Küresel Kapitalizmin Adaletsizliğinin Yeni Ortağı Uluslararası Af Örgütü
Şehrin en kalabalık caddelerinde veya meydanlarından birinde yürürken, birden bir ses işitiyorsunuz; “İnsan hakları için bir dakikanızı alabilir miyim?”. Sert ve olumsuz bir reddedişi bile zorlayan, sarı önlüklü part-time gönüllüleriyle Uluslararası Af Örgütü, sadece yaşadığımız coğrafyada değil; dünyanın birçok farklı bölgesinde toplamda yaklaşık 2 milyon üyesi ile giderek büyüyor. Kısa birkaç soruya vereceğiniz cevaplardan sonra her ay ödeyeceğiniz belli bir miktar karşılığı, Af Örgütü size “insan hakları savunucusu” olma ayrıcalığını temin ediyor.
Sadece yaşadığınız coğrafyadaki insan hakları ihlalleri karşısında “birşeyler yapmış” olmuyorsunuz bu üyelikle, aynı zamanda küresel ölçekte gerçekleşen ihlallere karşı da “bir şeyler yapmış” oluyorsunuz. Hem de Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi’nde, UNESCO’da, Avrupa Konseyi’nde ve dünya üzerinde birçok devlette, insan hakları alanında danışmanlık görevini üstlenen bir kurum aracılığıyla…
Kapitalizmin Sivil Toplum Stratejisi Küreselleşirken
Peter Benenson, 1961’de, İngiltere’nin yüksek tirajlı gazetelerinden biri olan The Observer’da “Unutulmuş Mahkumlar” isimli makalesini yayınladığında beraberinde “1961 Af İçin Çağrı” adıyla dünya çapında bir kampanya başlattı. Kampanya, Portekiz’de Salazar Rejimi’nde tutuklu bulunan iki öğrenci ile ilgiliydi. İşte bu çağrı ile birlikte Uluslararası Af Örgütü kuruluşunu gerçekleştirdi. Belçika, İngiltere, Fransa, Almanya, İrlanda, İsviçre ve ABD’den katılan delegelerle gerçekleşen bir toplantı sayesinde uluslararası konumunu kazandı.
Uluslararası Af Örgütü’nün kurulduğu yıllar, uluslararası siyaset açısından önemli yıllardı. Soğuk Savaş, devletlerarası kamplaşmalara neden olmuştu. Bu kamplaşmalar yaşanırken, devletlerin içerde ve dışarıda uyguladıkları baskıcı politikalar, bu politikalara söz üretebilecek bir organizasyonun meşruluğunu sağlar bir hale gelmişti. “Hükümetlerden, siyasi görüşten, dini inançtan bağımsız” olma vurgusuyla Af Örgütü, bu ihtiyacı karşılama rolüne soyunmuştu.
Örgüt, yasallığını ve dayanak noktasını, devletlerin kendi aralarında imzalamış oldukları ve uymayı vaat ettikleri anlaşmalardan alıyordu. Böylece Af Örgütü, kendi hazırladığı ve devletlere yüklediği görevler çerçevesinde değil, devletlerin zaten kabul ettiği maddeler çerçevesinde mücadele ediyordu. Devletlerin insan hakları açısından önemli bazı anlaşmaları imzalamasını sağlamak ve bunun için Birleşmiş Milletler’i baskı aracı olarak kullanmak, örgütün ana hedefleri arasında. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin her maddesini dünyanın her yerinde uygulanmasını sağlamak ve insan haklarını bir bilinç düzeyine taşımak da örgütün diğer hedeflerinden.
Af Örgütü Ne Yapar?
Yukarıda bahsi geçen hedefler doğrultusunda, araştırmalar ve ihlallerin sona ermesi için, Af Örgütü eylemler yapmaktadır. Bu eylemler yoğunluklu olarak kampanyalardır. Yapılan kampanyaların odak noktası; düşünce mahkumu siyasi, dini, vicdani, etnik köken, cinsiyet, renk, dil, uyruk, sosyal köken, ekonomik statü nedeniyle yaptırıma uğramış kişilerdir. Bu kişilerde Af Örgütü’nün aradığı özellik ise, şiddet kullanmamış veya şiddeti savunmamış olmasıdır.
