayal kuruyordum ve öğretmenim önce beni sarsıyor, sonra kızıyordu. Babam ya da arkadaşları çalışırken hayal kurmak istese patronu da kızardı. Çünkü çok çalışmalarını, sadece çalışmaya konsantre olmalarını istiyordu. Gözümün önüne fabrikada babamın bir makinenin başında durmaksızın çalışmasını, küçücük bir hayalin sonucunda patronunun başında belirip onu azarlayıp, işten atmasıyla sonuçlanacağını getiriyordum. Fabrikalardaki makineler ve patron hayal kurmuyordu, kurulmasına da izin vermiyordu. Hayal gücü güzeldi, bundan yoksun olanlar kötüydü. Ben küçüktüm ama anlıyordum hepsini. Babam artık yeter diyordu. Ama benim kurguladığım gibi sadece hayal kurmasına izin vermedikleri için değildi onun isyanı. Ne yapacak, ne söyleyecek merakla bekliyordum ve beklerken görüyordum ki babam üzgün değil öfkeliydi.
Bir gün babamın öfkesi büyüdü, büyüdü, büyüdü ve diğer arkadaşlarının büyümüş öfkelerine dokundu. ‘Grev patladı!’ diyordu babam. Şalterleri indirmiş, sessizce oturdukları yerlerden bir bir kalkmış, fabrikanın önünde toplanmışlardı. Annemde oradaydı. Bazı çocuklarda oradaydı. Ben gizlice gitmiş, uzaktan izliyordum. Babamın ve arkadaşlarının yüzüne öfkeli bir gülümseme çizilmişti sanki.
Okula geç kaldığımı fark ettim ve her ne kadar burada kalmak istesem de yola koyuldum. Okula vardığımda soluk soluğa kalmıştım ve gördüğüm şeyler beni çok öfkelendirmişti. Okula vardığımda öğretmen bir çocuğu dövüyordu. Çocuğu tanımıyordum. Öğretmenin hiddetli bağırışlarından çocuğun bir daha okula geç gelmemesini emrettiği duyuluyordu. O’da benim gibi soğuk rüzgarlarla boğuşarak çok uzaktan yalınayak geliyordu. Yol; bizi sadece yormuyor, bizden bir şeyler daha alıyordu. Az yol yürüyen çocuklar üşüdük dediğinde ben onlardan daha çok yorulduğumu biliyordum. O da biliyordu. Ama susuyordu. Bu susuşların bir anlamı vardı. Ama öğretmen bunu göremiyor ve dövüyordu. Nasıl da öfkelenmiştim, çünkü aynısını ezilmişliğin tahammülsüz sancısını bende çekmiştim, öğretmenden bende nefret etmiştim ve bir başkasının da bunu yaşamasını istemiyordum. Öğretmen yanından ayrılınca göz göze geldik tanımadığım üşümüş gözlerle. Konuşmadık. Konuşmak anlamını yitirmişti çünkü. Ama öyle uzun konuştu ki gözlerimiz, o an bu üşümüş gözlerle yolumuzun tekrar kesişeceğinden emin, sınıfıma doğru yürüdüm.
Sınıfa vardığımda başka bir öfke yığınının beni beklediğini gördüm. Sanki artık kimse katlanmak istemiyor, isyan ediyordu. Okulda gördüklerim az evvel fabrikada gördüklerime çok benziyordu. Kişiler, sıkıntılar farklıydı belki ama aynı olan bir şeyin her yerde aynı olduğunu fark etmiştim; ezenler ve ezilenler...
Babamlar yan yanaydı. Ve gülümsüyorlardı. Bizde yan yana olmalıydık. İstediklerimizi bağırmalıydık...
Farkında olmadan düşündüğüm bu fikirlerin arkadaşlarımın da kafasında dolaştığını fark etmem zaman almadı. Sınıftan tebeşir kutularını aldık ve okuldan dışarıya çıktık. Öfkemiz ellerimizdeki tebeşirlerle duvarlarda, kaldırımlarda yankısını bulmuştu. Kötüydü el yazmalarımız, yamuktu ama okunuyordu hissettiklerimiz, öfkemiz. Ne olduğunu anlayamadan sokaklarda binlerce oluvermiştik.
O an anladım, yalınayak okula gelmek zorunda olan, öğretmenine, onun yanlış kararlarına kafa tutan, ezilen bir tek ben değildim, biz binlerceydik ve başkaldırmıştık. Ve bu başkaldırışların en güzel yanı neydi biliyor musunuz? Bizim başkaldırışımız; isyan ve özgürlük kokuyordu.
Gizem Şahin
Meydan Gazetesi Sayı 6, Aralık 2012