Çürüyen Sadece Dişimiz Değil

Sayı 8, Şubat 2013

Günümüzde sağlıksız görüntünün en belirgin hallerinden biri olan diş çürümesi 5 yaşından itibaren çocukların neredeyse %70'inde görülüyor. Peki ne oldu da insanlık böylesi bir fiziksel dejenerasyona maruz kaldı? 1930'larda yapılan bir araştırma gösteriyor ki, çürüyen sadece dişimiz değil...

Aşırı kilo, sürekli artan kolesterol düzeyi, diş ve diş eti hastalıkları, şeker hastalığı, bel ağrısı, kalp rahatsızlıkları, fıtık vb. birçok hastalık, hayatımızın çok büyük bir alanını yaşanılmaz hale getirmiş durumda. Kapı kapı dolaşılan hastaneler, bir türlü geçmeyen ya da geçse bile bir kaç yıl sonra tekrar eden ağrılar, yaşamlarımızı uzun ama kalitesiz birer işkenceye çeviren hastalıklar tarihte hiç olmadığı kadar büyük bir oranda artıyor. Tedavi teknolojileri, ilaç yapımı ve uzmanlık düzeyleri sürekli gelişirken hastalık oranlarının böylesi artması ise çok büyük bir çelişki olarak hala önümüzdeki en büyük sorun.

Buna karşılık maruz kaldığımız hastalıkların bugünkü tedavi yöntemlerinin çoğu, aslında sorunun kaynağını kurutmayı değil sorunun “görünmemesi” için yapılan uzman makyaj yöntemlerini ifade ediyor. Bu ise çok büyük bir zaman, para ve emek demek. Üstelik teknoloji hızla gelişirken hastalık sayımızda herhangi bir azalma yok. Tam tersine modern çağa uygun yeni yeni hastalıklar türüyor. Teknoloji ilerliyor ama hastayı iyi etme amacını taşıyan tıp yerinde sayıyor. Bu ise insanlığı tıbbın kendisini sorgulatır hale getiriyor.

Elbette sarf edilen enerji ile hastalıklardaki korkunç artış arasındaki çelişki karşısında farklı yorumlar mevcut. Ama bu farklı görüşlerden bir kaçı diğerlerinden önemli ölçüde ayrılıyor. Belki de şöyle demek gerekir, suni çözümler sunmak yerine, kalıcı bir çözümün nasıl var olabileceği üzerine kafa yoruyor. İşte bu görüşlerden önemli bir tanesi, sorunun büyük ölçüde beslenme kaynaklı olduğuna işaret ediyor. Aslında Türkiye özelinde beslenmenin önemine sık sık vurgu yapan az sayıda da olsa doktor var. En azından var diyebiliyoruz.

Beslenme ile Fiziksel ve Ruhsal Yozlaşma Arasındaki İlişki Rastlantı Değil

Weston Price, 1930'lu yıllarda yaptığı bir araştırmada, beslenme ile fiziksel ve ruhsal yozlaşmanın ilişkisini araştırmak için çarpıcı bir yöntem uygulamış, dünyanın dört bir yanından insanların diş yapısını incelemişti. Özellikle diş yapısını incelemesinin sebebi, insanın kemik yapısındaki bozuklukların en açık şekilde takip edilebildiği bölge olmasıydı. Price'ın Eskimo'lardan, Avustralya'lı Aborjinlere, Okyanusya yerlilerinden Yeni Zelanda'lı Maorilere kadar dünyanın dört bir yanındaki yerli topluluklar ile yaptığı araştırmada ortaya çıkan sonuç çarpıcıydı. Anlaşılıyordu ki, geleneksel yiyeceklerle beslenen topluluklarda insanların sağlıkları mükemmele yakınken, kendi geleneksel gıdalarının dışında çoğu batı kaynaklı rafine edilmiş yiyecekleri tüketen, beyaz un ve beyaz şekerle tanışan topluluklar, hem fiziksel hem de ruhsal manada ciddi bir dejenerasyona maruz kalmaktaydılar. Tüberküloz, artirit, diş çürümeleri, vücudun savunma sisteminde ciddi bozulmalar bunlardan yalnızca birkaçı olacaktı.