Af Örgütü, “uluslararası konsül”de belirlediği stratejileri, yürütme komitesinden geçen kararla, 160’a yakın devlet bünyesinde bulunan şubeleri aracılığıyla gerçekleştiriyor. Örgütün merkezini ise geçtiğimiz Kasım ayından hatırlıyoruz. 300 çalışanı bulunan İngiltere’deki merkez ofiste, Af Örgütünün yeni yapılanma doğrultusunda yaptığı işten çıkarmalar sonucu gerçekleşen grev, medyada çokça konuşulmuştu.
Af Örgütü Gerçekte Ne Yapar?
Evrensel bir insan hakları mefhumuna sırtını dayayıp, bu mefhumun meşru olduğuna insanları ikna etmeyi amaç edinmiş; hak ihlalleri karşısında kampanyalar gerçekleştiriyor gibi görünen Af Örgütü, sokakta rastladığımız “sevimli” gönüllüleriyle ne kadar meşru görünüyor olsa da; STK’cılığın, kapitalizmin küreselleşmesinde nasıl bir rol oynuyor olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Küresel meşru değerler yaratıp, yaratılan bu değerler doğrultusunda örtük bir şekilde kapitalist çıkarlara hizmet etmek tam da STK’ların temel hedefidir.
Af Örgütü’nün aktivitelerindeki bazı durumları belirginleştirmek, bu temel hedefleri görünür kılmak açısından önem taşıyor:
Örgüt ilk kampanyasını yayınladığı günden bu yana, savunduğu tarafsız olma ilkesi, Uluslararası Af Örgütü’nün saygınlığının ve meşruluğunun dayanaklarından biri. Soğuk Savaş döneminde ortaya çıksa da, “bir devletin, bir bloğun ya da paktın sözcüsü konumuna düşmemek için dikkat ettiği” şiarını Af Örgütü, tüzüğüne de eklemiş. Bu tarafsızlık konumu, maddi kaynakların sağlandığı fonlara ilişkin dikkat edildiğini belirten madde ile pekiştirilmiş. “Af Örgütü’nün ulusal bölümleri ve yerel grupları harekete para bulmaktan sorumludur. Herhangi hükümetten fon kabul edilmez.”
İşte tam da bu madde, Af Örgütü tarafından defalarca kez çiğnendi. Bizzat İngiltere hükümetinin sağladığı birçok fonla Af Örgütü, çok sayıda kampanyaya girişti. Bunu 2011 yılı Faaliyet ve Ekonomi Raporu’nda görmek mümkün. 44 bin pound’dan 46 bin pound’a yükselen gelirlerin büyük bir bölümü, John D. ve Catherine T. MacArthur Vakfı, The Oak Vakfı, Açık Toplum Fonu (Gürcistan), Mauro Tunes ve Amerikalı Museviler Vakfı gibi yerlerden hibe edildiği belirtilirken; İngiltere Uluslararası Gelişim Departmanı’ndan da Afrika’daki eğitim projesi için dört yıllık bir fon alındığı belgede yer alıyor.
Buna benzer fonların, STK’ların “tarafsızlık” ilkelerini işletmelerinde ne denli etkili rol oynadığı aşikar! Bu durumu, Af Örgütü’nün ABD şubesi yönetim kurulu eski üyelerinden Francis Boyle, Dennis Bernstein’la yaptığı bir röportajda şu şekilde ifade ediyor, “ Eğer ABD ya da İngiltere’ye muhalif bir ülkedeki insan hakları ihlali durumuyla uğraşıyorsanız, büyük bir dikkatle, tüm kaynakları, tüm insan gücünü, reklamları kullanabilirsiniz. Ancak bu ihlal ABD’de, İngiltere’de ya da İsrail’de gerçekleşiyorsa işiniz biraz zor. Birçok baskıya, kavgaya, dövüşe göğüs germeye hazır olmalısınız.”
Bu durumun açıkça belirginleştiği birkaç örnekse, durumun vahametini anlamak açısından önemli.
Francis Boyle’un, 1991 yılındaki Körfez Savaşı’na ilişkin Af Örgütü ile ilgili verdiği bilgi oldukça çarpıcı. Savaş başlamadan önce, Hill&Knowlton şirketi ABD vatandaşlarını Kuveyt’e müdahale etmek için büyük bir propaganda kampanyası hazırlıyor. Kampanyanın bir parçası, ABD’deki Kuveyt büyükelçisinin kızının “bebekleri küvözlerden çıkarıp yere atıyorlar” yalanıydı. Bu durum ABD medyasında sıkça yer buldu. Sonra bir gün Başkan Bush kamera karşısına geçip elinde bir raporla küvöz hikayesine ilişkin bilgilendirmede bulundu. Bu da kampanyanın diğer parçasıydı. İşin önemli kısmı Bush’un elindeki raporu Uluslararası Af Örgütü’nün hazırlamış olmasıydı. Francis Boyle, bu raporun bir kopyasını, Başkan Bush’un eline geçmeden önce okumuştu. Hazırlanan raporun baştan savma bir şekilde hazırlandığını ve içinde çelişkiler barındırdığını belirten Boyle, Uluslararası Af Örgütü’nden bu konu üzerine biraz daha çalışılması gerektiğini belirttiğinde bir yanıt alamamış. Af Örgütü’nün hazırladığı rapordan etkilenen ABD Senatosu savaş kararı alıp Kuveyt’e müdahaleye onay veriyor. Boyle’un iddiası Af Örgütü’nün Londra ve ABD’deki şubelerinde İngiltere ya da ABD istihbaratından isimlerin üst düzey kademelerde olduğu yönünde. İddiaların gerçek olup olmadığı bir kenara, Af Örgütü’nün Kuveyt’e ABD işgali için meşru zemin hazırladığı açık.
Hak ihlallerini kendi çalışma alanı olarak belirleyen bir organizasyondan, insan hakları ihlallerine açık süreçler olan savaş dönemlerinde aktivitesini arttırması beklenir. Körfez Savaşı benzer bir örnek de 1999’da, NATO’nun Yugoslavaya’yı bombalaması ile ilgili. NATO bu bombalamayı haklılaştırmak için “insancıl bombalama” diye bir kavram üretti. Birçok tartışmaya neden olan bu kavram ve ardından gerçekleşen tartışmalara sessiz kalan Af Örgütü yöneticileri geç de olsa bir açıklamada buluyor; “Af Örgütü savaş karşıtı bir organizasyon değildir.”
Af Örgütü’nün 2012 Mayıs’ında, Afganistan’da başlattığı “savaş çağrıcısı kampanya” sadece kamuoyunda değil, Af Örgütü içerisinde de bir tartışma başlattı. Af Örgütü-ABD yöneticilerinden Suzanne Nossel’in önerisi olduğu tartışılan kampanyanın afişinde, savaşı çağrır bir şekilde “NATO: İlerleme Devam Etsin” yazıyor.
17 Mayıs 2004’te gerçekleşen bir UNESCO toplantısında, UNESCO, Af Örgütü’nün Uluslararası Yürütme Kurulu’nun metnini çevirip yayımlamak istemedi. Metinde Af Örgütü, ABD’nin “war on terror” (terörle savaş) kampanyasını insan haklarını savunma kapsamında değerlendiriyor olması UNESCO’nun bu tepkisindeki ana nedendi.
Yine Francis Boyle’un ABD, İngiltere ve Af Örgütü’nün dış politikalarının bağlantıları hakkında söylediklerine bakmak önemli. Tüm Apartheid rejimi boyunca Af Örgütü’nün Güney Afrika’ya ilişkin tek söz söylememesini rastlantı olarak tanımlamıyor Boyle. Boyle, kendisinin ve birkaç arkadaşının ısrarlı çabalarına rağmen, Güney Afrika’da insan hakları ihlallerine neden olan Apartheid rejimine tek söz üretilmemesini; bu rejimin en büyük ekonomik ve siyasi destekçileri olan ABD ve İngiltere’nin etkisine bağlıyor.