Üstelik yerliler çeşit çeşit binlerce yiyecek arasından seçerek değil, sadece birkaç çeşit yiyecekle beslenmelerine rağmen böylesi sağlıklı olabilmekteydiler. Örneğin Eski Mo'lar sadece balık ve balık yumurtası yiyerek, ulaşımı izole edilmiş farklı birçok köy ve kasabada ise yalnızca çavdar, peynir ve tereyağı yiyerek insanların sağlıklı kaldıkları görülmekteydi. Price, aradaki bu farkı belgelemek için bölge insanlarının diş yapılarının fotoğraflarını çekmiş, beslenme alışkanlıkları ile fiziksel ve ruhsal dejenerasyon arasında sıkı bir bağ olduğunu belgelemişti. Bu fotoğraflar aslında 30 ya da 40 yıl kadar tarihte saklı bırakılacak bir gerçekliği de bugünün dünyasına taşıyacaktı.

Endüstriyel ve Rafine Edilmiş Gıdaların Çoğu Zehir Etkisi Yaratıyor

Rafine edilmiş endüstriyel gıdaların yaşamsal fonksiyonlarımızla alakası hiç de dolaylı değil. Bu etkilerin çoğu, raf ömrü uzun satışa sunulan, rafine edilmiş, endüstriyel işlemden geçen neredeyse bütün gıdalar tarafından vücudumuza giriyor. UHT sütler, vücutta hızla eriyen şeker ürünleri, bozulmayan yoğurtlar, 40 günde büyüyen tavuklar ve GDO'lu gıdalarla beslenen hayvanlardan elde edilen et ürünleri bunlardan sadece birkaçı. Ucuza mal olsun, rafta kalma süresi uzasın, çabuk büyüyerek hemen satışa alınsın ya da şekli güzel olsun diye gıdalara yapılan müdahaleler yalnızca gıdaların değil, hayvanların ve insanların da kimyasını değiştiriyor. Üstelik bu ürünlerin çoğu, obezite, kanser, koroner kalp rahatsızlıklarının baş tetikleyicisi olarak çocukluktan itibaren yavaş yavaş bünyemize etki ediyor.

Colgate'le 3 Değil 70 Kere Fırçalasan da Nafile

Fotoğraflarda görülen, rafine edilmiş ve endüstriyel gıdalarla beslenen 7 ila 18 yaş arasındaki çocukların diş ve kemik yapılarındaki bozukluklar, onların kendileri gibi kötü beslenen ailelerinin gen yapısından devralarak doğuştan karşılaştığı zararlı besinlerle doğrudan ilintili. Daha 5 yaşında diş çürümesine maruz kalan ve dişine dolgu yapılan çocuklar 40 yıl öncesinde karşılaşılmayan bir vakaydı. Bugün ise çocuklar için tel takmak neredeyse sağlığa yapılan yatırımın kendisi. Anlaşılan “çocuğumun dişleri doğuştan böyle” cümlesi, meselenin bize dayatılan sağlıksız yaşam biçimiyle doğrudan alakalı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Reklamlarda karşılaştığımız “Sağlıklı yaşam için Colgate’le günde 3 defa dişinizi fırçalayın” sözü, böylesi bir tabloda oldukça anlamsız görünüyor. Köklü bir değişimi işaret etmeyen hiç bir çözüm günde 3 değil 70 kere fırçalasak da gerçeği değiştirmeyecek. Bu tür gıdaların yarattığı nesil, sağlıksız, soluk yüzlü ve kemik yapılarında erozyon ve bozukluklarla yaşamaya daha fazla ne kadar devam edebilir? Sağlıksız beslenen nesillerin çocukları olarak, kim bilir belki de yakında filmlerde gördüğümüz uzaylılardan ya da Frankestein’dan farkımız kalmayacak. GDO’lu gıdaları yiyerek fazladan bacağı ya da midesi olan ineklerin olduğu bir dünyada, yeni bir insana hazır mısınız?

Meryem Ateş

Meydan Gazetesi Sayı 8, Şubat 2013

Paylaşın