10 Aralık 2003’te, Af Örgütü “Çeçenistan’da Katliam” ismiyle gerçekleştirilen etkinlikte birkaç kurumla beraber ev sahipliği yaptı. Bu kurumlar arasında, Çeçenistan’da Barış için Amerikan Komitesi, Freedom House, Jamestown Vakfı, Özgür Avrupa Radyosu vardı. Bu kurumların hepsinin özelliği, ABD’de sağ kanat bir politikayı benimsiyor ve Rusya-Çeçenistan Savaşı’nda taraf oluyor olmalarıydı. Tarafsız olduğunu iddia eden Af Örgütü’nün bu tarz bir etkinliği yapmasının nedeni neydi?
Af Örgütü, ABD’deki birçok üniversitedeki birçok bölümle bağlantılı. Her bölüm, kendi ilgisi oranında bir strateji belirlerken, bazı devletlerin eleştirisine kesinlikle izin vermiyor. Bu yanlış yönlendirme karşısında Af Örgütü herhangi tavır göstermezken, Af Örgütü’nün Kriz Danışmanı Donatella Rovera, böyle bir manipülasyon durumu varsa bile, bu gruplara müdahale etmenin onların işi olmadığını belirtiyor.
2 Temmuz 2004’te Sudan’a, 16 Şubat 2005’te Nepal’e silah ambargosu için çağrıda bulunan Af Örgütü, İsrail’e ilişkin benzer bir çağrıda bulunmuyor. Bu durumu Filistin’in hukuki durumuyla haklılaştırmaya çalışan Af Örgütü’nün bu tutumunu Francis Boyle, Af Örgütü’nün en büyük fon destekçisi konumunda bulunan devletleri hatırlatıyor. Af Örgütü neden fonlarının kesilmesini istesin ki?
Kübalı “vicdan mahkumları” Af Örgütü’nün en çok eleştiri aldığı meselelerden biri. Küba’da rejimi değiştirmek için ABD desteğiyle faaliyet yürüten kişilerin tutuklanması ardından, Af Örgütü’nün hummalı bir çalışmaya girişmesi, ABD dış politikasıyla ilişkilendiriliyor. Bu kişilerin doğrudan ABD ile ilgisinin olması, doğrudan ABD’den maddi destek alması ve Küba yasasında buna ilişkin hüküm bulunması Af Örgütü’ne yönelik eleştirilerin merkezini oluşturuyor. Bu tarz bir eleştirinin önyargılı olduğunu dile getiren Af Örgütü yetkilileri, eleştirileri ideolojik olmakla suçluyor. Tüm bu tartışmalara girmeden, Af Örgütü’nün benzer süreci İsrail’deki Filistinli mahkumlar için işletmiyor oluşu, bu çelişkiyi hatırlatmak adına önemli görünüyor. Örneğin, 12 Mayıs 2010’da “vicdan mahkumu” olamayacağına ilişkin bir yazı yayımlanan Emir Makhul (İsrail vatandaşı, Filistin İnsan Hakları Avukatı), bu iki yüzlü politikanın en bilinen örneklerinden. Bunun anlamı şu, Af Örgütü Emir Makhul için kampanya yapmayacak.
Bu çifte standart politikaların Uluslararası Sekreterliği’ni yapan Irene Khan ve Kate Gilmore’un, Af Örgütü’ndeki çalışmalarını sonlandırdıktan sonra yapılan ödeme kafalarda soru işaretleri yaratacak cinsten; Irene Khan 500.000 pound, Kate Gilmore 300.000 pound alıyor. Bu iki duruma ilişkin Af Örgütü herhangi bir açıklama yapmıyor. Bu da para bulmak için çabalayan yerel gruplar arasında bir kızgınlık durumu yaratıyor.
Af Örgütü’nün, bu faaliyetlerine ilişkin yapılan eleştiriler dışında, organizasyon yapısı içerisindeki bazı bölümler de oldukça dikkat çekici. Örneğin, 1991 yılında kurulan Af Örgütü İş Grubu (Amnesty International Business Group)… Organizasyon bu bölümü kurarak, devletler ve uluslararası kuruluşlar üzerinde insan haklarına etki edebilmek için ekonomik aktörleri çalışma alanına dahil etmeye karar verdi. Bunlar yoğunluklu olarak ulusüstü şirketler ve küresel finans kurumlarıydı. Af Örgütü, hükümetlerin insan hakları ihlallerine ilişkin bilgilerini bu şirketler üzerinden edinecekti. Af Örgütü şirketlerden, etkilerini kullanarak insan haklarını desteklemelerini; özellikle hükümetlerle yaptıkları anlaşmalarda insan haklarına ilişkin hükümleri geçirmelerini; diğer şirketlerle iş yaparken de aynı ölçütlere dikkat etmelerini istiyor.
Af Örgütü, insan hakları ihlallerini, bu konuda özellikle ücretler, çalışma koşulları, çalışma saatleri ve yoğunluğu üzerinden “duyarlılıkları”yla bildiğimiz şirketlere ve onların patronlarına gözlemletiyor. Af Örgütü’nün bu grubu yönetmesi için seçtiği isim ise, bu gruptan beklenenlerden daha da ilginç; Shell’in eski yöneticilerinden Geoffrey Chandler… Af Örgütü’nün, ihlallerle ilgili müdahale edebilmek için seçtiği ekonomik alanlar ve bu alanlarda faaliyet gösteren şirketler de gözlerden kaçmayacak nitelikte. Örneğin, Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı çalışmaları, BP-Türkiye arasında imzalanan anlaşma… Af Örgütü’nün hak ihlalleri arayacağı yerleri, enerji politikalarına ilişkin oldukça fazla deneyimi olan Geoffrey Chandler belirliyor olsa gerek.
Sermayenin Küreselleşmesi ve Yeni Küresel Hukuk İhtiyacı
Soğuk Savaş sonrası, kapitalizmin ulaştığı yeni boyut, sadece sermayenin doğrudan ilgili olduğu şirketler ve finans kurumlarına ilişkin bir yapılanma süreci yaratmadı. Bu değişim, yeni bir iktidar mantığı ve yapısını ortaya çıkardı. Eski iktidar yapılanmalarının dayandığı meşruiyet kaynaklarını krize soktu. Ulus-devletlerin oluşturduğu düzen krize girdi.
Yaşanmakta olan bu değişim, devletlere yeni hukukun meşruluğunu tanımasını zorunlu kılıyor. Dolayısıyla bu değişimin/küreselleşmenin hukuku, anlaşmalar tarafından tanımlanmış eski hukuki çerçeveye yerleştiriliyor. Af Örgütü, İnsan Hakları İzleme Örgütü(Human’s Right Watch) gibi STK’lar da, Birleşmiş Milletler gibi ulusüstü kuruluşlar da varlıklarını buraya yerleştiriyorlar. Eski hukuki değerler içerisinde kendilerini tanımlıyorlar, ancak bu kuruluşları meşrulaştıracak değerler, eski hukuki değerlerden çok daha farklı nitelikte. Yeni hukuki değerler, evrensel ve nesnel bir çerçevede kendini dayatıyor. Böylelikle, kendilerini ulus-devletlerden daha üst bir konuma yerleştirebiliyorlar.
Yaratılan bu yeni küresel değerlerle oluşan meşruluk, yeni iktidar tarzının kaynağını oluşturuyor. Bu yeni hak, hukuk, adalet kavramlarıyla uygulanacak her yaptırım evrensel barış ve hak için yapılır. Bu yaptırımlar ya da müdahaleler, temel adalet değerlerine gönderme yapılarak haklılaştırılır. Peki bu evrensel “barış, adalet, düzen” kavramlarına kim karar verecek, kim tanımlayacak?
Af Örgütü’nün stratejilerini, dış politikalarını belirlemede kimler etkiliyse tanımlayanlar da onlar olacak. Kapitalizmin sözde hukukun, adaletin, barışın meşruluğunda faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarının ve uluslararası kurumların amaçları, kendilerini her fırsatta ele vermeye devam edecektir.
Meydan Gazetesi Sayı 7, Ocak 2013